Oğuz, 2 yaşını doldurdu... Bu yıl, en azından haftanın birkaç saati gönderebileceğimiz bir yuva; seneye için de tam gün gidebileceği ‘okul öncesi’ araştırmalarımız başladı. Sonunda 3 yaş sonrası için içimize sinen bir okula kaydımızı yaptırdık. Bu yıl için de aralık başında başlamak üzere haftada üç yarım gün gidebileceği bir okul bulduk Oğuz’a. Bu süreçteki araştırmalarımızı ve deneyimlerimizi sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz...
Çevremizden duyduklarımız... Kulağımıza küpe ola...
Bir arkadaşım 4 yaşındaki oğlunu, sınav/test başarısı ve her öğrenci ile tek tek ilgilenmeleri ile övünen ünlü bir okulun okul öncesine gönderiyor. Ücret yıllık yaklaşık 24.000TL! Sınıf mevcudu 24. Öğretmen sayısı 2. ‘Doğru düzgün müzik dersi yok, spor yok, birşey öğretmiyorlar. Gezileri yok, öylesine oynayıp oynayıp geliyor çocuklar.’ diyor yabancı anne. Oğlunun öğrenmeye çok hevesli bir çocuk olduğunu, çocuğun okulda pek birşey yapmadıklarından şikayet ettiğini söylüyor. Öğretmeni ile konuşmuş. ‘Daha çok şey yapmak, öğrenmek istiyor, biraz sıkılıyor.’ demiş. Öğretmenin cevabı: ‘24 çocuğun hepsi ile tek tek ilgilenmemiz mümkün değil. Ortalamaya göre bir eğitim vermek zorundayız.’ Konu SBS, herhangi bir sınav, yani ölçülebilir başarı(?) olunca boy boy reklamlar verip, her öğrenci ile tek tek ilgilenme sözü veriyorlar ama!
Haziran sayımızda bahsetmiştik: Malesef bütün gün televizyonun açık olduğu kreşler, ana okulları var... Çocuğumuzu, evde (çoğu zaman) eğitimsiz, cahil bir yabancı ile bırakmayalım, iyi bir eğitim alsın, sosyalleşsin, yeteneklerini keşfetsin diye dehşet paralar dökerek kreşlere, ana okullarına gönderiyoruz. Öğretmenler ise farklı sınıflardaki çocukları bir odaya toplayıp açıyorlar TRT Çocuk’u… Kendileri de boş kalan sınıflarda muhabbette. Okul ismi vermiyorum; ama bir akrabamız maalesef böyle bir okula gidiyor. Baba, defalarca uyarmış öğretmenleri. Öğretmenlerin açıklaması ‘Çok yaramazlık yapıyorlar; başka türlü baş edemiyoruz.’ oluyormuş. ‘Baş edemiyorsan belki de kreş, anaokulu öğretmeni olmayacaksın!’ demeden geçemiyorum.
Komşularımıza, arkadaşlarımıza soruyoruz. Siz, nereye gönderiyorsunuz çocuğunuzu? Neden burayı seçtiniz? Memnun musunuz? Aynı okul hakkında farklı kişilerden, çok farklı yorumlar duyabiliyorsunuz. Ataşehir’de otururken bir arkadaşım anaokulu müdürü arkadaşının anlattıklarını paylaştı benimle, okulun ismini gizli tutarak. Bu yıl başka bir okula geçmiş müdürü. Eski okulunu yerden yere vuruyormuş. Sormadan edemiyorum: ‘Peki sizin okul müdürü olarak hiç mi sorumluluğunuz yoktu? Bir şeyleri daha iyiye götürmek için hiç mi insiyatifiniz yoktu o okulda çalışırken?’
Oğuz için seçtiğimiz okullar...
Kasım sayımızdaki ‘Okuldan neler bekliyorum?’ başlığı altındaki maddelere uygun olduğunu düşündüğümüz 2 okul seçtik. Biz de pek çok anne-baba gibi okula gitmek için bu ürkütücü trafikte küçücük bir çocuğun uyku saatinden, oyun saatinden çalıp hırpalanmasını istemedik. Evimizi seçtiğimiz okullara yakın bir yere taşıdık.
Bu yıl gideceği okul kendi semtimizde, mezun olduğumuz üniversitenin kurmuş olduğu bir anaokul. Bu yıl, 3 yarım gün gidecek Oğuz bu okula. 3 yaşını doldurduğunda ise ilkokuluna da devam edeceği başka bir okulun okul öncesine başlayacak. (Maalesef bir yıl öncesinde ön kaydını yaptırmanız ve ciddi bir ön kayıt ücreti ödemeniz gerekiyor.) (Seneye için herşeyi bugünden planlıyoruz anlayacağınız. Bu arada anneannemin bir sözü geliyor aklıma: İnsan plan yapar kader gülermiş...)
Bu iki okulun diğer okullardan farkı neydi?
- Öncelikle güvenli, temiz, düzenli bir ortam
- 3-6 yaşın; müzik (ritim, dans vs...), spor, sanat temellerinin atılması, yeteneklerin keşfedilip, ortaya çıkartılması için önemli bir dönem olduğunu düşünen bir anlayışa ve bu doğrultuda bir eğitim programına ve ortama sahip olmaları
- Çocukların okul saatleri sırasında belirli bir düzen, disiplin içerisinde olmaları
- Sınıf mevcudunun az olması ve her sınıfta yetkin olduğunu düşündüğümüz iki öğretmenin olması. (Örneğin bu yıl gideceği yuvada Oğuz, 7. öğrenci olacak ve biri yabancı, biri Türk iki öğretmeni olacak.)
- Geziler, açık havada zaman geçirmek, doğa, doğaya saygı eğitimlerinin önemli bir parçası (gibi gözüküyor.)
Neler bize garip geldi?
Aralık ayında başlayacağı okulda Paskalya kutlaması yapılıyor. Yabancı bir okul veya yabancıların çok tercih edecekleri bir okul değil burası. Eee, burası da Türkiye sonuçta. Oğlum annesinin her daim hasretle andığı İsviçresi’nde okusaydı da, Paskalya kutlayacaktı. İstanbul’da, kendi topraklarında yaşarken de kendi kültüründen olmayan bir kutlama yapacak gibi gözüküyor.
Evet tabi ki, 23 Nisan’ı da kutluyorlar. Bahçesinde Atatürk heykeli de var. (...ki benim çok hoşuma gitti. Bu dönem için büyük lüks doğrusu.) Tabi ki kötü birşey yok Paskalya çöğreği yapıp dağıtmakta. Ama ne bileyim, aşüre yapıp aşure dağıtılsa (ki öğretmenler için hayli zahmetli bir organizasyon olurdu bu:), kandil günlerinde helva yapılıp dağıtılsa büyük olay olurdu eminim. ‘Aman Allah’ım küçücük çocukların beyinleri yıkanıyor diye’, sanki kandil kötü birşey, helva kötü birşey (ki hepimiz helva ya da aşure bulduk mu afiyetle yeriz.)...?... İşte memleketimin çıkmazları; hep bir şekilde uçlarda, başka kültüre özenme, kendini tanıyamama, ait olma, olamama ikileminde, bu karmaşık coğrafyada olmak... (Her neyse... Bebek dergisinin konusu değil de belki bloğumda bir yazı konusu olur bu konu.)
