Minik oğlum büyüyor... 15 Eylül’de 2 yılı dolacak, minik burnuna ilk dokunuşumun...
Oğuz’un ‘oooo’ları, anneannesi ve dedesinin yazlığında keşfettiği harika oyunlar ve ilk akran zorbalığı...
Oğuz’un ‘oooo’ları
İsminin baş harfi olduğu için midir bilmem; Oğuz, her ‘O’harfi, sıfır rakamı, yere düşen yuvarlak bir gölge, kaldırıma düşmüş bir düğme, puanlı bir kıyafet, Ramazan pidesi, kısacası herhangi bir yuvarlak gördüğünde minik dudaklarını büze büze, dünyanın en tatlı tonunda ‘oooo’ diyor ve mutlaka karşısından da ‘Evet Oğuz, o bir oooo.’ cevabını almak istiyor. Herhalde 6 aydır durum böyle. (Utandım birden kendimden çünkü oğlumun ik defa ne zaman ‘oooo’ dediğini unutmuşum, kaçırmışım. Birden bir korku geldi içime; başka neler kaçırıyorum acaba?)
Oğuz resim yapıyor.
‘Ne çizelim Oğuz?’
‘ Oooooo’ ya da ‘araba’ (daha doğrusu ‘arba’) ya da ‘gaaaak gaaaak’(yani kuş)
‘Oğuz senin adın ne?’
‘Oooooo...’
‘Bu kimin?’
‘Ooooooo...’ (Herşey O’nun.)
Bir gün ‘oooo’ yerine ‘Oğuz’ deyiverecek ve bir sayfa daha kapanıp, yeni bir dönem başlayacak.
Yeğenim Bengisu’ya sorardım küçükken:
‘Var mı senden güzeli bu dünyada?’
‘Gok!’ derdi. Bir gün ‘Yok’ deyiverdi. Teyzesinin içi cız etti.
Geçen ay Cenevre’ye gittik, arkadaşlarımızın yanına. Cenevre’de yaşadığımız günleri yad etmeye. Oğuz hayatının ilk ve çok ama çoook büyük dönme dolabını gördü ve ilk tepkisi şu oldu ‘ooooooo!’
Böylece Oğuz’u hayatının en büyük ‘oooo’suna bindirmek farz oldu. Son akşamımızda, gece saat 11’de, temmuz ayında bize kışı yaşatan çisil çisil bir Cenevre akşamında üçümüz beraber bindik ‘oooo’ya. (Fedakar Oğuz Amcamız aşağıda bir ağaç altında pusetimizi beklerken.) Oğuz her yeni deneyimde gösterdiği ciddiyeti ile dönme dolabın tepesinde. Annesine sağı solu, daha doğrusu aşağıda git gide küçülen Cenevre’yi, ileride ertesi günün de yağmurlu olacağını haber veren Lausanne yönüne dönmüş Jet d’Eau’yu (Leman Gölü’nün üzerindeki dev fıskıyeyi) gösteriyor. Annesinin yüreği güm güm ederken, 3 gündür yapmadığı ‘e-e’sini haber veriyor ardından. Dönme dolabın tepesinde ‘e-e’,’ e-e’ deyip duruyor.
Oğuz’un yaz oyunları, oyuncakları
Semizotu, semizotu olalı böyle bir amaca hizmet etmedi! Anneanne ve dedenin yazlığındayız. Oğuz mama sandalyesinde balkonda yanımızda. Sakince yemek yiyip, sonrasında bir kahve keyfi yapmak istiyoruz. (Pek çok arkadaşımız bizi çok eleştirse de biz hala Oğuz’u bir odada tek başına bırakmıyoruz ya da etrafta çay, kahve içilirken mutlaka mama sandalyesine oturtuyoruz.) Oğuz’a bir meşgale bulmalı... Teyzesi, bahçeden semizotu topluyor, yıkayıp Oğuz’un önüne koyuyor. Dünyanın en pahalı, en ilginç oyuncağı bir demet semizotunun yapabildiklerine kadir olamaz herhalde. Oğuz büyük bir ciddiyetle ve titizlikle tek tek yapraklarını koparıyor. Yapraklarını bir tarafa, saplarını diğer tarafa ayırıyor.
Sonra bağdan yaprak topluyor tombul elleri ile kucağımızda. Önce, haftasonu yanımıza gelecek babamız için dolma sarmayı planlıyoruz bu yapraklar ile. Sonra bu planı, Oğuz’un öğlen uykusu saatlerinde bahçede kahve, fal ve sohbet ile değiştiriyoruz. Nasıl olsa iç pilavı çok seviyor babamız, şimdi kim uğraşacak on saat tek tek yaprakları sarmakla... Oğuz’un oluyor topladığı yapraklar. Özellikle küçük çocukların ellerini, parmaklarını güçlendirecek, el becerilerini geliştirecek oyunlar oynaması çok önemli. İşte muhteşem, mis kokulu ve bedava bir oyuncak daha... Elini gözüne falan sürer diye pek hassas anneannemizin içme suyu ile doldurduğu plastik kap da Oğuz’un yanında. Önce yapraklar tek tek parçalanıyor, sonra tek tek suyun içine konuluyor. Kabın içinde plastik timsah, kaplumbağa, ördek, deniz yıldızı ... Onlara yediriyor Minik Oğuz yapraktan yaptığı mamaları. Elleri buruş buruş olana kadar, neredeyse bir saat oynuyor bu oyunu...
Akşamüstü bahçe sulanacak. Alıyor eline hortumu, yürüme yolunun kenarında tek tek suluyor, sardunyaları, küpe çiçeğini, domatesleri ve gülleri... Anlatıyoruz Oğuz’a ‘sardunya suyu çok sevmez, sardunyalara hortumu daha az tut.’ diye. Ertesi gün sıra sardunyalara gelince ‘ııı, ııı’ diye sardunyaları gösteriyor ve hızlı hızlı, kısa kısa suluyor onları. Çiçeklerin arasındaki sincap ve köpek süslerini de sulamadan geçmiyor. Nedense çiçekleri, domatesleri pek bir ciddiyetle sulamasına rağmen, sıra köpek ve sincaba gelince kıkırdamaya başlıyor.
Çiçekleri koparmayı değil, koklamayı öğretiyoruz Oğuz’a... Tek tek eğilip kokluyor burnunun üstüne kırıştıra kırıştıra. Yere düşmüş bir çiçek buldu mu hemen alıp anneanneye götürüp gönül fethetmeyi ihmal etmiyor.
Akşam yemeği vakti... Oğuz’un yemeği, geçen sefer geldiğinde dedenin diktiği ve ilk suyunu kendisinin verdiği pazulardan.
Sitenin ara yolunda geziniyoruz, bisiklete biniyoruz Oğuz ile...
Oğuz’un annesi komşumuzun torununa : ‘Çocuklar, taş atılır mı hiç köpeğe?’
Minicik köpek büzüşmüş kalmış köşede, kendini koruma çabasında, belki ‘dişlerim bir uzasa, gösteririm sana ben’ diye geçiriyor içinden. Oğuz, şaşkın şaşkın anlamaya çalışıyor durumu.
3,5 yaşındaki çocuk: ‘Sana ne, atarız atarız!’
Oğuz’un annesinin sesi yükseliyor: ‘Sana atılsa o taş hoşuna gider mi?’
Çocuğun annesi, babasi, dayısı, babaannesi bahçede.
Babaanne yarım ağız: ‘Oğlum taş atmayın köpeğe...’
Anne, babadan tıs yok.
Ertesi gün...
Aynı çocuk gelip gelip Oğuz’u itiyor, boğazını sıkmaya çalışıyor. Hitap aynen şu 3,5 yaşındaki bir çocukta: ‘Lan sen neden bu kadar beyazsın, hiç gitmiyon mu denize?’
Oğuz öyle bakıyor, saftirik saftirik...
Gel de sinirlenme. Ya sabır!
Annesi: ‘Daha çok küçük ama kardeeeş...’
Merak ediyorum; acaba sizce oğlum daha büyük olsa itilmesi, boynunun sıkılması, bu konuşma tarzı normal mi olacaktı?
Yanlış hareketi durdurma, çocuğu ortamdan uzaklaştırma, çocuk karşısında sağlam bir duruş sergileme vs vs... çok uzak bu evden anlaşılan. Belki daha da önemlisi; bu çocuk nasıl öğreniyor bu konuşma tarzını? Öyleyse biz kendi evimize dönelim bari deyip ortamdan uzaklaşıyoruz.
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + hayattan korkar oldum
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder