1 Şubat 2012 Çarşamba

Oğuz okulda... Oguz is at school... (Baby&You - Ocak 2012)

Kasım, aralık ayları ailemiz için pekçok değişikliği beraberinde getirdi. Babamız yeni bir işe geçti, evimizi taşıdık, Oğuz sonunda okullu oldu, 2 ayda 4 yardımcı değiştirdik ve seneyi soğuktan ve son iki ayın hayli yorucu temposundan kaçarak bir haftalık sıcak bir tatille noktaladık. Daha doğrusu, Oğuz ile ben tatil yaptık, babamız bütün gün çalıştı... İnanılmaz ama gerçek, bu tatil Oğuz ile gerçek bir tatil oldu. Ama en önemlisi, Minik Oğuz artık resmen ‘okullu’ oldu...

Oğuz okulunu çok sevdi; okulunun kocaman bahçesini ve gerçekten güler yüzlü, sıcacık öğretmenlerini ve arkadaşlarını... Geçen hafta tatil için 1 hafta okulu kaçırdık malesef. Her gün unutmasın diye Oğuz’a sorduk: ‘Oğuz, okulunu özledin mi?’ ‘Eveeeek.’ ‘En çok neyi özledin?’ ‘Bahçeee....’ ‘Öğretmenlerini, arkadaşlarını özledin mi?’ Heyecanla; ‘Eveeeek!’
Bu son hafta ‘Eveeee!..’ oldu ‘Eveeeek!...’ Bakalım ne zaman olacak ‘Eveeeet!..’?
Bu kadar severek gittiği okulundaki ilk günümüzde, el tutmaktan hiç mi hiç hoşlanmayan özgür ruhlu oğlum elime, daha doğrusu iki parmağıma öyle bir yapıştı ki, 30 dakikalık bahçedeki karşılama ve oyun zamanında elimi kurtarabilene aşkolsun. Bu ne kuvvet, bu ne anneye bağlılık, parmaklarıma kan gitmedi valla. Kum havuzuna gidiyoruz beraber. Arkadaşları da orada, öğretmenleri orada. Kumla oynamayı çok seven oğlum, bir türlü parmaklarımı bırakıp girmiyor dev kum havuzuna. Arkadaşı Emre neyse ki bir tırmık uzatıyor ona. Herhalde birkaç dakika boyunca o tırmık havada asılı kalıyor; ne Emre bıkıyor uzatmaktan, ne Oğuz bu şaşkın bakışmayı kesip uzanıp alıyor tırmığı. Sonra anne ve öğretmeni devreye giriyor; ‘Oğuz, bak ne kadar şanslısın. Arkadaşın sana oyuncak veriyor. Alsana tırmığı, hadi oturup kum havuzuna beraber oynayın.’ Binbir nazla alıyor Oğuz tırmığı. ‘Anneee, otuu!’ diyor kum havuzunu göstererek, annenin aklı uyuşan parmaklarında ... Neyse ki Oğuz da en sonunda kum havuzuna girip elinde az önce Emre’nin uzattığı tırmık, ciddi, şaşkın, ağzı açık, alt dudak sarkmış bir vaziyette etrafını inceliyor uzuuun uzuuun.

Okula giriyoruz. Montları çıkartıp, ayakkabıları değişip, el yıkama zamanı. El yıkamayı o kadar seven oğlum; yeşil, kurbağa şeklindeki sevimli lavabolara rağmen, pek bir çekingen. Yine annesine yapışık. Su kapanınca ‘Bi daha, bi daha!!!’ diye ortalığı yıkan oğlum sessizce, etrafını inceleyerek ellerini yıkıyor...
Sıra kahvaltıda. Bardalarda ılık ballı ıhlamur, tabaklarda peynir, simit, zeytin... Oğuz, hemen cam bardağa saldırıyor tabi ki. Zira evde, yolda, her yerde biberondan veya suluktan içiyor suyunu, sütünü hala. Arada bir, bizim gözetimimizde içiriyoruz cam bardaktan, pek bir seviyor. Tabi yarısı ağzına, yarısı üstüne başına. Aynı durum sınıfta da tekrarlanınca Oğuz’un sınıfındaki tek erkek arkadaşı Emre, ‘Aaa, sen bardaktan su içmesini bilmiyorsun.’ deyiveriyor. Oğuz’un umrunda değil bu yorum (galiba); ama ne yalan söyleyeyim annesi biraz bozuluyor.

Sonsuz bir peynir yeme potansiyeli olan Oğuz, bütün sınıfın peynirlerini bitiriyor neredeyse. Sıra sokak simidine gelince ağzına alır almaz ‘Sert’ deyip, çıkartıveriyor. Anne, oğlu aç kalmasın diye çaktırmadan simitlerin içini çıkartıp çıkartıp aralarda ağzına tepiştiriyor.
Sıra zeytinde. Zeytini bu zamana kadar omletinin içinde küçük küçük doğranmış olarak yiyen oğlum, sanki hiç görmemiş gibi ‘Bu ne? Bu ne?..’ diye soruyor. Tabi annesi soran gözlerle bakan öğretmenlerine küçük bir açıklama yapıyor. ‘Biz hiç çekirdeği ile zeytin vermedik de Oğuz’a...’
Neyse ki kahvaltı bitip, sevimli bir sınıf yoklaması ve karşılama şarkısından sonra sırada sanat dersi... Dersin öğretmeni geliyor sınıfa. Elinde bir kukla, tabağında sebzeler (havuç, pırasa, maydanoz vs...) Bu haftanın konusu ‘sağlıklı beslenme’. Tabağı masaya koyuyor ve ‘Hadi bakalım besleyelim kuklamızı.’ Diyor öğretmeni. Bütün çocuklar sandalyelerinde, Oğuz ise sevinçle masanın üzerine çıkıyor ve ‘nam nam nam...’ diye maydanozlara saldırıyor!
Veee... bahçe zamanı. Bahçede arkadaşları ile mutlaka belli bir mesafede, kendi kendine takılıyor Oğuz, arada bir ‘anne, anne’ diye annesini kontrol ederek. Kedileri ve kuşları kovalıyor her zamanki gibi. Mevsim sonbahar, yapraklar dökülmüş. Oğuz için bir cennet, kuruyan yapraklar üstünde zıplamak, onları havaya savurmak. Bu arada öğretmenleri hep Oğuz’u da oyunların içine katma gayretindeler. (Neyse ki ikinci gün yakalamacılık oyunu ile Oğuz arkadaşlarının arasına katılmaya başlıyor.)
Sınıfa dönme vakti... Gel gelelim açık havayı pek bir seven ve dışarı çıktığında 2 saatten önce eve girmemeye alışkın olan oğlum, kedilerden, kuşlardan ve kurumuş yapraklardan ayrılmak istemiyor. Ağlamıyor, mızmızlık yapmıyor, olay çıkartmıyor; sadece sınıfa giriş şarkısı ile okul kapısının önünde sıra olan arkadaşlarını, her türlü sevimlilikle Oğuz’u içeri sokmaya çalışan öğretmenlerini ve peşinde koşan annesini duymamazlıktan, görmemezliken geliyor son derece ‘cool’ bir eda ile. Oğuz’a istemediği bir şeyi yaptırmak, deveye hendek atlatmaktan daha zor bir şey. O ilk gün ve takip eden diğer günlerde en son bahçede kalan hep Oğuz. Başlarda peşinde annesi, sonraları anne daha geri planda, öğretmeni peşinde, en sonunda Oğuz ancak kucakta okula giriyor.
El yıkama vakti... Zira birazdan öğle yemeği gelecek sınıfa. Bir bakıyorum; oğlum kollarını sıvamış, uzatmış süzülen bacaklarına rağmen hala yumuk yumuk olan ellerini; bir yanında bir kız arkadaşı, diğer yanında öteki kız arkadaşı Oğuz’un ellerini yıkıyorlar. Oğlum sessizce izliyor bu işlemi. Bir başka bahçe molasında bu arkadaşları yere dökülen yaprakları kum havuzundaki kumlara sarıp dolma diye yediriyorlar oğluma. (Oğlan annesi olmak farklı mı kız annesi olmaktan gerçekten? Zira ben hep kız beklemiş bir anneyim; ama pek bir hoşuma gidiyor bu sahneler nedense.)
Yemek zamanı... Oğuz bir tülü sandalyesinde oturmuyor. Sınıfta bir oyuncak ambulans, sanki kendi ambulansı yokmuş gibi onu elinden düşürmüyor. Herkes sandalyede, bir şekilde yemeğini yiyor (yemeğe çalışıyor); benim oğlum yatmış yere, elinde ambulans, ‘noni, noni, noni...’ diye oynuyor.
Bir başka kahvaltı... Bu sefer içecek taze sıkılmış portakal suyu, omlet ve ekmek. Omletini gayet güzel yiyor Oğuz. Sonra ekmeğini alıp portakal suyunun içine koyuyor; daha doğrusu çatalı ile tepiyor bardağın içine. Sonra da yumuşamış ve turuncu olmuş ekmeği çatalı ile ‘nam nam nammmm...’ diyerek büyük bir iştahla yiyor. Akşam evde babamıza anlatıyorum Oğuz’un marifetlerini. ‘Peki, öğretmeni ne dedi?’ diyor. ‘Sence?’ diyorum. ‘Oğuz, ekmeğimizi böyle yemiyoruz, portakal suyumuzu bardaktan içiyoruz...?...’ falan demiştir diye tahmin yürütüyor. Oğlumun sevgili Özge Öğretmeni ise; ‘Aaaa... Oğuz, ne kadar ilginç bir deney yaptın? Peki nasıl oldu tadı?’ diyor!
Bu noktada, okul konusunda gerçekten iyi bir seçim yapmış olmanın rahatlığı içimi sarıyor.
(Teşekkürler Özge Öğretmen.)

İki hafta boyunca anne-oğul okulda gerçekten çok güzel vakit geçiriyoruz; ama hala beraberiz! Anne hala yoruluyor. ‘Haftada 3 gün, 5’er saatlik kendi zamanı olacak’ hayali olmayacak galiba... Sonra bir sabah Oğuz’un şurubunu unutup gidiyoruz okula. Öğretmenine söyleyip yakın bir eczaneye gidiyorum şurup almaya. Geldiğimde sınıf kapısının camından içeriye bir bakıyorum. Benim azman oğlum sandalyesine oturmuş, elinde başka hiçbir oyuncak yok, kahvaltısını yapıyor güzel güzel. Müdür Hanım, ‘İsterseniz gidebilirsiniz, Oğuz çok uslu duruyor. Eviniz de yakın, eğer sizi çok ararsa telefon ederiz, gelirsiniz’ diyor. Bilse ki bana dünyaları veriyor.
Sevinçle eve gidiyorum. Evde temizlik! ‘Yalnız kalmalıyııııım!..’ Belki bir başka yazımızın konusu 1 ay süren Filipinli yardımcımız bir muhabere edası ile temizlik yapıyor. ‘Ya bu Filipinliler sessiz, sakin, varlığını bile evde hissetmediğiniz insanlar degiller miydi?’
O gün bu gündür Oğuz’u okula bırakıyorum, 5 saat sonra gidip alıyorum. Şimdi Filipinlimizi de gönderdiğimiz için eski usul evimiz sessiz, sakin. Evde sessizliğin tadını çıkartıyorum.

Bugün (21 Aralık)... Oğuz’u 45 dakika erken getirdim okula. Babamız işe giderken bıraktı bizi. ‘Sınıfta saat 9:00’a kadar oynayabilir miyiz?’ diye izin alalım dedik öğretmenimizden; çünkü dışarıda yağmur yağıyordu. Özge Öğretmen, ‘Oğuz sen hiç öğretmenler odasını görmedin. Benim orada biraz işim var. Gelip bana yardım etmek ister misin?’ dedi. Oğuz da annesini öptü, öğretmeninin elinden tutup ardına bile bakmadan öğretmenler odasına doğru yürüdü. Annesi ise yağmur altında Bebek’e kadar yürüdü, üşüdü, ıslandı. Böyle bir Cenevre gününü hatırladı. Oğuz o zamanlar yoktu. Ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Anne mutlu, Oğuz mutlu, Özge Öğretmen sayesinde şu anda bu satırlar yazılıyor...

Oğuz ile deneyimlerimiz, müzik ve İngilizce konusu şubat sayımızda. Mutlu yıllar!..
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Kafamda, yüreğimde daha önce pek tanışık olmadığım bir soru; ‘Yeterli miyim?’

1 yorum:

portakal dedi ki...

merhaba,

Benim de 22 aylık bir oğlum var ve onun eğitimi konusunda çok özenliyim.Bu sebeple portakal suyuna ekmek batırdığında öğretmeninin yaklaşımı benim de çok ilgimi çekti.Acaba hangi okula gönderdiğinizi öğrenebilir miyim?

Teşekkürler,