Öteki taraftan seneye başlayacağı okulun müzik odası... Müzik aletleri çok güzel, düzenli. Son derece profesyonel gözüken bir ortam. İnsanı kendi çocukluğu için hayıflandırıyor açıkçası. Her hafta ayrı bir müzik türünü işliyorlar. Caz, pop, rock, klasik müzik vs... Panolarında herbir müzik türünün dünyaca ün yapmış isimleri... Çok şükür müzik kulağını, ritim duygusunu ve inşallah sesini oğlumuza geçirmiş sevgili eşim soruyor hemen; önce bize okulu gezdiren yabancı öğretmene, sonra da okul müdürüne: ‘Peki ya Türk klasik müziği..., neden mesela Münir Nurettin Selçuk yok bu duvarda?’ Çok yetkin, kendilerini işlerine adadıkları, en iyisini yapma azminde oldukları belli (daha doğrusu böyle hissettiğim) iki yetkili de donup kalıyor eşimin sorusu karşısında. Cevap vermek istiyorlar; ama veremiyorlar. 3 yaşındaki bir çocuğa cazı öğretip, Chopin’i öğretip (ki biz de çok seviyoruz), Türk klasik müziğini öğretmemeyi anlatamıyorlar malesef. Velilerin genel taleplerinin böyle olduğunu söylüyorlar zorlanarak, bir cevap vermek zorunda olduklarının ağırlığı altında. Ekliyorlar; ‘Tabi ki ilkokuldan itibaren türkülerimizi de öğreniyorlar, Türk klasik müziğini de...’ Ablam bu okulda öğretmen, yeğenim bu okulda öğrenci, çok yakından biliyorum sistemlerini, beğeniyorum. Yine de bir ‘ama... neden?’ kalıyor içimizde.
Sonuç olarak...
Kısacası, eskiden komşuluklar vardı, aileler daha genişti. Apartmanlarda arkadaşsız ve malesef minimal standartlardan bile son derece uzak bakıcılar elinde büyümüyordu çocuklar. Mahalle arkadaşlarımız vardı. Gece yarısına kadar sokakta saklambaç oynardık. (...ve evlerin zillerine basıp basıp kaçardık.) Şimdi çocuklarımızı; standartlarımızı malesef hırsızlık yapmasın, çocuğumu dövüp hırpalamasın ile sınırlandırmak zorunda olduğumuz bakıcılardan kurtarabilme yaşına geldiğimiz noktada, anaokullarına sarılıyoruz. En pahalısı ise, en ünlüsü ise mutlaka iyidir kanısı malesef çok yanlış. Hele yurtdışından belli isim haklarını satın alan okullar, oyun grupları tek başına bir konu. İmzaladıkları anlaşmalara, zorunlu olarak uygulamak durumunda oldukları konseptlere bile uyma kaygısı hiç gütmeyenler var içlerinde. Malesef çocuğun pek de değerli olmadığı ülkemizde izinler bir şekilde alınıyor, zaten sonrasında hiçbir kontrol veya yaptırım olmadığını herkes biliyor.
Son söz olarak her tavsiyeye kulak vermeyin diyorum. ‘Tavsiye ediyorum çünkü...’ cümlesini tamamlatın en yakın arkadaşınız bile olsa. Beklentileriniz çok farklı olabilir. Kim bilir belki de ‘Tavsiye ediyorum; çünkü bakıcı derdinden bıktık. Zaten bakıcıdan alabileceği hiçbir şey yoktu. Evime en yakın okul burası. Bu yaşta oyun oynamak dışında ne yapılabilir ki, aslında ne yaptıklarından da pek haberdar değilim, ama onca da para sayıyorum, kendimi enayi yerine koyup o kadar da memnun değiliz diyemem.’ olabilir cümlenin sonu.
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Gelişmeye çalışan güzel ülkemin güzel çocuklarının hiç de şanslı olmadığını fark ettim.
*Paskalya: Hıristiyanlık’taki en eski ve önemli bayram. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. Günde dirilişi kutlanır...Her sene sabit bir tarihte gerçekleşmeyen ve dünya kiliselerinin çoğunda Pazar günü kutlanan Paskalya Günü ise, Kıyam Yortusu, Diriliş Pazarı ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder