02.11.2004
Varşova?...
Hiç görmediğim bir şehirdi Varşova… Polonya’nın başkenti… Şimdi ise hiç bilmediğim ve hatta haritada yerine bile hiç bakmamış olduğum bu ülkede bir hayat kuracaktım.
Oysa ne kadar çok emek harcamıştık bir yıldan az bir süredir yaşadığımız evimizde, İstanbul’da. Mecidiyeköy’ün arka sokaklarında, üç yıl boyunca yalnız yaşadığım yıllarda, hep derdim ki ‘camımdan baktığımda yeşilliklere bakan, en azından bir ağaç gören bir evim olacak mı benim de? Mutfağı karanlığa bakmayan, yan apartman komşusu her gece sabahlara kadar içip içip kavga çıkartmayan?...’
Ve her içten edilen duanın kabul edilme vakti geldiği gibi benim duam da kabul olmuştu işte… Henüz 8 ay olmuştu evleneli ve İstanbul’un o yorucu çalışma ortamında tam anlamı ile de yerleşememiştik evimize. Aramızda espri yapıyorduk: ‘Bazı kolileri iyi ki açmamışız, bak şimdi olduğu gibi Varşova’ya göndeririz?...’ diye…
Varşova’ya…
Orda bir ev var diyorduk, bizi bekliyor işte. Bazen gözümü kapatıp hayal etmeye çalışıyordum Varşova’yı. Uzaklarda – ne de olsa uçakla iki saat diyorduk hep – sokaklar var, üzerinde yürüyeceğimiz; dükkanlar var alışveriş edeceğimiz; bir ev var gidip onu yuva yapmamızı bekleyen; bir gökyüzü var altında yeni hayaller, yeni bir hayat kuracağımız…
İstanbul’daki mutfak camından gördüğüm ay, Varşova göğünü de aydınlatıyor mu şimdi? O ‘ay’ mutfağımın camından gördüğüm ayın aynısı mı? Bizi bekleyen sokaklar, dükkanlar, gezilecek tarihi yerler, - ‘göller falan da var’ diyorlar -, bizi bekleyen o ev…
…ama ya insanlar?... orda bizi bekleyen birileri yok işte. Bu yokluğun yaratacağı boşluk korkusu…
Bir yandan işi bırakacağım. Herkes imreniyor bana. Sabahın köründe kalkıp İstanbul’un trafiğini çekmeyeceğim, haftasonları tamamen ‘benim’ olacak. Aslında tüm zamanlar ‘benim’: İşte! yapmak isteyip de yapamadıklarımı gerçekleştirme fırsatı. İşte; yeni yerler gezmek, öğrenmek için bulunmaz fırsat. Doğa ile iç içe sağlıklı bir yaşam, kim bilir belki de bahçeli bir ev, babamınkilerden bile daha kırmızı, daha iri, daha lezzetli domatesler yetiştirmek için fırsat işte. Fotoğraf çekmek, yeni bir dil öğrenmek… yeni bir kültür… Yeninin getirdiği heyecan, kıpırtı…
Sanki herkes benim yerimde olmak istiyor.
Ya ben?...
İşimi bırakacağım sıra sanki daha bir sarılıyorum işime. Sanki oflaya puflaya işe gittiğim cumartesi günleri, her değişen bütçe planları için beni bekleyen mesailer, laftan, stratejiden anlamaz ajanslar… sanki özleyecek miyim ne? Sanki içim mi buruluyor bazen? Ya ‘benim başladıklarımı başkası tamamlayacak’ düşüncesi? …
İşteki son günümde Ender Saraç ile konuşuyorum telefonda. Ortak bir proje için çalışmak üzere tanışmıştık. İşten ayrılacağımı, eşimin işi nedeni ile Varşova’ya taşınacağımızı söylüyorum. ‘Şahane bir yer Varşova… Çoğu insan böyle bulmaz Varşova’yı ama dünyanın en romantik şehridir Varşova. Ben hayatımın en güzel bir ayını orada geçirdim’ diyor…
‘Evet, dünyanın en şahane şehrine taşınıyorum ben’ derken önümde masmavi boğaz… Üzerinde milyonlarca pırlanta kırıntısı serpilmiş gibi oynaşan güneş ışınları… Masamda pirinç saplı alüminyum tavada pastırmalı, bol kaşarlı menemen. Önümden geçen haşlanmış mısır satıcıları…
Demek dünyanın en güzel, en romantik şehrine taşınıyorum ben?!
Varşova’da…
Bahçeli iki katlı bir evimiz var. Hem de sivri çatılı… Bizden önce burada Koreli bir aile yaşıyordu. Ne kadar farklıydı bu ev onlar otururken; salonda şöminenin üstünde asılan dev haç, şimdi bizim ofis olarak kullandığımız odada sanki gizli bir ayin mekanı havasını veren mumlar, Meryem Ana heykelleri…. Duvarlarda karanlık tablolar…
Sıcacık bir yuva oldu şimdi bu ev. Aydınlandı sanki, çiçeklendi, soğuyan havaya rağmen bahar koktu sanki… Onu yuva yapmamızı bekleyen evi bulduk yani…
Yürümemizi bekleyen sokaklar, alışveriş edeceğimiz dükkanlar… Evet artık İstiklal Caddesi, Ortaköy, Bebek yerine ‘o sokaklarda’ yürüyoruz. Artık ‘o dükkanlardan’ alışveriş ediyoruz. Bir de marketlerdeki şu domuz kokusu olmasa…
‘Ay’ da farklı Varşova’da, gökyüzünün rengi de. Varşovalılar’a ‘Sizin ayınız farklı’ diyoruz da şaşırıp gülüyorlar. Koca bir ay Varşova’nınki, ‘Ben buradayım, beni fark edin!’ diye bağıran bir ay… Sanki gökyüzündeki yerinden memnun değilmiş ya da sanki orada biraz yalnızmış gibi yere yakın durmaya çalışan bir ay…
Varşova’da insan ‘ay’ misali bazen … Biraz gökte, biraz yere yakın… ikisine de tam ait değilmiş gibi… düşmeme çabasında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder