Hayatımın en yorgun olacağım döneminde döndüm İstanbul’a, dolayısı ile en çok rahata ihtiyacım olacağı zamanda… 3 kişilik minik bir aile olarak kendi şehrimde yaşamaya.
Ezgi’nin Günlüğü’nün dediği gibi
İstanbul İstanbul
Dedim sana geldim
İstanbul İstanbul
Geldim de ne buldum?
Avuç içlerim nasır oldu. Oğlumun pusetini o devasa kaldırımlara çıkartabileyim diye… Kaldırım yolun ortasında bitiverdi… Öyleyse yola ineyim dedim; yanımdan mahşerin atlıları gibi geçen arabalardan oğlumu korumalı: ‘Oğuz, sok elini pusetinin içine, o arabaları yakalayamazsın.’ Onların çok ama çok acelesi var. Bebekli bir anneyi korkuttuklarını, yol vermediklerini fark edemeyecek ya da umursamayacak kadar aceleleri var. Sinirlenmemeye çalışıyor annen, sana kötü örnek olmamak için. Ama bazen ‘görmüyor musun?’ diye bağırıyor maalesef. Karşılığında ‘hadi be’ diyen bir el hareketi alıyor çoğu zaman, ne yazık ki genellikle pek pahalı arabalardaki bayan şoförlerden.
Maalesef memleketimde trafik ışıkları pek bir cimrice konmuş. Yaya geçitleri ise artık yeni yollara pek konmuyor; anlamını nasıl olsa kimse bilmiyor diye (olsa gerek). Kaldırımlar Alpler gibi haşmeti ile uzanıyor pusetin tekerlekleri önünde. Alpler’e çıkabilen dev pusetin kimi zaman çaresiz kalıyor memleketimin kaldırımları karşısında. Allah’tan sen bozuk yollarda, çöken kaldırımlarda sallana sallana gitmeyi seviyorsun çoğu zaman, sana bu sağlam puseti aldığımızdan beri. Ama işte onun da tekerleri düşüyor çukurlara. Uykundan uyanıyor, huzursuzlaşıyorsun kimi zaman.
Annen Akmerkez’den Mohini Çocuk Merkezi’ne giderken o 500m’lik yolda ağlıyor; oturamadığımız için pek bir üzüldüğümüz Etiler’de oğlumu pusetine koyup yürüyemiyorum diye. Kaldırımların ortasında ağaçlar, gövdeleri kaldırımı delmiş geçmiş. Suç ağaçların değil elbet. İstanbul’da yeşil daha bir kıymetli; nadir olduğundan olsa gerek. İki sıra park eden araçlar; bir sıra kaldırımın nadiren genişlediği alana, bir sıra yanına. Sen şaşkın şaşkın bakıyorsun. Geçecek yol yok. İkinci sıradaki araca yaklaşan çok şık, belli ki zengin, iyi eğitimli (?), anneannen olacak yaşta, normalde halimize acıyacak bayana sesleniyorum; ‘İkinci sıraya park etmişsiniz…’ Diyaloğumuz devam ediyor…
- Burası özgür bir ülke
- Benim kaldırımda yürüme özgürlüğüm nerede?
- Hadi be git işine, ne duruyorsun?
‘Gidemiyorum. Hatalı park ettiğin arabanı geçemiyorum.’
- Ne bekliyorsun yürü…
- Arabanızı çekmenizi bekliyorum ve hatta, ‘Afedersin kızım, acele bir işim vardı, park etmek zorunda kaldım, hemen çekiyorum’ demenizi bekliyorum. (hiç olmazsa içim rahat eder)
- Hadi be… Sana mı soracağım nereye park edeceğimi?..
El Torito’nun kapısındaki görevli çocuk yardım ediyor ağlamaya başladığımı görünce. Yandan yaşlı bir teyze halime acıyor. Yıllar önce Roma’ya tatile gittiğini, daha ayağı yere basmadan arabaların durduğu klasik Avrupa medeniyeti hikayesini anlatıyor.
Artık Etiler’de oturmuyoruz diye üzülmüyorum oğlum.
Madem öyle; kendi semtimizde geçirelim oğlumla vaktimizi; Anadolu yakasının güzide semti yepyeni Batı Ataşehir’de. Palladium Alışveriş Merkezi’ne gidelim yürüyerek diyorum bir başka gün. Ne mümkün?... Nerede ışık, nerede kaldırım?... Mahşerin atlılarından sakına sakına ilerliyoruz ve işte en sonunda kaldırıma çıkma ümidi… Hangi puset tekeri tırmanabilir Avrupa Başkenti Şehrimin diz boyu yükselen, gıcır gıcır (bir sonraki kışa kadar muhtemelen) kaldırımlarına. Allah’tan etrafta kibar delikanlılar... ‘Abla yardım edelim’ diyerek iki koldan puseti kaldırıyorlar tepeye. İlerliyoruz. Hedefe az kaldı. Bir tabela, kaldırımın ortasında… Öyle geçici dayanmış falan değil, betona sabitlenmiş: Yandaki sitenin satış ofisini işaret ediyor. ‘Satamazsın inşallah’ diyerek güç bela iniyoruz Oğuz’la yolun kenarına.
Dışarıda bebekli bir anne için hayat çok zor. Sitemizde kalalım biraz. Havuz başına götürüyorum oğlumu. Akşamüstü saati, biraz serinlemiştir hava, biraz sakinleşmiştir ortalık. En kuytu köşeye geçiyoruz. 3-5 çocuk avaz avaz bağırarak oynuyor (?).Sıçrayan sulardan Oğuz’u korumak için en arka sıraya geçiyoruz. Ne mümkün. ‘çocuklar biraz dikkatli oynayabilir misiniz?’ diyorum. ‘Bebek ıslanıyor.’ ‘Burası havuz, beğenmiyorsan başka yere gidersin’ diyor birisi.
Sen ‘afedersiniz’ diyebilenlerden ol oğlum. Kimseyi bilerek rahatsız etme, kimsenin hakkını çiğneme, farkındalığı olan ve fark ettiğinde özür dileyip düzeltebilme azminde, onurlu bir insan ol oğlum.
İstinye’yi seviyorum. Emirgan’ı daha çok. Ne de olsa Emirgan’a doğru İstinye’nin zaman zaman salınan kanalizasyon kokusu dağılmış oluyor. Yurtdışında olduğumuz yıllar boyunca pek özlediğimiz haftasonu kahvaltılarını yapmak için Emirgan’a gidiyoruz genelde. Boğaz ne de olsa hala dünya üzerindeki en etkileyici manzara. O çok özlediğimiz kahvaltılara ulaşana kadarki trafik, park sorunu, sıra bekleme ve puseti bile kımıldatamadığımız daracık bir alana sıkışan bir kahvaltıdan sonra kendimizi boğaz kıyısına atmak istiyoruz keyifli bir yürüyüş için. Arka arkaya arabayı park ederken kaldırıma çıkıp Oğuz’un pusetine tamponu ile çarpan Sütiş’in park görevlisi, ‘Dur, dur’ çığlıklarıma, ‘görmedik’ diye cevap verince, artık Sütiş’te kahvaltı defterini de kapatıyoruz; zaten kış da geldi, geliyor diyerek.
Alışverişten nefret eden eşimi ikna edip bir haftasonu Kanyon’a gidiyoruz; Oğuz’a hiç rahat edemediği ilk pusetinden kurtarıp, konforlu ve İstanbul koşullarına daha dayanıklı bir puset ve artık 9 kiloyu geçip ana kucağına sığmakta zorlanan oğluma araba koltuğu almak için. Avrupa Kültür Başkenti şehrimizin bu güzide, lüks markaların satıldığı (benim de o zamana kadar çok sevdiğim) alışveriş merkezinde otoparklara asansör yapmayı akıl etmemiş olduklarını fark ediyoruz. Sevimli güvenlik elemanı ‘Ya haklısın yenge, özellikle çocuklu bayanlar çok şikayet ediyorlar. Ama yapacaklar inşallah’ diyor. İnşallah!..
Hadi alışverişe başlarken birimiz Oğuz’u kucağımıza alıyoruz, diğerimiz puseti taşıyor. Alışveriş sonunda….? Yorgunluktan bayılacak hale gelmişiz. Elimizde alışveriş torbaları. Yürüyen merdivenin başındayız. Merdivenlerin önünde ‘çalışmıyor’ işareti. Ben Oğuz’u kucağıma alıyorum. Yavaş yavaş, dikkatli adımlarla kucağımda Oğuz’la iki kat iniyorum. Arkamda eşim. Tam sona yaklaşırken merdivenler aniden çalışmaya başlıyor. Kucağımda Oğuz sendeliyorum. Son basamaktayım Allah’tan. Bu ani harekete elinde onca yük ve dev bir pusetle merdivenin ortasında yakalanan eşim dengesini kaybediyor. Neredeyse yuvarlanacak. ‘Yürüyen merdivendir canı isteyince yürür memleketimde’ deyip çözümü artık arabayı valeye vermekte buluyoruz.
‘Akıllarına gelmemiş otoparka asansör yapmak.’ Nasıl olsa memleketimde yaşlılar, engelliler, çocuklar, bebekler evlere hapsedilmiş. Yıllar yıllar önce bir trende Parkinson hastası ve yavaş yürüyen büyükbabama arkasından seslenen ‘amcaaa, yürüyemiyorsan çıkma evinden’ diyen zihniyet galiba yıllar yıllar boyunca değişmemiş memleketimde. Son derece kibar büyükbabam yutkunup cevap vermiyor… 25 yıl geçti büyükbaba, pek bir şey değişmedi memleketinde…
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Herşey + İstanbul’u sevmek çok ama çok zorlaştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder