Son yılların hararetli tartışması doğal/normal doğum mu, sezaryen mi?
Hep doğal doğum taraftarı oldum, bebeğime doğal doğumla kavuşmak istedim. Zor bir hamilelik elde edip, zor bir hamilelik geçirince ‘normal doğum’un bebek ve anne için en sağlıklı ve risksiz koşulda gerçekleşen doğum olduğuna bir kez daha inandım. Sırf korktukları için doğal doğum için hiçbir engeli olmadığı halde genel anestezi ile sezaryen isteyen anne adayları bence nasıl bir deneyim kaçırdıklarını bilmiyorlar. Aynı şekilde sezaryen olmaları gerekirken son yılların trendi peşinde bebeklerine zarar verme pahasına doğal doğum diye tutturan, bunu öneren doktorlarını doğal doğumun meşaggatinden kaçmakla suçlayan anne-babalar da bebeklerine ne kadar zarar verebileceklerinin farkında değiller. Yıllarca ‘kolaylığı’ nedeniyle gerekli gereksiz her doğumu sezaryene yönlendirme hatasına düşen ülkemizde son zamanlarda da tam aksi bir trend gözlüyorum. Ne olursa olsun doğal doğum. Bu yüzden bebeğini kaybeden, kaybetme tehlikesi geçiren, ama hala ‘doğal doğum yaptım’ diye övünen, bebeğinin kolu çıkan, büyük bir bebeği zor bir doğumda oksijensiz kalması sonucu zihin özürlü doğuran, bunu takdir-i ilahi kabul eden yakın çevremizde arkadaşlarımız, akrabalarımız var. Bir yandan da ‘anesteziyi alayım, hiçbir şey hissetmeyeyim, odamda uyanayım’ diye düşünen. Her iki uç da neler kaçırdığını bilmiyor bence. Tıpkı parmak izi gibi her hamilelik, her bebek ve etrafında gelişen şartlar da diğerlerinden farklı...
Herkese sağlıklı bir bebek, ehil ellerde gerçekleşen sağlıklı, keyifli bir doğum dileği ile işte benim doğum hikayem…
Hep doğal doğum istedim. ‘Ne kadar doğum sancısı çekersem o kadar iyi bir anneyim, bebeğimi o kadar hak etmiş olurum’ diye düşündüğüm olmadı değil. Doğal doğum daha özel diye düşündüm. ‘Bebeğim dünyaya gelirken ben de zihnen, ruhen orada olmalıyım, ona ilk merhabayı ben demeliyim’ dedim. 9 ay beraberlikten sonra hayata bu ilk adımında annesi onu bekliyor olmalı dedim. (Epiduralin nimetlerinden haberdar değildim o zamanlar.)Ve ne yalan söyleyeyim, hamileliğin son günlerindeki heyecanla bekleyişin, suyun boşalmasının ne demek olduğunu da bilmek, böyle bir deneyimden mahrum kalmamak istedim. (Eşim ya da diğer erkekler böyle bir arzunun nasıl olabileceğini anlamakta güçlük çekiyorlar malesef.)
Çok korkulu hamilelik aylarından ve 7 aylıkken çıkıp gelmeye kalkan bir bebeği taşıyan bir anne olduktan sonra ‘en önemlisi bebeğimi sağlıkla kucağıma almak’ diye değiştirdim isteklerimi. Eldeki imkanlar çerçevesinde rasyonelleştirdim.
Şanslıydım; çok güvendiğimiz iki doktorumuz vardı. (Bu konudaki şansımızı da aslında birkaç kötü deneyim ve çok yoğun araştırmalarla kendimiz doğurmuştuk.) Hamileliğimin ilerleyen aylarında plasenta previa teşhisi kondu. Plazantam olması gerektiğinden daha aşağıdaydı ve sezaryenin daha sağlıklı olacağı tavsiye edildi. Son zamanlara doğru biraz daha yukarıya çıkmıştı; ama zor hamilelik, 9 ayı doldurmaya zorlanan bir bebek konu olunca doktorlarımız yine de sezaryeni önerdi; ‘kendi eşim, kızkardeşim de olsa bu durumda bunu önerirdim’ diyerek. (doğum beklenenden önce kendiliğinden başlar ve risksiz olacak gibi gözükürse sezaryen yapmayız uyarısı ile…) Biz de gönülden güvendik.
15 Eylül sabahı saat 9:00’da ameliyathanede olacaktık. Bir akşam önce eşim, annem-babam şahane bir yemeye gittik. Heyecanım akşamdan başlamıştı. Şiş göbeğimle, karnımda artık ‘çıkmaya hazırım’ der gibi kafasını aşağılara güm güm diye vuran, devamlı hıçkıran, kollarını gerinir gibi devamlı yanlara açan oğlumla birkaç gün daha böyle kanguru ve yavrusu misali zamana ihtiyacım vardı sanki. Hamileliğimin o son 3 gününü sanırım hayatım boyunca özleyeceğim. Nişantaşı’nda yağmur altında sırıl sıklam ıslanmak, teyzelerin ‘ah evladım, yazık, bir de hamilesin, hemen üstünü değiştir’ diyen sevimli tavsiyeleri, her akşam iftar yemeklerine gitmek ve oruçlu olmadığım halde tüm oruç tutanlardan daha fazla yemek yemek… Oğlum karnımda, kendini bu kadar özel hissetmek… Hayatımızı tamamen değiştirecek karşılama için geri sayım…
Gece saat 10:00’dan sonra bir şey yiyip, içmem yasaktı. Zaten bir haftalık yemek yemiştim ama her gece neredeyse 2 lt su içmeye alışmış bir hamile olarak ağzım kurumaya başlamıştı. Heyecanım, kıpır kıpır oğlum, üstüne de susuzluk eklenince bütün gece uyuyamadım. Sabaha karşı geçtiğim salondaki kanepede 45 dakika uyuyakalmışım ki saatin alarmı çalmaya başladı. Göreve hazır bir asker gibi fırladım kanepeden; o karınla ne kadar fırlanabiliyorsa tabi.
Bir aylık bir tatile gider gibi hazırlanmıştık. 1 yastık, 1 koca valiz, bebek için bir küçük valiz (zira bir hafta öncesinde bebek hemşireleri ile konuşup kendi getireceğim kıyafetleri bebeğime giydirme konusunda söz almıştım.) 1 CD player, bebeğimize karnımda dinlediği ve daha sonra da uyurken dinleyeceği Baby Einstein serisinden klasik müzik CD’si, 1 profesyonel dijital fotoğraf makinası, 1 kompakt fotoğraf makinası, doğum için aldığımız yeni son model kameramız ve ne olur ne olmaz diye eski kameramız, epiduralin baş ağrısı yaptığı duyumu üzerine eşimin yurtdışından aldığı bir kafa masaj aleti… (ki böyle bir ağrı hiç olmayacaktı.)
Sezaryanli doğum paketinde 3 gece kalınıyordu doğum yapacağımız hastanede. Doktorlarımız iki gecenin yeterli olduğunu söylemişlerdi; ama madem parasını verdik ‘kalalım bari’ diye bir karar almıştık. (ki doğru bir kararmış, bebeğin emmeye alışması, bebeğin kontrolleri, annenin emzirmeye alışması için ideal bir süre imiş meğer bu 3 gün) Bunun bilincinde olmayan bir çift olarak ‘3 gün de epey uzunmuş, canımız sıkılırsa diye acaba tavla yanımıza alsak mı?’ diye konuşmadık değil. Sonra zar sesinin bebeği rahatsız edeceğini düşünüp vazgeçtik. Böyle biraz geyik, biraz saf ve biraz da sapşal bir noktadaydık anlaşılan…
Bu kadar eşyayı yerleştirirken arabaya, yarım saat gecikmeli evden çıkınca ve üstüne hasta kayıt işlemleri de uzayınca birden herşey pek hızlı gelişiverdi. Bir hemşire son tetkikleri yapıyor, diğeri formları dolduruyor, bir diğeri koluma damar yolu açmaya çalışıyor, 4 yaşından beri pek çok hemşirenin tak diye damar yolumu bulamadığını ve kolumda maden tetkik arama tarzı işlemlerde bulunulduğunu çok iyi deneyimlemiş biri olarak ‘hayır hayır o damar olmaz’ yorumlarım o telaşın içinde kaybolup gidiyor. Bir bakıyorum sözümü dinlemeyip kolumu delik teşik eden hemşire korkudan ortalıktan yok oluyor. Başka bir hemşire direktiflerim doğrultusunda dediğim noktadan kolayca kanımı alıp, damar yolumu açıyor. (ve sezaryen dikişimin acısı geçtiğinde kolumdaki deneme tahtası gibi deliklerin morartısı ve acısı hala geçmiyor…)
Doktorlarımız odamıza gelip bizi ziyaret ediyor ve hemşirelere yarı şaka yarı ciddi her şeyi dediğim gibi yapmalarını söylüyorlar. (çok geeeeç…) Canım tatlı, kolum acıyor, heyecan son dorukta… Neyse doktorlarımın ikisi de burada deyip seviniyorum. Zira hamileliğimin son haftaların klasik rüyası; doğuma gelmiyorlar ve beni hemşirelere doğurtturuyorlardı…
Ameliyathaneye alınmadan önce eşimle ayrıldık. Son kamera çekimlerindeki yüzümün dehşet ifadesi görülmeye değerdi. ‘Şu anda elimden gelse bir kuytu köşeye kaçıp suyum gelene kadar orada bekleyeceğim ve doğal doğum yapacağım’ dedim. Birden ‘epidural tutmazsa operasyon başladığında hissedersem diye bir korku kapladı içimi. Aslında epiduralle belden aşağı uyuşmanın tam olup olmadığını anlamadan gerçek işleme başlanmadığını anlatmıştı doktorlarım. Ama o an insanın hayatta en rasyonel olabildiği an değil kesinlikle.
Sezaryen olacağım, epiduralli... küçük bir ihtimal de olsa uyuşma olmazsa genel anestezi vermek zorunda kalabileceklerini söylemişlerdi. Herşeye hazırlıklı olayım ve ‘arıza’ çıkartmayayım diye muhtemelen. O kadar çok istiyordum ki bebeğimin dünyaya ilk çıkış anını görmeyi, ağlamasını duymayı, bu dünyaya geldiği anda hemen benim kucağıma gelip sıcaklığını hissetmeyi ‘epidural başarısız bile olsa dişimi sıkıp sesimi çıkartmayacağım’ dedim kendi kendime. Öyle kuvvetli ve biraz da saf (!) bir istekti bebeğimi karşılama isteği içimdeki… Böyle diyen ben, ilk epidural denemesinde o kadar ahladım ohladım ki bilemezsiniz. Omuriliğime incecik teller sokuluyor, her yanımı elektrik çarpıyor gibi oldu. Zaten istenen durum elektrik çarpıyor gibi olmaması imiş. İkinci deneme başarı ile gerçekleşti. Epidural olanlar bilir, henüz olmayanlara da kulaklarına küpe… İşlem sırasında ‘kedi duruşu’ denilen omuzlarınızı düşürdüğünüz, biraz kambur durduğunuz bir pozisyonda durmanız ve asla ama asla kımıldamamanız gerekiyor. (ki tahmin edebileceğiniz gibi hele ki ilk denemeniz ise heyecandan, korkudan, ‘bana ne oluyor?’ merakından, sırtınıza sokulan tellerin verdiği rahatsızlık hissinden vs… aksine pek bir kımıl kımıl olmak istediğiniz bir pozisyon. Omuzlarımdan kımıldamayayım diye bastıran ve kollarını sıkmaktan morartmış olabileceğim hasta bakıcıya teşekkürler bu arada…
Ameliyat odasına alındığımda ‘epiduralci’ dediğim doktor, ‘Hangi müziği istersin?’ diye sorduğunda konfor beklentisi yüksek bir insan olmama rağmen o halimle bile bu kadarına da şaştım doğrusu... Olabileceğine hiç ihtimal vermeden ‘Ezgi'nin Günlüğü İlk Aşk albümü var mı?’ diye soruverdim. (Bizim için anlamı çok büyük bir albümdü. Değişimi, alışmayı, sevmeyi… çok uzakları anlatan, biraz Polonya, biraz İsviçre, biraz hüzün, biraz umut kokan bir albümdür.) Ve varmış...
Eşim geldi bu arada ameliyathaneye, iki fotoğraf makinası ve bir kamera ile. Doktorumla doğumdan 3 gün önceki son kontrolümde ameliyathaneye üç ayak koyup doğumu kameraya çekme fikri konusunda anlaşamamıştık; ama doğumdan sonra hasta bakıcının video performansını izleyince ‘ikinci kamerayı 3 ayağa kurma konusunda bir parça daha ısrarcı olsaymışım keşke ‘diye düşünmedim değil.
Doktorlarımız girdi ameliyathaneye güle oynaya, hamilelik anılarımla dalga geçe geçe, başlamışlar beni kesmeye biçmeye... Her neyse... ben hasta bakıcılarla sen şuradan çek, sen bu açıdan, eşime ‘sen de buradan diye olayı uzaktan kumanda etmeye başlamıştım bile... Bu arada doğumdan önce en büyük isteğim (bebeğimin sağlıklı doğması hariç tabi ki) bebeğimin ilk çıktığı andaki fotoğrafını profesyonel fotoğraf makinamla kendim çekmekti... (doğumdan sonra odada sıkılırsak tavla oynarız gibi saf bir istekti bu da) tabi ki iki kolumun da sağlı sollu dolu; birinde damar yolu, diğerinde tansiyon için bir alet takılmış bir şekilde 'kullanım dışı' olacağı hiç mi hiç aklıma gelmemişti.... Derken doktorum ‘şimdi bir basınç hissedeceksin karnında dedi’ (ki doğumdan 3 gün önceki kontrolden sonra da anlatmıştı epiduralli sezaryeni; tüm hareketleri, dokunuşları hissedeceksin, bebek çıkarken kuvvetli bir basınç hissi olacak; sadece acıyı hissetmeyeceksin diye; ama yaşamadan hayal edemiyor insan...) Karnımdan birşeyi söküp çıkartıyorlar gibi sandım ve gerçekten de öyleydi... 9 aylık beraberliğimiz bebeğimle bambaşka bir boyuta geçiyordu iste.
nnnaaaaa, nnnnaaaaa diye ağlama sesleri duydum önce ve ben de başladım ağlamaya... Eşim yani başımda 'Ebru, şahane bir bebek....' diyordu, adeta haykırıyordu tüm dünyaya. Ailemizdeki romantik ve duygulu kişinin kendisi olduğunu iddia etmesine rağmen hiç ağlamadı. Dünyaya mutluluğunu, coşkusunu haykırıyordu. 12 yıldır tanıdığım ruh eşimi hayatım boyunca hiç böyle coşkulu görmemiştim o ana kadar.)
İddiaya girmiştik doğumdan önce saçlı mı, saçsız mı doğacak bebek diye (zira ikimiz de kel bebekmişiz zamanında), ben ‘saçsız’ deyince eşime de tek seçenek olan ‘saçlı bebek’ kalmıştı. Tabi ki iddia bedeli Cenevre'de tatildi. Hafif saçlı doğdu bebeğimiz, ne annesini, ne babasını kırdı; ‘ortaya karışık’ misali, yarı saçlı, tepesi kabak, yanları sapsarı, arkası kahverengi, yüzü pembe beyaz, dudakları fiyonk çıkıverdi karnımdan…
Şak şak şak… her bir yandan flaşlar patlıyor, ben ağlıyorum, eşim hiç durmadan 'Ebru, şahane bir bebek bu…’ diyor ve kendisinden hiç beklenmeyecek bir şekilde ard arda fotoğraflar çekiyor... (Zira doğumdan önce o heyecanla fotoğraf falan çekemeyeceğini, eğer istiyorsam bir doğum fotoğrafçısı tutabileceğini, sonra ‘bebeğimin bir tane bile doğum fotoğrafı yok’ diye arıza çıkartmamamı gayet açık ve net bir şekilde ifade etmişti sevgili kocam. Ben de bu anı bir yabancının ‘bu tarafa bakın, şöyle durun…’ diyen sesi ile bozmamak için ne olursa olsun doğum fotoğrafçısı istemiyorum demiştim.)
Sonuçta bebeğimin doğum anının 200 civarında pozu oldu ki, bu 200 pozun sahibi dünyanın en coşkulu, en mutlu fotoğrafçısı ‘sevgili kocam’ oldu. Çok da güzel kareler çıktı sonunda.
Doktorlarımız ikisi de birbirinden iyi, tatlı, yetenekli ve de farklı karakterli... Biri doğumun başından beri vıdı vıdı konuşuyor, benimle dalga geçiyor, ikincisi gayet ciddi, kesip biçiyor, hiç konuşmuyor… Bebeği sağlıkla çıkartır çıkartmaz onun da yüzü gülmeye başlıyor, rahatlıyor, esprilere başlıyor... Doktorlarımız habersiz, poz vermeden girmişler bir kareye, sevgi ile bakmışlar oğluma, oğlum dünyaya ‘merhaba’ derken. O anı yakalamış hasta bakıcı... Maalesef çok az insan mesleğinde böyle... çok değerli bir kare benim için... çok zor günlerimizi, umutlarımızı onlara emanet ettik ve iyi ki de Onlar’a emanet etmişiz dedik...
Oğlum kucağımda burnunu elledim ilk, nedense hep rüyalarımda Fatih Sultan Mehmet gibi bir burnu olduğunu görüyordum (ki öyle olsa bile onu çok ama çok sever ve beğenirdim) ama işte Kayseri mantısı gibiydi oğlumun burnu... diye düşünürken de çıkıvermiş dudaklarımdan bu sözler. Eşim heyecanla sordu 'Kayseri mantısı küçük müdür büyük mü' diye, 'küçücüktür dedim, işte böyle' oğlumun burnunu tutarken... 'annneee diye ağladı oğlum göğsüme konulduğunda'... ve sonrasında...pek çok kişi şahittir buna...
Ezgi'nin Gülüğü’nün 'dünya inan ki bildiğin gibi değil çocuk' şarkısında doğdu oğlum...
Uzun bir yol vardı nehir boyunca
Derin yamaçlardan dağlara doğru
Bir çocuk bulutlara çıkardı
Gördüğü düşün kanadıyla
Saçlarında bir yaz yağmuruydu
Ellerinde nergis kokusu
Dünya inan ki bildiğin gibi değil çocuk
Bir dümensiz sancak,
Belki oyuncak bir kayık,
Leyla sensin, sevdiğin hayal değil çocuk
Eski bir sevdadır akıntıya karşı yolculuk
Geceydi, ay vardı
Bütün hayatımız uzak bir yıldızdan düşmüş gibiydi
Ellerimde bir gençlik şarkısıyla aradım eski hayalleri
Vakitsiz gelip giden trenlerde sevgili arkadaş yüzleri…
Uzun mücadelelerden sonra 'ama artık bebeği almamız lazım' dedi hemşire... ve aldı oğlumu kucağımdan. Eşimle anlaşmıştık öncesinde bebeğin peşinden gidecekti, benim dikilme seansımda yanımda olmasının hiçbir anlamı yoktu bence, ama o öncesinde muhtemelen sonradan başı ağrımasın diye onayımı almıştı yine de... Bebeğin sağlıkla doğumu ile daha da rahatlayan doktorlarımız da güle oynaya karnımı yıkayıp, bağırsaklarımı yerine yayıp dikme işlemine başladılar. ‘İstanbul’ adlı şarkı çalıyordu Ezgi'nin Günlüğü'nde... Pek bir zor alıştığım, Cenevre günlerimin özlemi ile dinlediğim ‘İstanbul, İstanbul... Neden sana geldim?... İstanbul, İstanbul, geldim de ne buldum?’ şarkısını dinlerken bu sefer bu şarkı benim için çok farklı şeyler ifade ediyordu... ‘İstanbul, İstanbul.... iyi ki sana geldim.... geldim de Oğuz'u buldum...’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder