1 Şubat 2012 Çarşamba

Şikayetim var İstanbul senden! (Baby&You - Aralık 2010)

Hayatımın en yorgun olacağım döneminde döndüm İstanbul’a, dolayısı ile en çok rahata ihtiyacım olacağı zamanda… 3 kişilik minik bir aile olarak kendi şehrimde yaşamaya.
Ezgi’nin Günlüğü’nün dediği gibi
İstanbul İstanbul
Dedim sana geldim
İstanbul İstanbul
Geldim de ne buldum?
Avuç içlerim nasır oldu. Oğlumun pusetini o devasa kaldırımlara çıkartabileyim diye… Kaldırım yolun ortasında bitiverdi… Öyleyse yola ineyim dedim; yanımdan mahşerin atlıları gibi geçen arabalardan oğlumu korumalı: ‘Oğuz, sok elini pusetinin içine, o arabaları yakalayamazsın.’ Onların çok ama çok acelesi var. Bebekli bir anneyi korkuttuklarını, yol vermediklerini fark edemeyecek ya da umursamayacak kadar aceleleri var. Sinirlenmemeye çalışıyor annen, sana kötü örnek olmamak için. Ama bazen ‘görmüyor musun?’ diye bağırıyor maalesef. Karşılığında ‘hadi be’ diyen bir el hareketi alıyor çoğu zaman, ne yazık ki genellikle pek pahalı arabalardaki bayan şoförlerden.

Maalesef memleketimde trafik ışıkları pek bir cimrice konmuş. Yaya geçitleri ise artık yeni yollara pek konmuyor; anlamını nasıl olsa kimse bilmiyor diye (olsa gerek). Kaldırımlar Alpler gibi haşmeti ile uzanıyor pusetin tekerlekleri önünde. Alpler’e çıkabilen dev pusetin kimi zaman çaresiz kalıyor memleketimin kaldırımları karşısında. Allah’tan sen bozuk yollarda, çöken kaldırımlarda sallana sallana gitmeyi seviyorsun çoğu zaman, sana bu sağlam puseti aldığımızdan beri. Ama işte onun da tekerleri düşüyor çukurlara. Uykundan uyanıyor, huzursuzlaşıyorsun kimi zaman.

Annen Akmerkez’den Mohini Çocuk Merkezi’ne giderken o 500m’lik yolda ağlıyor; oturamadığımız için pek bir üzüldüğümüz Etiler’de oğlumu pusetine koyup yürüyemiyorum diye. Kaldırımların ortasında ağaçlar, gövdeleri kaldırımı delmiş geçmiş. Suç ağaçların değil elbet. İstanbul’da yeşil daha bir kıymetli; nadir olduğundan olsa gerek. İki sıra park eden araçlar; bir sıra kaldırımın nadiren genişlediği alana, bir sıra yanına. Sen şaşkın şaşkın bakıyorsun. Geçecek yol yok. İkinci sıradaki araca yaklaşan çok şık, belli ki zengin, iyi eğitimli (?), anneannen olacak yaşta, normalde halimize acıyacak bayana sesleniyorum; ‘İkinci sıraya park etmişsiniz…’ Diyaloğumuz devam ediyor…
- Burası özgür bir ülke
- Benim kaldırımda yürüme özgürlüğüm nerede?
- Hadi be git işine, ne duruyorsun?
‘Gidemiyorum. Hatalı park ettiğin arabanı geçemiyorum.’
- Ne bekliyorsun yürü…
- Arabanızı çekmenizi bekliyorum ve hatta, ‘Afedersin kızım, acele bir işim vardı, park etmek zorunda kaldım, hemen çekiyorum’ demenizi bekliyorum. (hiç olmazsa içim rahat eder)
- Hadi be… Sana mı soracağım nereye park edeceğimi?..
El Torito’nun kapısındaki görevli çocuk yardım ediyor ağlamaya başladığımı görünce. Yandan yaşlı bir teyze halime acıyor. Yıllar önce Roma’ya tatile gittiğini, daha ayağı yere basmadan arabaların durduğu klasik Avrupa medeniyeti hikayesini anlatıyor.
Artık Etiler’de oturmuyoruz diye üzülmüyorum oğlum.

Madem öyle; kendi semtimizde geçirelim oğlumla vaktimizi; Anadolu yakasının güzide semti yepyeni Batı Ataşehir’de. Palladium Alışveriş Merkezi’ne gidelim yürüyerek diyorum bir başka gün. Ne mümkün?... Nerede ışık, nerede kaldırım?... Mahşerin atlılarından sakına sakına ilerliyoruz ve işte en sonunda kaldırıma çıkma ümidi… Hangi puset tekeri tırmanabilir Avrupa Başkenti Şehrimin diz boyu yükselen, gıcır gıcır (bir sonraki kışa kadar muhtemelen) kaldırımlarına. Allah’tan etrafta kibar delikanlılar... ‘Abla yardım edelim’ diyerek iki koldan puseti kaldırıyorlar tepeye. İlerliyoruz. Hedefe az kaldı. Bir tabela, kaldırımın ortasında… Öyle geçici dayanmış falan değil, betona sabitlenmiş: Yandaki sitenin satış ofisini işaret ediyor. ‘Satamazsın inşallah’ diyerek güç bela iniyoruz Oğuz’la yolun kenarına.

Dışarıda bebekli bir anne için hayat çok zor. Sitemizde kalalım biraz. Havuz başına götürüyorum oğlumu. Akşamüstü saati, biraz serinlemiştir hava, biraz sakinleşmiştir ortalık. En kuytu köşeye geçiyoruz. 3-5 çocuk avaz avaz bağırarak oynuyor (?).Sıçrayan sulardan Oğuz’u korumak için en arka sıraya geçiyoruz. Ne mümkün. ‘çocuklar biraz dikkatli oynayabilir misiniz?’ diyorum. ‘Bebek ıslanıyor.’ ‘Burası havuz, beğenmiyorsan başka yere gidersin’ diyor birisi.
Sen ‘afedersiniz’ diyebilenlerden ol oğlum. Kimseyi bilerek rahatsız etme, kimsenin hakkını çiğneme, farkındalığı olan ve fark ettiğinde özür dileyip düzeltebilme azminde, onurlu bir insan ol oğlum.

İstinye’yi seviyorum. Emirgan’ı daha çok. Ne de olsa Emirgan’a doğru İstinye’nin zaman zaman salınan kanalizasyon kokusu dağılmış oluyor. Yurtdışında olduğumuz yıllar boyunca pek özlediğimiz haftasonu kahvaltılarını yapmak için Emirgan’a gidiyoruz genelde. Boğaz ne de olsa hala dünya üzerindeki en etkileyici manzara. O çok özlediğimiz kahvaltılara ulaşana kadarki trafik, park sorunu, sıra bekleme ve puseti bile kımıldatamadığımız daracık bir alana sıkışan bir kahvaltıdan sonra kendimizi boğaz kıyısına atmak istiyoruz keyifli bir yürüyüş için. Arka arkaya arabayı park ederken kaldırıma çıkıp Oğuz’un pusetine tamponu ile çarpan Sütiş’in park görevlisi, ‘Dur, dur’ çığlıklarıma, ‘görmedik’ diye cevap verince, artık Sütiş’te kahvaltı defterini de kapatıyoruz; zaten kış da geldi, geliyor diyerek.

Alışverişten nefret eden eşimi ikna edip bir haftasonu Kanyon’a gidiyoruz; Oğuz’a hiç rahat edemediği ilk pusetinden kurtarıp, konforlu ve İstanbul koşullarına daha dayanıklı bir puset ve artık 9 kiloyu geçip ana kucağına sığmakta zorlanan oğluma araba koltuğu almak için. Avrupa Kültür Başkenti şehrimizin bu güzide, lüks markaların satıldığı (benim de o zamana kadar çok sevdiğim) alışveriş merkezinde otoparklara asansör yapmayı akıl etmemiş olduklarını fark ediyoruz. Sevimli güvenlik elemanı ‘Ya haklısın yenge, özellikle çocuklu bayanlar çok şikayet ediyorlar. Ama yapacaklar inşallah’ diyor. İnşallah!..
Hadi alışverişe başlarken birimiz Oğuz’u kucağımıza alıyoruz, diğerimiz puseti taşıyor. Alışveriş sonunda….? Yorgunluktan bayılacak hale gelmişiz. Elimizde alışveriş torbaları. Yürüyen merdivenin başındayız. Merdivenlerin önünde ‘çalışmıyor’ işareti. Ben Oğuz’u kucağıma alıyorum. Yavaş yavaş, dikkatli adımlarla kucağımda Oğuz’la iki kat iniyorum. Arkamda eşim. Tam sona yaklaşırken merdivenler aniden çalışmaya başlıyor. Kucağımda Oğuz sendeliyorum. Son basamaktayım Allah’tan. Bu ani harekete elinde onca yük ve dev bir pusetle merdivenin ortasında yakalanan eşim dengesini kaybediyor. Neredeyse yuvarlanacak. ‘Yürüyen merdivendir canı isteyince yürür memleketimde’ deyip çözümü artık arabayı valeye vermekte buluyoruz.

‘Akıllarına gelmemiş otoparka asansör yapmak.’ Nasıl olsa memleketimde yaşlılar, engelliler, çocuklar, bebekler evlere hapsedilmiş. Yıllar yıllar önce bir trende Parkinson hastası ve yavaş yürüyen büyükbabama arkasından seslenen ‘amcaaa, yürüyemiyorsan çıkma evinden’ diyen zihniyet galiba yıllar yıllar boyunca değişmemiş memleketimde. Son derece kibar büyükbabam yutkunup cevap vermiyor… 25 yıl geçti büyükbaba, pek bir şey değişmedi memleketinde…

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Herşey + İstanbul’u sevmek çok ama çok zorlaştı.

Pedagojik Danışmanlık: Ne Zaman ve Neden?... Pedogagical Consultancy: When and Why? (Baby&You - Kasım 2010)

Oğuz 8 aylık olduğunda, gelişimine daha iyi katkıda bulunmak, hızla değişen ihtiyaçlarının daha iyi farkında olmak ve sağlıklı bir uyku alışkanlığı kazandırabilmek için Pedagog Prof. Dr. Norma Razon’a başvurduk. (Uyku düzeni konusunda Oğuz ile maceralarımızı ve tavsiyelerimizi dergimizin Ağustos sayısında bulabilirsiniz.) Şimdi ise bir uzmana ne zaman danışılmalı ve özellikle 0-3 yaşın önemi konusunda sizler için Norma Hanım’a danıştık.

Norma Razon, bir pedagogtan destek alınması için çocukların mutlaka sorunlu olması gerekmediğini söylüyor. Çocuğumuz için mutlu ve sağlıklı bir hayatın temellerini atabileceğimiz, yeteneklerini geliştirebileceğimiz, eksiklikleri konusunda yardım alabileceğimiz geniş bir alan olarak tanımlıyor pedagojik desteği. Ayrıca sadece çocukların değil, ailelerin de danışmanlık hizmeti aldığını söylüyor. Nasıl iyi anne-baba olunur, çocuğumu nasıl iyi bir şekilde eğitebilirim? Uykusunu nasıl düzene sokabilirim? Sağlıklı yemek düzenini nasıl verebilirim? Evlat edinmiş aileler, ikiz, üçüz anne-babaları, yıllarca tüp bebek denemelerinden sonra geç çocuk sahibi olmuş aileler, yeni bebek bekleyenler ve ergenleri de kapsayan birebir veya grup çalışmaları şeklinde geniş bir alanda ekibi ile birlikte çalışmalar yapıyor. Çocuklara yönelik gruplarda daha çok güvenli davranış geliştirme, sosyal beceriler kazandırma ve konsantrasyon artırma konularında çalışmalar yapılıyor.
(Daha fazla bilgi için; www.ekipnormarazon.com)

Sihirli Yıllar; 0-3 yaş…

Norma Hanım, özellikle 0-3 yaşın önemini vurguluyor ve ekliyor: Bu dönemde bedensel ve zihinsel gelişim çok süratli. Bedensel büyümeyi anne-babanın çok iyi takip etmesi ve buna göre ortam hazırlaması gerekli. Örneğin çok hareketli bir çocuk için koşup oynayacağı uygun bir ortam, açık hava mutlaka sağlanmalı. Hızla artan bedensel hareket ile beraber tabi ki tehlikeler de artıyor ve bu konuda da önlem almak şart.

0-3 yaş zihinsel gelişimin de çok hızlı olduğu bir dönem. Bebekler hareketlerimizi taklit ederek öğreniyor. Fark edilmediğini sandığımız seslerimiz, hareketlerimiz bebeğin, çocuğun bilgisayarına kaydediliyor ve yeri gelince de kullanılıyor. Maalesef olumsuz davranışları çok daha kolay öğrenip uyguluyorlar; bu yüzden anne-babanın davranışları ile olumlu örnek oluşturması şart. Bir olumsuz davranışın anne-babada tepki yarattığını öğrenince bilerek ve isteyerek bu davranışı tekrarlıyorlar. İstenmeyen bir davranışı bıraktırabilmenin en iyi yolu ise bu davranış ile dikkat çekemediğini anlamasını sağlamak ve olumlu davranış ile örnek olmak.

Dil gelişimi de bu dönemde çok hızlı. Anne-babalar çocuğum niye konuşmuyor diye kaygılanırken birkaç gün sonra çocuk tam bir cümle kurup anne-babayı şaşırtabiliyor veya bazı çocuklar da tek tek kelimelerle konuşmaya başlayabiliyor.

Sosyal gelişim açısından da çekingen, anne-baba ve aile büyükleri dışında kimseye yaklaşmayan bir çocuk birden bire kendisine gülen bir yetişkine gülücükler saçabiliyor. Kendi dünyasının dışında da birilerinin olduğunun farkına varıyor; bu da sosyal gelişmenin başladığının göstergesi oluyor. Geçmişte çocuklar 5-6 yaşında okula başlarken bugün nerdeyse 1,5-2 yaşında başlıyorlar. Oyun gruplarında veya miniklerin gittiği jimnastik sınıflarında sosyalleşiyorlar.

0-3 yaş ve temel alışkanlıklar
0-3 yaş aynı zamanda temel alışkanlıkların da kazanıldığı dönem. Yemek, uyku, disiplin ve bu yaşlarda başlayıp biraz daha uzun süren tuvalet alışkanlığı… Tüm temel alışkanlıklar illa ki bu yaşlarda tamamlanıyor demek mümkün olmasa da bu alışkanlıkların temeli 0-3 yaş döneminde atılıyor.


Çocuğa yapabildiği şeyleri yapabildiği zaman yaptırabilmek lazım. 1,5 yaşında bir çocuk çatala köfteyi batırıp yiyebilir; ama yerlere dökülüyor veya daha çok yesin diye anne veya bakıcı o çatalı çocuğun elinden alıp kendisi yediriyorsa daha sonra çocuk çatalla yemeyi denemiyor. Çocuk bir havucu ya da bisküviyi kemirmeye başlıyorsa yerlere dökülüyor diye onu püre yapıp ağzına verince çocuk bu sefer katı yememeye başlıyor. Maalesef bazı olumsuz alışkanlıklar da ailelerinin yaklaşımlarından kaynaklanıyor.

Çocukta istenmeyen bir davranış ne kadar erken fark edilir ve uygun bir şekilde müdahale edilirse sonuç o kadar etkili olur. Belki tüm istenmeyen davranışları tamamen yok edemiyoruz; ama eğitim ile çocukların istenmeyen bazı yönleri törpülenebiliyor. Bebeklerde, çocuklarda gördüğümüz davranışların bir kısmı da kalıtım yolu ile geçiyor. Karakter, kişilik ve bedensel özellikler bakımından kalıtımın yanında çevresel faktörler de etkili tabi ki. Bebeğin veya çocuğun anne-babadan kalıtım yolu ile aldığı özelliklerin yanında anne-babayı izleyerek kazandığı özellikler ve davranışlar da var.

İstenilen davranışın yerleştirilmesinde ise örnek davranış sergilemenin yanında kararlılık, istikrar ve ödüllendirme de çok önemli. Yemek yeme alışkanlığı, uyku, temizlik, tuvalet gibi temel alışkanlıkları kazanmamış bir çocuğa aile, örneğin okul döneminde de ödev sorumluluğunu veremiyor.

0-3 yaş döneminde anne bebeğine kendisi bakamıyorsa;

Özellikle 0-3 yaş döneminde mümkün olduğunca bebeğin bakımını ve eğitimini annenin kendisi yapması tavsiye ediliyor. Fakat bazı anneler için bu mümkün olamayabiliyor. Maddi açıdan çalışmak zorunda olabiliyor veya ‘ben ancak çalışırsam mutlu olabilirim’ diyebiliyor. Bu durumda devreye mecburen bakıcılar veya aile büyükleri giriyor. Bakıcılardan haklı olarak çok şey bekliyoruz. Sevecen olsun, hijyen kurallarına uysun, sağlıklı olsun, çocuk bakımından anlasın (sağlık, hastalık, eğitim, oyun, oyuncak konularında bilgili olsun), çocuğun gelişim aşamalarının bilincinde olsun, bizim çocuğumuzun farklılıklarını görsün, annenin disiplinine paralel bir disiplin uygulasın istiyoruz. Maalesef hepsini bir arada bulmak çok güç.

Alternatif çözüm; anaokulları ve kreşler. Tabi ki bunların da ideal koşullara uygun olması lazım. 0-3 yaş çocuğunun bire bir ilgiye ihtiyacı var. Uygun bakıcı bulunamadığında çok az sayıda çocuğun olduğu bir eğitim grubu düşünülebilir. Ülkemizde çalışan anneler için gönül rahatlığı ile çalışabilmeleri için daha iyi imkanlar yaratmamız lazım. Bir bakıcıya birebir bağlı kalındığında, hele çocuğun da çok sevdiği, alıştığı bir bakıcı ise bakıcı ayrıldığında, aile de, çocuk da ortada kalmış oluyor. Bu da çocuk üzerinde büyük bir travmaya neden olabiliyor.

Bebeğin, çocuğun bakımında farklı kişiler rol aldığında; çocukların davranış tarzları kişiden kişiye kesinlikle farklılık gösteriyor. Bazı durumlarda çalışan annede suçluluk duygusu olabiliyor. ‘Çocuğumu bütün gün başka birine bıraktım, akşam bir-iki saat görebiliyorum, dolayısı ile çocuğumu ağlatmayayım.’ hissi oluyor. Bu durumda çocuğun nazı anneye geçiyor. Aynı durum babalar için de geçerli olabilir. Bazı durumlarda da anne-baba daha kuralcı, bakıcı daha gevşek olabiliyor. Eğitim konusunda bebeğin bakımı ile ilgilenen kişiler arasında farklı yaklaşımlar olduğu zaman çocuk farklı kişilerden farklı mesajlar alıyor. Maalesef çocuk bu durumdan yararlanmasını öğreniyor.

Anneanne, babaanneler söz konusu olduğunda ise anne-baba ile her zaman paralel olmalarını beklemek mümkün değil. Önceki kuşak daha çok, seven, şımartan, hatta kendi çocuğuna yapmadığını torunu için yapan bir kuşak. Onları da bu konuda çok eleştirmemek lazım. Aile büyükleri kendi evinde kendi kurallarını, anne-baba kendi evinde kendi kurallarını koyabilirse ve durum çocuğa uygun şekilde anlatılırsa çocuklar en azından bunu daha kolay kabullenir ve zarar görmez.

Unutulmaması gereken nokta çocuk bakımında telafinin mümkün olmadığı. ‘Ben 0-3 yaşında çocuğuma bakamadım; ona bazı olumlu alışkanlıkları veremedim; ama bunu 5 yaşına geldiğinde telafi edebilirim’ diye bir şansımız yok maalesef.

Özet olarak çocuk yetiştirmede disiplin çok önemli. Disiplin değince akla çatık kaşlı uygulanan cezalar, bağırma, vurma gelmemeli. Disiplin belli kurallar, belli sınırlar, belli işlerin bu belli kurallar ve sınırlar içerisinde yapılabilmesi demek. Çocuğa bir konuda ‘hayır’ diyor ve bunu tutarlı bir şekilde yapabiliyorsanız çocuk bunun yapılmaması gerektiğini öğreniyor. Böylece ailedeki yasakları ve serbest olan şeyleri kabul ederek yetişiyor. Dolayısı ile ileride toplum kurallarını kabul etmekte de zorluk yaşamıyor. Çocuğu kısıtlamak ne kadar hatalı ise çocuğa sınırsız bir özgürlük vermek de o kadar hatalı. Belli sınırlar içinde özgürce oynamasına, gelişmesine fırsat vermeli.


Sevgi ve şevkat, çocukta güven duygusunu uyandırmak, çocukla oynarken keyif almak, eğlenerek oynamak işin temeli. Oyun, asla görev olmamalı. Aksi takdirde bunu çocuklar ve hatta bebekler hissediyor. Oyunlarımızda çocuk gelişiminin genel çizgilerini ve kendi çocuğumuzun olumlu ve olumsuz özelliklerini bilmeliyiz. Çocuklarımızın ileride kendilerine ve bize güven duymaları da bu dönemde atılan tohumlarla sağlanıyor.

Teşekkürler Norma Razon…


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Herşey + hayat çok hızlı akar oldu… İçimde sihirli yılları kaçırma korkusu doğdu…

Oğuz ve Annesinden Alışveriş Tavsiyeleri 1 (Baby&You - Ocak 2011

İlk defa anne olurken, ne kadar çok araştırsa, ne kadar titiz de davrandığını düşünse insan, ancak bebeği ile birlikte kullanırken farkına varıyor, bebeği doğmadan onun için yaptığı alışverişlerdeki yanlış seçimlerin.

Özellikle kocaman bir karınla, maalesef insanın beynine de pek fazla kan gitmezken yanlış seçimler yapabiliyor insan biricik bebeği için. İlk defa anne oluyoruz ve aslında kullanıcı biz değil bebeğimiz. Bebeğimiz, başkaları tarafından çok tavsiye edilse de, bazen bizim onun için yaptığımız seçimlerde çok rahat olamıyor. Bu yüzden Minik Oğuz için bazı elzem alışverişlerde yapmış olduğum hataları paylaşmak istedim sizinle.

Bebek yatağı
Nedense ‘büyüyen yatak’ takıntım vardı. Ablam da yeğenim için böyle bir yatak almıştı zamanında. Bengisu büyüdüğünde de yatağın ayakucundaki çekmeceli, bebek küçükken üzerinde altı değiştirilen bölmeyi söküp komidin olarak kullanılmak üzere bir kenara almış ve daha uzun bir yatak alıp çocuk yatağına dönüştürmüşlerdi yatağı. Bu da bana gayet pratik, uzun vadede ekonomik, dolayısı ile sorgulanmayacak bir seçim olarak gelmişti.

Yatağın parmaklıklarının arasının çok geniş olmaması, kademeli bir şekilde indirilip kaldırılması ve yatağın boyasının kurşunsuz olması gibi olmazsa olmazlara çok dikkat ederek bu standartlara uygun bir yatak aldık. Bebeğiniz için mobilya seçerken özellikle boya konusunda çok sorgulayıcı olmak gerekiyor, zira bebeğin doğrudan soluyacağı ve daha sonraki aylarda da kimi zaman yalayacağı, kimi zaman kemireceği bir madde söz konusu. Maalesef yurdumda bu konuda da mevcut mobilyaların pek çoğunda bir kontrol yok. Size satıcı her ne derse desin, sertifikasını, hangi boyayı kullandıklarını sorun. Hele ki daha kapıdan girdiğinizde mobilyacıda burnunuzu rahatsız eden o keskin boya kokusu varsa, bence daha kapıdan dönün. ‘Yenge daha atölyeden yeni çıktı mobilyalar, birkaç güne dağılıyor bu koku’ laflarına da hiç ama hiç aldanmayın.
Sağlıklı, şık, kaliteli bir yataktı oğlumuza seçtiğimiz; zaman geçtikçe çıktı eksikleri:
Parmaklık yüksekliği sadece iki kademe olarak ayarlanabiliyordu. İlk aylarda sorun yok. Bebek koyduğunuz şekilde kalıyor ve en alt ayarda rahatça kullanıyorsunuz parmaklığı; ama bebek oturmaya başladığında, hatta bu an henüz gelmeden yükseltmeniz gerekiyor parmaklığı. İnanın yataktan düşen bebek sayısı hiç de az değil. Yaklaşık bu dönemde beşikten yatağına alıştırma çabalarına başlamıştık Oğuz’u. Bazen 45 dakika Oğuz bizi yanında tutuyor, ninni söyletiyor, sırtını kaşıtıyordu. (ki Minik Oğuz babası sayesinde kazandığı bu alışkanlığa hala bayılıyor.) Oğuz 15 aylık; hala bazı geceler dönüp duran, kalkmaya çalışan, yorgunluktan kimi zaman pek bir sarsak olan, kimi zaman da yatak içinde bir minik meydan muharebesi çıkartan Oğuz’u devamlı çevirmek, biberonunu tutmak gerekiyor. Bu süreçte yatak parmaklıklarının bir tek yükseklik ayarı varsa beliniz, sırtınız için de ağrılı günler ve geceler başlamış oluyor. Oysa sessiz ve kolayca farklı yüksekliklerde ayarlanabilen bir parmaklık, hem bebeğinizi uyuturken, hem de gün içinde bazı zamanlar yatakta oynarken size çok büyük rahatlık sunuyor (ki maalesef biz bu rahatlıktan mahrum kaldık.)

Büyüyen yatağın ayak ucundaki alt değiştirme ünitesi:
Büyüyen yatak olsun, ayrı bir ünite olsun, ne olursa olsun, mutlaka ve mutlaka kenarlıkları (sağında ve solunda yükseltisi ) olmalı. Bebek mağazalarında yumuşak, ıslaklık geçirmeyen, silinebilir alt değiştirme minderleri var. Çok büyük rahatlık olan bu minderi alt değiştirme ünitesinin üzerine koyduğunuzda kesinlikle kaymamalı. Maalesef bizim seçtiğimiz yatakta, bu bölümde (daha sonra da komidin olarak kullanılacak diye olsa gerek?), yan korumalar/yükseltiler olmayınca altının ve üstünün değişmesinden hiç hoşlanmayan Oğuz ile bu bölüm ilk aylar dışında tam bir kabusa dönüştü. Zaten bir müddet sonra yukarıda alt, üst değiştirmek her koşulda tehlikeli . Kitaplardaki ‘altı değişirken kıvrılıp duran bebek’ tanımına bir de ‘altı değişirken isyan çıkartan bebek’ tanımı da eklenince bu bölüm bizde pek bir erken kullanılmaz oldu. Başka bir fonksiyon için de kullanamıyorsunuz. Çünkü uyandığında ayağa kalkan Minik Oğuz, buranın üzerinde ne var ne yok gecenin karanlığında tombul elleri ile ulaşıp yatağının içine indiriyor. Kafasını bu ünitenin tepesine vurması ise cabası. Çünkü yumuşak bir korumayı büyüyen yatakların ayak kısmının tepesine bağlamanız mümkün değil. Ya çok sakin uyuyan, alt değiştiren, giyinen bir bebeğiniz olacak (yani bir mucizeye tanık olacaksınız) ve bu sorunları abarttığını düşündüğünüz annelere, şu anda da bana hayret edeceksiniz ya da en başından benim onca çabama rağmen yapamadığım akıllı alışverişi yapacaksınız.

Yatak tekstili
Yatak koruyucusu:
Mutlaka ve mutlaka ilk başta alınmalı. Yatağımızı alırken pek bir bilgili İnci Tuncel yetkilisi, ‘canım şimdi lüzum yok aleze, bebeği tuvalete alıştırırken alacaksınız’ demişti bize, ilk günden itibaren en kaliteli bezin bile baş edemeyeceği kazalar olabileceğini bilmeyerek. Sonradan aklım başıma geldiğinde de tek bir çarşaf (ki yatağı tamamen saran, lastikli bir çarşaf olmalı) ile bile yatağı mobilyanın haznesine yerleştirmenin bir işkence olduğunu anladıktan sonra, hem alez hem çarşafla birlikte yatağın mobilyasına giremeyeceğini anladık. Tabi ki yatak ile mobilya arasında bebeğin minik parmaklarını, ayaklarını sokabileceği bir boşluk olmamalı; ama uzman bir bebek mobilyası üreticisi de bir alez ve bir çarşafın gireceği birkaç milime ihtiyaç duyulacağını bilerek üretim yapmalı.

Parmaklık koruyucuları:
Yine hem yatak, hem de tekstil üreticilerinin (ki çoğu zaman ikisini de aynı yerden alıyorsunuz) bilmedikleri, hareketlenmeye başlayan bir bebeğin yatakta yattığı gibi kalmadığı. Bebekler yatağın içinde sürekli bir saat yelkovanı gibi dönüp duruyorlar. Uykularında dünyanın en garip, en sevimli pozlarını sergileyip, koca yatak içinde bir küçük köşe bulup orada büzüşüp kalıyorlar. Kafalarını parmaklıklara bağladığınız tekstillerin içine sokup uyuyabiliyor ve oradan uyku sersemi çıkamayabiliyorlar. Bu durumlar bebeğin ayına da bağlı olarak sevimli, ama bir o kadar da yorucu ve tehlikeli durumlar doğurabiliyor. Bu yüzden aldığınız tekstil; bebeğin sağlığına zararlı olan maddeler içermemeli, alttan, üstten ve ortalardan bağlarla yatağın kenarlarına birçok noktadan sabitlenmeli. Bir sabah uyandığınızda bebeğinizi bağların birkaçını koparmış, kurdeleleri sağmış, iplikler ellerine dolanmış halde bulabilirsiniz, benim sevgili, geceleri pek bir hareketli oğlumu bulduğum gibi.
Tekstilin yüksekliği parmaklığı üst seviyede kullandığınızda parmaklığın bir karış altına kadar uzanmalı, ve dört bir tarafı çevirmeli (sadece üreticilerin bebeğin yatmasını uygun gördüğü baş tarafı değil). Tabi ki dört bir tarafı en tepeye kadar kapatıp, yanlardan hava sirkülasyonunu engelleyecek, bebeği hapsedici bir şekilde de olmamalı. Bağ yerleri kolayca kopmayan, sağılmayan kumaştan olmalı. (Kurdele gibi kolayca dağılan materyallerden kesinlikle olmamalı.)

Maalesef renk, işlemeler gibi konular karnı burnunda heyecanlı bir anne adayının daha çok ilgisini çekebiliyor bu aşamada. Aslında en önemli kriter bebeğin güvenliği ve konforu. Kural şu: Bebek güvenli ve rahat ise anne-baba da rahat! Minik Oğuz doğduktan sonra artık ona yaptırır olduk seçimlerini ve kendisi için çok güvenli ve rahat, bizden çok daha akıllıca seçimler yaptı.

Bir dahaki sayıda puset ve ana kucağı maceralarımızı sizlerle paylaşacağız. Puset deyip geçmeyin, yeni yılda pusetinizi bizi okumadan sakın seçmeyin. Mutlu yıllar…

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Herşey + En güzel yeni yıl kırmızı tulumu ile ortalıklarda gezinen bir sevimli bebekle evde kutlanan ve yorgunluktan gece 24:00 zor beklenilen yeni yıl oldu.

Oğuz ve Annesinden Alışveriş Tavsiyeleri 2 (Baby&You- Şubat 2011)

Kocaman bir karınla ve maalesef insanın beynine pek fazla kan gitmezken oğlum için yaptığım bir diğer yanlış seçim: Puset

8 aylık hamileyken almıştık ilk pusetimizi; o zamanlar çok önemli olduğunu düşündüğümüz hafiflik ve baston gibi katlanabilme (dolayısı ile az yer kaplama) özelliğini ‘olmazsa olmaz’ zannederek. Eşimin ağır bir puseti taşıyamayacağım, açıp kapatamayacağım gibi kaygıları vardı. Oysa çıt kırıldım bileklerim ve fıtıklı belim, Polonya’da geçirdiğimiz iki kış boyunca araba yolumuzu ve bahçe kapımızı açmak için kürüdüğüm karlar ve hatta kırdığım buzlar sayesinde oldukça güçlenmişti. Ayrıca Allah, 9 aylık hem fiziksel, hem de ruhsal olarak zorlu bir alışma dönemi sonunda veriyordu bebeğimizi kucağımıza.
Her neyse?... Pek hızlı büyüyen, adı gibi güçlü bir oğlan çocuk doğuracağımı ve hızla artan kilolarını zaten uzun yıllar boyunca taşıyacağımı, dolayısı ile puset taşımanın bana vız geleceğini tahmin edemedi sevgili eşim. Koca karnımdan dolayı eğilip kalkamadığım, fazla kilo almamama rağmen pek kıvrak bir hamile de olmadığım için puset seçimine mağazada oturduğum tabure üzerinde, elimden hiç düşmeyen su şişesi ile dahil oldum. Tutma yeri konusunda hassasiyetim olduğunu hatırlıyorum bir de. (Kesinlikle o süngerimsi maddeden olmamalıydı!)

Sonuç: Bir marka hem tekstil, hem oyuncak, hem puset, hem mama sandalyesi hem vs. vs… yapamıyor. Biricik oğlumuz onun için aldığımız puseti ilk günden itibaren sevmedi, ana kucağında da pek rahat edemedi. (Her defasında arabaya kemerle bağla, sök kısmı da bir başka işkence idi.) Hele ki 6 aydan sonra ana kucağından pusetin koltuk kısmına geçtiğimizde olmazsa olmaz sandığımız baston gibi katlanabilme özelliği ikinci bir kabusa dönüştü. Puset açıldığında sırt kısmında katlanılan bölüm tümsek kalıyor, Minik Oğuz pusetinin içinde devamlı yamuk duruyor ve ağlıyordu. Tente kısmı deseniz bir facia, tıpkı ana kucağında olduğu gibi o da yamulup duruyordu. Etrafımda aynı puseti gördükçe kolaçan ediyorum; hepsinde durum aynı. E-bebek’e gittik, şikayetimizi iletmeye: ‘Bu ürün böyle; çok şikayet geliyor’ demekten başka bir yardımları olmadı. Alırken siz değil miydiniz, yağlayan ballayan, sayın ‘uzman’ bebek ürünleri satıcısı?!

Stokke Xplory!
Sonunda oğluma yeni bir puset aldık. Oğuz’u oturttuğumuzda, bundan sonra da seveceği herşeyde çıkartacağı sesle seçimini belli etti. ‘Hehehe…’
Oğuz’un o andaki mutluluğu ve sevimliliği dışında neler bu puseti seçmemizi sağladı?

Yerden yükseklik
Tüm pusetlerden daha yüksekte oturuyor bebeğiniz. Kimileri şaşırıyor; ‘Niye bu kadar yüksekte bebek, düşmez mi?’ Tabi ki alçak ya da yüksek tüm pusetlerde ve mama sandalyelerinde olduğu gibi kemerini bağlıyorsunuz bebeğinizin.
Bebeğiniz dünyayı ayakların seviyesinden değil, nerdeyse sizin seviyenizden görüyor, gözlemliyor, öğreniyor. Siz de ona daha yakın oluyorsunuz. Çok beğendiğim bir sloganları var: Explore Together / Beraber Keşfedin! Gezmeyi, dışarıda olmayı seviyorsanız, bebeğiniz uzun süreler, keyifle vakit geçiriyor pusetinde. Kural burada da işliyor: Bebek rahat ise anne-baba da rahat!
Egzos borularından çıkan kurşun vs gibi bebeğiniz için son derece zararlı maddeler genellikle yerden 1 m yüksekliğe kadar olan bölümde birikiyor. Dev parkların, ormanların olmadığı, yerlerine gecekondular ya da dev binalar dikilen memleketimizde şehir içinde ve çoğu zaman maalesef trafik kenarında gezdirebildiğimiz bebeklerimiz, yerden ne kadar yüksek olurlarsa, bu zararlı maddelerden de nispeten daha az etkileniyorlar.
Ayrıca puset asansörlü olduğu için istediğiniz yükseklikte ayarlayabiliyorsunuz; yani bebeğinizi değişik yüksekliklerde gezdirebiliyorsunuz. İtiraf edeyim ki ben en alt kademesini hemen hemen hiç kullanmadım. (ki bu kademe bile diğer pusetlerden daha yüksekte tutuyor bebeği).

Hayatı kolaylaştıran detaylar
Çok rahat sürüyorsunuz. Tekerlekleri dağ yollarında bile problem yaratmadı. Eski pusetimizle İstanbul’un çöken kaldırımlarında bile ilerleyemiyorduk.
Puseti tutma açınızı, tuttuğunuz yüksekliği ayarlayabiliyorsunuz.
Size dönük konumdayken yatak rahatlığında uyutabiliyorsunuz bebeğinizi.
Bebek dışarıya dönükken tentesinin fileli kısmını açıp bebeğinizi gözleyebiliyorsunuz.
Yağmurluk, pek çok pusette olmayan sineklik, güneşten korumak için şemsiye, ihtiyacınız olan her şeyi rahatça taşımanızı sağlayan çantaları ve birçok artısı var diğer pusetlerde olmayan.
Yürüyen merdivenlerden iki tekerlekli hale getirerek çıkartabiliyorsunuz pusetinizi. Memleketimin alışveriş merkezlerindeki otoparklarında, metrolarında, hastanelerinde her zaman asansör olmadığı için bu özelliğin çok önemli olduğunu düşünebilirsiniz. Açıkçası ben cesaret edip hiç kullanmadım. Bunun yerine biraz ileride (yürüyen) merdivenler olduğu halde içleri genç, sağlıklı insanlarla dolu gelen asansörler önünde yaşlılar, engelliler ve diğer pusetli anneler ile sıra beklemeyi tercih ettim.

Neler daha iyi olmalıydı?
Oğuz öğlen uykularını pusetinde uyuduğu için Stokke’u genellikle Oğuz’un yüzü bize bakacak şekilde kullanıyoruz. Oğuz’un içindeki kaşif git gide aktifleşmeye başlayınca Stokke’ta bile eksiklikler bulmaya başladık. Oğuz, puseti tuttuğunuz yüksekliği ayarlamanızı sağlayan kapağı ayak başparmağı ile açıp kapatmayı inanılmaz eğlenceli bir oyun zannetti: Tak tak tak… ta ki bir gün (10 aylıkken) baş parmağını buraya sıkıştırıp derisini yüzene dek. Zaten giymeyi pek sevmediği çoraplarını ve ayakkabılarını sırf burayla oynamak için hala çıkartıp duruyor. Hatta bir ara bu bölümü bir tülbent ile bağladım minik oğluma unutturabilmek için.
Bardaklık, biberonluk: Geçenlerde Oğuz en sonunda bunun da arasına tombul parmaklarını sokmayı başardı. Neden bu kadar keskin olmak zorunda?! Bu kadar konfor ve ayrıntı düşünülen bir pusette bir bebeğin en olmadık yerlere elini, ayağını sokabileceği düşünülmeli idi bence. Sonunda el parmağının derisini yüzmeyi de başardı, hatta tırnağı morardı. Tabi benim keşfetmeye pek meraklı oğlum, bir yandan acıyan elinde buz, diğer yandan diğer eli ile aynı deneyimi yaşlı ve hala meraklı gözlerle yaşamaya çalışmaya devam etti.

Bir anne ve pazarlama konusunda hiç de fena olmayan biri olarak anlayamıyorum:
Stokke’un bir dergide reklamını gördüm; dehşete düştüm. İki sayfanın anlatmaya yetmediği birçok ayrıntı düşünülerek tasarlanmış bir ürün nasıl Burcu Esmersoy kullanılarak anlatılır? Daha doğrusu nasıl anlatılamaz? B. Esmersoy (anne değil, bildiğim kadarı ile anne adayı da değil), üzerinde abuk sabuk, uçuk ötesi bir kıyafet, Stokke Xlory’i kullanıyor. İlanın sol üst köşesinde de ürünün fiyatı.
Sevgili Stokke Türkiye yetkilileri; çok güzel ve ürünü anlatan yabancı ilanlarınız var. Gayet net, ürüne odaklı. Neden onları kullanmazsınız?
Neden B. Esmersoy bir garip kıyafetle bu ürünü kullanıyor diye, bir annenin çok da kolay kazanılmayan o kadar parayı ne işe yaradığını anlatamadığınız bir dizayn için vereceğini düşünürsünüz?

Not: Stokke Xplory’nin ana kucağı yok. (Sadece port bebe ve 6 aydan sonra kullanabileceğiniz koltuklu bölüm.) Maxi Cosi ana kucaklarını bir adaptör yardımı ile Stokke pusetinizde kullanabiliyorsunuz. (ki bunda da Oğuz ve annesi kesinlikle isofixli modeli tavsiye eder.)

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Herşey + Sloganımız ‘bebek rahatsa anne-baba da rahat’ oldu.

Oğuz ve Annesinden Alışveriş Tavsiyeleri 3 (Baby&You - Mart 2011)

Bebeğiniz doğmadan önce yapıyorsanız alışverişinizi, mümkünse diğer bebekleri ürünü kullanırken gözleyin. Ürünü mutlaka sökün, takın, rahatlığına ve güvenliğine bakın. Bebeğiniz doğduktan sonra ise bebeğinizle yapın alışverişlerinizi… O’nun tepkilerine kulak verin, O size en doğru seçimi gösterecektir…

Mama sandalyesi
İşte bu konuda hata yapmadık! Yatak, yatak tekstili ve puset konularında akıllanıp, oğlumuzu da yanımıza alıp ona seçtirdik mama sandalyesini.
İnternete girip mama sandalyeleri hakkında annelerin yorumlarını, şikayetlerini okumuş olmak da faydalı oldu. Genellikle şöyle diyorlardı: ‘Mama sandalyesinde bebeğim çok terliyor, bacakları sandalyeye yapışıyor; ama silinebilen bir malzemeden yapılması gerektiği için sanırım tüm mama sandalyeleri böyle oluyor.’ Evet, bebekler çok terliyor. Hele yaz sıcaklarında çıplak bacaklarının oturdukları sandalyeye yapışması, bence hala üreticilerin bize normalleştirmeye çalıştıkları bir hata veya maliyetten kaçış. Zaten bebeklerimize yemek yedirmek dünyanın en kolay işi değil. Madem bu iş bu kadar kolay değil, hiç olmazsa bebeğin oturduğu sandalye rahat, güvenli ve de fonksiyonel olmalı.
Minik Oğuz, mama sandalyesini kendi seçti: Peg Perego Tatamia. Muşamba olmadığı için Oğuz’un tombul bacaklarına, kollarına yapışmıyor. Özel bir deriden yapılan malzemesi, kolayca siliniyor, leke bırakmıyor. Tepsiyi taktığınızda, pek çok mama sandalyesinde olduğu gibi bebek sandalyenin içine gömülmüyor. Bebeğiniz, çocuğunuz etrafına hakim, konforlu ve güvenli bir koltukta oturuyor. Bu da yemek dışında da bebeğin severek mama sandalyesini kullanmasını teşvik ediyor. (ta ki yürümeye çabalayıp, her yeri keşfetme duygusu konforun önüne geçene kadar) Emniyet kemerlerinin kolay ayarlanabiliyor olması, kolay bağlanması da (bebeği oturtup kaldırmanın kimi zaman bir savaş haline gelebileceğini düşünürsek) anne için büyük rahatlık.
Sandalyenin asansörlü olması, bebeği istediğiniz yükseklikte tutmanızı sağlıyor. Bebekler dünyayı değişik açılardan, farklı yüksekliklerden görmeye bayılıyorlar. Siz de her zaman ayakta beslemek zorunda kalmıyorsunuz bebeğinizi. Ayrıca sandalye kısmını yatar, yarı yatar ve dik olarak oturur pozisyonda ayarlayabiliyorsunuz.
Türkiye’de henüz satılmasa da deri sandalye için yedek havlu kılıfları da satılıyor; fakat set olarak. (tentesi ve pek de çekici olmayan oyuncakları ile.) Bence lüzumsuz pahalı; ayrıca havlu kısmının altı muşamba kaplı ve de sert.( Maxi Cosi araba koltuklarının yedek havlu kılıfı gibi olacağını tahmin etmiştim katalogtan, ama yanılmışım.) Sağolsun Joker bizim için özel olarak yurtdışından getirtmişti. Ürünü beğenmediğimiz için almadığımız halde gayet kibar ve yardımcı davrandılar bize. (Metrocity Joker Mağazası’nın yöneticisi Nilüfer Hanım’a teşekkürler.)
Oğuz 6 aylıkken ek gıdalara başlama aşamasında aldık mama sandalyemizi. Oğuz bu ayda 8 kiloydu. Mama sandalyesinin en alt kademede doğumdan itibaren salıncak olarak kullanılabildiğini öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Çünkü ara uykuları için sanki sihirli bir değnekti. )Kitabınızı okurken, bilgisayarda bir şeyler yaparken tek elinizle sallıyorsunuz bebeğinizi.) Maalesef bu kademe 9 kg’a kadar kullanılıyor. İtiraf edeyim ki biz 10 kg’a kadar kullandık. Bunun üzerindeki kilolarda zaten salıncak mekanizması iflas edebileceği için zorlamamakta fayda var.

Ana kucağı ve oto koltuğu
Maxi Cosi isofixli ana kucağı: Geçen sayımızda tavsiye ettiğimiz Stokke pusetlerin ana kucağı yok, fakat bir adaptörle Stokke pusetinizde Maxi Cosi’yi rahatlıkla kullanabiliyorsunuz. Isofix hem bu korkutucu trafikte bebeğiniz için çok güvenli, hem de her defasında kemer ile normal ana kucağını arabaya binbir zahmet ile bağlamaktan kurtulmuş oluyorsunuz. Çünkü isofix’in şasi kısmı arabaya monte ediliyor ve bir daha sökmenize lüzum kalmıyor. Sadece ana kucağını bu kısma oturtmanız yeterli oluyor. Bebeğiniz 9 kg’ı geçtiğinde ise Oğuz’un kendi seçtiği ve hala çok memnun olduğu Maxi Cosi Pearl Isofix’li oto koltuğuna geçerseniz eğer, bu şasiyi kullanmaya devam ediyorsunuz.
Oto koltuğuna yedek kılıf: Mutlaka! Maalesef yol kazaları sadece dökülen süt, su, ekmek kırığı vs… gibi masum olmayabiliyor.

Doğumdan önce mutlaka….
‘Ufak tefek şeyler’ deyip geçmeyin. Bebekli hayata geçişinizde hayatınızı ayrıntılar, ufak tefek şeyler kolaylaştırıyor (veya maalesef zorlaştırıyor.) Bize dediler ki; ‘Boş ver, lüzum yok, ihtiyaç duyduğunda alırsın.’ İhtiyaç duyduğunuzda gece saat 04:00 olabiliyor, günlerden bayram, karı-koca ve evdeki büyükler topluca yorgunluktan baygınlık geçirecek halde olabiliyorsunuz.
Emzirme yastığı : Çok sert olmayan ve kılıfı sökülüp yıkanabilenlerden tercih edin. Hatta mümkünse hastaneye bile götürün. Bebekler her ne kadar emme güdüsü ile doğsalar da hem onların, hem de annenin ilk haftalarda bu konuda öğreneceği çok şey var. İlk zamanlarda çok sık ve uzun süre emiyorlar. Emzirirken kollarınızın altına, bebeğinizin sırtına destek şart. Bu amaçla tasarlanan emzirme minderlerinin yerini sağınıza solunuza sıkıştırdığınız yastıklar tutmuyor maalesef. Mini mini bir bebeği emzirmek çok keyifli olsa da, ne kadar omuz ve sırt ağrıtan bir deneyim olduğunu ancak düzenli olarak bebeğini emziren anneler bilir. Hastaneden eve döndüğümüzün üçüncü günü (bir bayram günü idi) iki büklüm olan sırtıma acıyan eşim, emzirme minderi aramaya bayram kalabalığına karıştı. En ideal yastık olmasa da aldığı yastık, Minik Oğuz’u emzirdiğim 14,5 ay boyunca ayrılmaz parçam oldu. Kollarımın altında emzirme yastığına o kadar alışmıştım ki Oğuz’u emzirmediğim zamanlarda bile kollarım sanki o yastık olmadan boştaymış gibi hissediyordum.

Pompa: Hastaneden dönüşümüzün ikinci gecesi. Sabah saat 02:00. Oğuz saatlerdir ağlar, dizde sallanır, battaniyede sallanır, ileri geri sallanan beşiğini sevmez. (Sonradan öğreneceğiz rahatına pek düşkün oğlumuz klasik tarzda sallanan beşikleri severmiş. Annenin göğüsleri yara. Oğuz emmek ister ememez. Karnı aç doyuramaz. Anne bebeği emzirmeli, uykusuzluk hat safhada, göğüsleri emzirmezse patlayacak, bu kadar sese artık komşular kapıya dayanacak. Saat 03:00. Minik Oğuz bir battaniyede, anneanne ve dede sallıyor. O kadar yorgunlar ki koltuğu çekmişler salladıkları battaniyenin altına; ola ki bebek düşerse diye… Anne-baba hastanede süt sağdırıyor. Çünkü evde pompamız yok! Kaşık biberonumuz veya damla ayarlı biberonumuz yok! (Zira çok küçük bebeklerde anneyi emmeyi bırakmasın diye normal biberon tavsiye edilmiyor.) Sterilizatörümüz de yok! Herkes, ‘Herşeyi doldurma eve, gerekli olursa bir koşu gidip alınır’ demişti, bizden başka herkes uykuda. Saat 04:00… Sağdırdığımız sütü, çay kaşığı ile Minik Oğuz’un, kuş yuvasında annesini bekleyen minik serçeler gibi açılan ağzına dökmeye çalışıyoruz. Yarısı dudaklardan içeri, yarısı üstüne. Yuttuğu gazlar cabası. Saat 05:00… Oğuz’un gazını çıkartmaya çalışıyoruz anneanne ile; mutfakta açık aspiratör önünde…Dede arka odada sızmış. Yatak odasına gidiyorum. Minik Oğuz’un babası, kulaklarında pamuk, açılan kapı sesi ile yataktan yere düşüyor. ‘Ne yapıyorsun yerde?’ diyorum. ‘Düşüyorum, uyuyorum’ gibi bir şeyler mırıldanıyor. Yatağa geri çıkmayı düşünemeyecek kadar yorgun. Ertesi güne güç toplaması lazım. Çünkü bayramın ikinci günü, kalabalığa karışıp, emzirme minderi, çeşit çeşit yeni doğan biberonu, sterilizatör, pompa vs vs… almaya gidecek…


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Herşey + Ev Oğuz’un eşyaları ile doldu taştı, yine de ihtiyaç listesi bitmez oldu.

Oğuz’un Annesi Çoook Yorgun… (Baby&You-Nisan 2011)

Sizlere ilk defa ‘Merhaba’ dediğim dergimizin Ağustos sayısında şöyle yazmıştım… ‘Ben bir anneyim. 10,5 aylık Minik Oğuz’un annesi… ‘Bebeğime en iyi ben bakarım’ diyen, zaman zaman evimizde yükselen tam zamanlı bir bakıcı/yardımcı şart sözlerine şiddetle karşı çıkan, yorgun, mutlu, bebeğinin her anını yaşama ayrıcalığını yakalamış, çok şanslı bir anneyim.’
Nisan 2011: Yorgun anne, artık çoook yorgun!

Minik Oğuz; tombiş bacaklı, normalden epey uzun boylu, (koltuğun tepesine çıkıp, kafa üstü inmeye çalışırken olmasa da) yürürken düşme konusunda oldukça temkinli bir bebek olunca, ancak 10 Şubat’tan beri ilk ciddi yürüyüşlerine başladı. 15 Mart’ta 18 ayı dolan oğlum; annesinin Dünya Kadınlar Günü’nü, ‘hadi Oğuz kalk bakalım, alkış alkış’ tezaruhatları olmadan kendi isteği ile yürümeye başlayarak kutladı. Uzun bir emekleme ve hep beraber yerlerde sürünme döneminin sonuna geldik diye Minik Oğuz’un annesi pek sevindi. Zira Oğuz, son zamanlarda çok sevdiği pusetinde bile uzun süre oturmaz olmuştu. Bu nedenle açık hava yürüyüşlerimiz, alışveriş merkezi gezilerimiz de yorucu olmaya başlamıştı.

Geçenlerde İstinye Park AVM’de pusetinde artık tutamadığım oğlumu Starbucks’ın yanındaki kısmen sakin koridora bıraktım. (Bizi alması için babamızı 1saat daha beklememiz gerekiyordu.) Oğuz bu işe bayıldı. Etraftakiler yerlerde hızla emekleyen bu tombişi görünce durup onu sevmeye başladılar. Anneanneler, dedeler ‘hadi hadi yürü tembel’ diye laf atıyor, ilgiden ve böyle geniş bir yerde, soğuk mermerler üzerinde emeklemekten gayet memnun olan oğlum, her geçene gülücükler atıyor, inanılmaz eğleniyordu. Derken karnı burnunda bir hamile geçti yanımızdan. Bir yerlerde sürünen Oğuz’a, bir de bana baktı dehşetle; ‘Sen nasıl bir annesin, pis yerlerde bebeğini süründürüyorsun’ der gibi… Gülümsedim, içimden ‘seni de göreceğiz, aslında göremeyeceğim muhtemelen ama beni hatırlarsın…’ dedim.

Bu arada hastalıklar ve çıkmaya çalışan, ama bir türlü o sevimli damağı yarıp da çıkamayan azılar nedeni ile çok gururlandığımız gece uyku disiplinimiz de bozuldu. Bu da yetmezmiş gibi erkenden doğmaya başlayan güneş, kalın kalın perdelere rağmen odayı aydınlatmaya başladı. Sabah 6:00-6:30 gibi Minik Oğuz güne başlar oldu. Annesi çocukluğunda da sezmezdi erken kalkmayı, öğrenciliğinde de, çalışırken de. Otobüslerde uyuklar, vapurlarda uyuklar, son durak diyen muavinlerin dalga konusu olurdu. (Yolculardan bir Allah’ın kulu da tekne Üsküdar sahiline varınca uyandırmayı düşünmezdi…) Çalışırken de kahvesini içmeden başlayamazdı güne. Hala başlayamıyor.

Televizyon bebekler ve çocukların sosyal ve zihinsel gelişimi için zararlı, biliyorum. (Zaten hiçbir zaman devamlı arka planda TV açık bir hayatımız olmadı, Oğuz’dan önce de, sonra da.) Zira son aylarda sabahları kendimi toparlayana kadar ya da alt değiştirirken eğitim DVD’lerini açmak zorunda kalıyorum. Aksi takdirde Oğuz önde, ben arkada, bezin yarısı açık, popoda kakalar koşturuyoruz salonun ortasında. (Oğuz buna bayılıyor.) Ve sabah 6:30… Oğuz tüm enerjisi ile oyuna hazır. Annesi ise çoook yorgun.

Artık bebeğinin her anını yaşama ayrıcalığını yaşayan, çok şanslı bu annenin kafasında başka sorular var:
Part-time, proje bazlı bir şeyler yapsam?.. Ama;
- 2,5 yıl önce İstanbul’a döndüğümüzde proje bazlı ya da part time iş imkanlarını araştırırken, sizin emeğiniz ile para kazanıp, size sanki bir hobi imkanı vermiş olmanın dayanılmaz hafifliği ile ücret ödemeyen, memleketimin mutlu işverenlerinin ne kadar çok olduğunu;
- Polonya’da yaşarken de yurdumun pek büyük, pek sorumlu şirketlerine danışmanlık yaparken işi layığı ile teslim edip karşılığını alma zamanı gelince, ödemenin ne kadar zor çıktığını görmüş biriyim.
Kitabımı yazmalıyım.
Gezi yazılarımı tamamlamalıyım.
Fotoğraf çekmeliyim.
Uyumalıyım.
Hala veremediğim doğum kilolarımı vermeliyim. Spor yapmalıyım.
Eşime destek olmalıyım.
Uyumalıyım.
Evi hep temiz, düzenli ve Oğuz için güvenli tutmalıyım.
Oğuz’u her gün dışarıya çıkartmalıyım. Giyinip soyunmaktan nefret eden ve bu işlemi bir meydan muharebesi haline getiren adı gibi güçlü oğlumu değiştirirken, giydirirken, yıkarken yorgunluktan bayılacak hale gelmemeliyim. Dışarıya çıktığımızda adım atacak hal bulabilmeliyim.
Uyumalıyım.
Oğlum tezgahları, askıdaki kıyafetleri dağıtmadan alışveriş yapabilmeliyim.
Üstüme başıma bakmalı, 1,5 yıldır bütünleştiğim eşofmanlarımdan ara sıra da olsa kurtulmalıyım.
Oğuz’a kardeş???...
Sinemaya gitmeliyim. (En son 4,5 aylık hamileyken gitmiştim.)

Peki ya çözüm?..
14 aylık oluncaya kadar Oğuz’u bir-iki saat dışında anneanne ve dede dışında kimseye bırakmadık. Onlar da şehir dışındalar. 2 yıldan beri evimize haftada bir temizliğe gelen yardımcımızı Oğuz’dan sonra haftada iki, arada sırada da 3 kez almaya başladık. Baktık Oğuz ile araları çok iyi, evin karşısındaki spor merkezine gittiğimde 1 saat bırakmaya başladım. Oğuz (aslında pek çok bebek gibi) bir saniye arkanızı dönmeye fırsat vermeyen bir çocuk. Baktık gördük yardımcımız da bu konuda bizim hassasiyetlerimiz çerçevesinde hareket ediyor, bir kahve içmeye evin karşısındaki kafeye gider olduk. (…ve bu gidişler bana tatil gibi gelmeye başladı.)

Yardımcımızın günlerini arttırmaya çalışırken kendisinden bir teklif geldi. ‘Aylıklı almayı düşünmez misiniz?’ Atladık teklifin üstüne, Türkiye’ye döndüğümüz 2,5 yıldan beri evimize gelen 7. bayandı ve iki yıldır bizimleydi. Oldukça da cömert bir teklif yaptık. Kabul etti. İki gün sonra artı yol parası, artı sonsuza kadar onu bırakmayacağımıza dair güvence, artı aylarca da tatile gitsek tam maaş vs vs istedi. Kabul ettik, güvence konusunda ‘yarının ne getireceğini bilemeyiz, seninle uzun vadeli çalışmayı istiyoruz, hesapta olmayan bir değişiklik olursa da seni madur etmeyiz kesinlikle’ dedik. Kabul etti. 3 gün sonra vazgeçti; sözünden dönmüş olmanın ve bizi aylardır ‘size ek gün ayıracağım’ diye oyalıyor olmanın mahçubiyetini hiç mi hiç yaşamayarak.

Arkadaşlarımla konuşuyorum. Bakıcıları / yardımcıları için şunları söylüyorlar. ‘İşten geldiğimde 5 dakika bile dayanamıyorum yüzünü görmeye’ ‘Ebru, sen şımartıyorsun, sen ne kadar iyi davranırsan o kadar çıkıyorlar tepene.’ ‘Biraz pis bir kadın ama güvenilir.’ ‘Zaten çocuklara verecek, öğretecek bir şeyi yok, anaokulu zamanı gelinceye kadar idare ediyoruz.’
Aklımdan hiç çıkmıyor Prof.Norma Razon’un söyledikleri ‘0-3 yaş, sihirli yıllar. Telafisi olmayan yıllar…’ Çocuklarımız kimlerin elinde?.. ‘Ben bunu yapmayacağım’ dedim. Sözünden dönen bir insan olmadım hiçbir zaman. Oğluma daha onu doğurmadan önce bir söz verdim: Sana ben bakacağım!..

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Herşey + Herşey + Herşey

Not: Stokke Xplory pusetlerin kendi ana kucağı yok demiştim geçen ayki yazımda. Son gelişme: En sonunda Stokke da İsofixli ana kucağını piyasaya sürdü. Nest ve Joker mağazalarında bulabilirsiniz.

Oğuz ile My Gym Deneyimimiz (Baby&You-Mayıs 2011)

Minik Oğuz’un artan hareketliliği, oğlumuz için yeni yeni aktivite alanları araştırmaya itiyor bizi.
Oğuz ile Ataşehir My Gym’deyiz; 14-22 ay waddlers (???) sınıfında:

Zar zor 1 saat öğle uykusu uyuyan oğlum, o gün 2 saat hiç uyanmadan uyuyunca zor yetişiyoruz deneme dersimize. Yerde halka olmuş gruba katılıyoruz. (8 çocuk ve 8 anne ile sınırlı kontenjan biraz aşılmışa benziyor.) Oğuz, ağzı bir karış açık, şaşkın şaşkın etrafı izliyor. El kol hareketleri, arada kısa bir ‘Kırmızı Balık Gölde’ derken cıstak cıstak bir müzik yayını başlıyor… Kimi zaman Oğuz’un kulaklarını rahatsız olmasın diye kapamama neden olan müzik 50 dakika daha yayında ve kulaklarımda bir çınlama olarak bütün gece yatağımda. Hemen görevli ablalardan birine kıstırıyorum müziği. ‘80 db üstü küçük çocuklarda duyma kaybına neden olabilir, bu ses ise neredeyse iki katı…’ diyerek. Abla şaşkın bir ifade ile yüzüme bakıyor, ‘…Kısalım öyleyse...’ diyor. 5 dakika geçmeden ses yine açılıyor.
Merak ediyorum?
Bebekler için düzenlenen bir oyun alanında gece kulübünü aratmayan yükseklikte ve tarzda bir müzikten benden başka neden kimse rahatsız olmaz?

- Mekanın sahibi; ‘Çok haklısınız, ben de çok rahatsız oluyorum, ama ablalarımız, ağabeylerimiz alışıklar bu sese, farkında olmuyorlar?’

- ‘Ablalar, ağabeyler diskoda çalışmak ile bebek ve küçük çocuklara eğitim, spor,sosyalleşme vs… ortamı sağlayan bir yerde çalışmak arasındaki farkı bilemiyorlarsa neden buradalar? Siz nasıl buna izin veriyorsunuz?’

- ‘Size bedava bir deneme saati daha verelim, haftaya yine bekleriz?’

- ‘Hiç zannetmiyorum.’
Ve…. şarkılar neden İngilizce?.. Neden çocuk şarkıları değil?..
Neden burası bu kadar pis kokuyor?
Neden bu kadar sıcak? (Açıklama: Kaloriferciyi çağırıyorlarmış ama gelmemiş.)
Neden bu kadar sivri yer var?
Tahtadan üstünde zıplayınca yaylanan rampalar neden kıymık kıymık? (Her şeyin nasıl çalıştığını mutlaka öğrenmek güdüsünde olan sevgili oğlum, neden elini devamlı rampanın yayının arasına sokup duruyorsun?)
Paket süsü olarak kullanılan rafyalardan buketler yapıp o cıstak cıstak müzik eşliğinde tavandan sallandırıp çocukların çekiştirmesini istemenin kime ne gibi bir faydası var? (Bak işte çocuk söktü onu ve boynuna dolayıp koşturuyor, diğeri de rafyaların katlarını ayırıp her tarafa saçıyor. Allah’tan Oğuz’un yerde bulduğu şeyleri annesine verme gibi bir huyu var. Daha doğrusu ona böyle bir alışkanlık kazandırdık, geçen yıl ağzından çıkarttığımız kabak çekirdeği sonrası.)
Neden üzerine binilecek atları, arabaları o tahta merdivene kalın iplerle bağladınız? Çocuktur üstüne çıkmak ister (ki o yüzden buradalar), ayakları tahta merdivenin arasına sıkışır diye neden düşünmezsiniz? (Sevgili oğlum, sana çok güzel bir bisiklet aldık, üzerine çıkmak istemezsin, burada merdivenin arasından ayaklarını kurtarıp o dandik ata çıkacağım diye bileklerini kıracaksın haberin yok.)
Hangi akla hizmet bu merdiveni (ve üzerine bağlı arabalar ve atları) tavandan sarkan başka bir mekanizmaya bağlar ve çocukları bunun üzerinde sallarsınız? Kanımca annelere ‘Çocukları dikkatli tutalım.’ demek akıllıca bir önlem olmasa gerek. (Altını çiziyorum: Çocuklar bir emniyet kemeri ile falan bağlı değiller.)

Adı üstünde My Gym: Spor saati başlıyor. Başka jimnastik aletleri çıkıyor meydana. Adı nedir bilmem, hani bir çubuğa tutunursunuz, ayaklarınız havada sallanırsınız. Görevli ağabey gelip kucakladığı gibi götürüyor Oğuz’u, peşlerinden koşturuyorum. Çubuğa ellerini tutturuyor, ‘Yok artık tabi ki bırakmaz Oğuz’u, yok canım o kadar da olmaz(?)’ derken Oğuz’u bırakıveriyor, çevikliği ile pek ünlü olmayan annesi oğlu için çok çevik bir hareketle düşmeden yakalıyor oğlunu. Oğuz şaşkın, korkmuş, ‘Neden?’ diyen bir ifade yüzünde ve annesinde de aynı ifade: ‘Neden, 18 aylık bir çocuğa böyle bir şey yaptırılır? ‘Doktorlar kollarından bile tutup sallamayın çocuklarınızı, kaslarının hazır olmadığı hiçbir harekete zorlamayın, diyorlar.’ diyorum. Biraz korku ile biraz da ‘…amma da korumacı bir anne…’ diyerek uzaklaşıyor ağabeyimiz yanımızdan, ilerleyen dakikalarda da ters takla vs. attırmak için bizim yanımıza hiç uğramıyor.

Oğuz neleri sevdi? Bir ucundan girip diğer ucundan çıkacağı yumuşak silindiri, içindeyken annesinin silindiri yuvarlamasını ve salıncakları…
Salıncaklar deyince: Ergonomik, emniyet kemeri olan, (tavandaki kancalar sağlam ise) gayet güvenli gözüken salıncalar çıktı ortalığa. Çocuklar sıra ile 5’er dakika bineceklerdi. Oğuz ile sıramızı bekliyoruz. Annelerden biri 2. tura geçilince çocuğunu indirmek istemiyor:
‘Ama çok mutlu oldu, çok sevdi salıncaklarıııı.’
‘Ama sırada diğer çocuklar var. Herkes bir defa binecek, sonra salıncaklar kalkacak, başka oyuna geçilecek…’
‘Yok yok, inmeyelim, bir tur daha bineliiiim.!
Sırada bekleme alışkanlığı olmayan, başkasının hakkına pek de saygı duymayan, nedense her şeyin kendi hakkı olduğuna inanmış bir toplumun tohumları salıncaklarda atılıyor diye düşünmeden edemiyor insan.

Kurallar ‘tanıdık’ için bozulunca?
3-4 yaşında olduğunu tahmin ettiğim çocuk neden 14-22 ay grubunun içinde ve neden zorunlu olduğu halde annesi veya babası başında değil? (Sorunca anlıyorum ki görevli ablalardan birinin tanıdığı/akrabası) Belli ki anne çakmış çocuğu tanıdık/akraba torpili ile My Gym’e, kendisi bir yerlerde. Çocuğunuz kendinden çok küçük çocukların kafasına küpleri atmayı oyun sanıyor ve bundan çok büyük haz duyuyor. Çocuklarımızın seçme ve seçilme hakkı kazanacak yaşa geldiğinde kendiliğinden mi öğreneceğini umut ediyoruz doğruyu ve yanlışı, başkalarına saygıyı, grup içinde uyumu? Yoksa umut bile etmiyoruz, güçlü (?) olan kazanır mı diyoruz? Hatta bununla övünüyor muyuz acaba?...
Orada engelli bir bebek ve annesi var. Kadıncağız kucağında tutuyor, kollamaya çalışıyor çocuğunu atılan toplardan, küplerden. Kim bilir nasıl sızlıyor içi? Yorgunum, yorgunluğuma yorgunluk, stres ve kulak çınlaması katıyor My Gym’de geçen 50 dakika. Akşam eşime anlatıyorum yorgunluğumu, sinirimi… İçim burkuluyor o kadıncağızı ve yüzündeki kaderi ile barış yapmış yorgun, buruk gülümsemeyi hatırlayıp…

Not: Bu arada My Gym’in orijinal DVD’sini almış eşim. Çok hoş çocuk şarkıları öğrendik. Beraberce güzel hareketler yaptık. (Yine de baharı hasretle bekliyoruz, en güzel egzersiz açık havada kargaları kovalamaktır diyerek…)
Her şey mi laçkalaşıyor güzel memleketimde?.. Bir ‘isim hakkı almak’ uzman mı yapıyor kurumları? Nerededir güzel memleketimin denetim mekanizmaları? Bu kadar mı değersiz çocuklarımız?

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Çocuklara ne kadar az önem veren bir toplum olduğumuzu anladım.









Yüksek sesten kaçınalım!
Tehlikeli:
• 150 dB = rock müziğin tavan yaptığı zaman
• 140 dB = uçak motoru
• 120 dB = ambulans sireni
• 120 -140 dB = motosiklet
Çok yüksek:
• 105 dB = helikopter
• 100 – 115 dB = maksimum seviyede dinlenen iPod’lar
• 100 dB = gece kulüpleri
• 90 dB = çim biçme makinası, metro, gürültülü oyuncaklar
• 80-96 dB = lokantalar
• 80 dB = şehir trafiği
• 70 dB = elektrik süpürgesi
Normal ses seviyesi:
• 60 dB = normal bir konuşma
• 35 dB = fısıltılı konuşma
Duyma kaybına neden olabilecek ses seviyeleri:
• 110 db ve üstü bir ses kaynağına düzenli olarak 1 dakikadan fazla,
• 100 db bir ses kaynağına 15 dakikadan fazla maruz kalmak duyma kaybına neden olur.
• 85 db üstü herhangi bir ses kaynağına uzun süreli maruz kalmak zaman içinde duyma kaybına neden olur.
Kaynak: www.childrenshearing.org

Oğuz okulda 2...(Baby&You - Şubat 2012)

Okuyucularımızdan gelen e-postalar beni çok mutlu ediyor. Yönlendirme isteyen, bilgi soran sevgili annelere elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum. Biz anneler birbirimizi anlıyoruz; çünkü farklı farklı çatılar altında benzer sorunları yaşıyoruz. Hepimiz çocuklarımız için her konuda en iyisini isteyip, bazen bunu nasıl sağlayacağımızı bilemiyoruz. İnternette şöyle bir gezindiğimde çocuk eğitimi konusunun kimi zaman cahilce, kimi zaman da reklam amaçlı ne kadar sömürüldüğünü ve ne kadar yanlış yönlendirmeler ile dolu olduğunu gördükçe üzüntü ve kızgınlık karışımı bir duygu yaşıyorum. Bu yüzden en azından bu işe kendini adamış ve sayfasına koyduğu bilginin, paylaşımın sorumluluğunu taşıyan ve herhangi bir markanın, sistemin tanıtımı, menfaati kaygısı da taşımayan bir anne olarak artık Oğuz, sosyal medyada. Ebruverimliyuksel.blogspot.com’da dergimizde birbucuk yıldır çıkan tüm yazılarımızı, e-posta yolu ile bana gondermis olduğunuz konuları ve sorularınıza cevapları bulabileceksiniz.
Eşime çok teşekkürler... ‘Madem bu kadar şikayet ediyorsun, kendi yaşadığın zorluklardan, sistemin hatalarından, eğitim sisteminden, sistemsizlikten, çocuk kitaplarının, çocuk yayınlarının özensizliğinden,sorumsuzluğundan, ondan bundan şikayet ediyorsun; öyleyse sesini daha geniş bir kitleye duyur, sen doğru olanı yap!’ dedi. Baktım ki sizlerden destek de çok güzel, artık biraz daha sorumluluk alma vakti gelmiş ve hatta geçmektedir...

Okul konusunu sayfalarımıza taşıdığımızdan beri gelen e-postalar eğitim konusunda ne kadar hassas ve ne kadar kaygılı olduğumuzu bir kere daha gösterdi bana. Eğitimle devam ediyoruz. Ne de olsa çocuklarımız bizim geleceğimiz ve eğitim de geleceğimizin nasıl olacağının habercisi.

Erken yaşta İngilizce / yabancı dil eğitimi:
Bu konuda uzmanlar, önce anadilin tam anlamı ile oturmasını, daha sonra yabancı dile geçilmesini öneriyorlar. İstanbul’un koşullarına gelince ise durum değişiyor. Daha kendi dilini konuşmaya başlamadan oyun gruplarında, yuvalarda İngilizce başlıyor.
Oğuz, 2 yaşında. (2 yaş, 4ay) Bizim bu dönemde İngilizce öğrenmeli diye hiçbir kaygımız ve gayretimiz olmadı. Pedagogumuzun yönlendirmesi ve pekçok araştırmamın da aynı yönde olması sonucunda ‘Önce anadili oturmalı!’ ekolünü takip ettik.
Şimdi okuyacaklarınız tezat gibi gelebilir... İstanbul’un koşullarında, aradığımız özelliklerin pek çoğunu bulduğumuz, taviz veremeyeceğimiz ‘olmazsa olmaz’lar konusunda içimizin çok rahat olduğu okulumuzda, ikinci öğretmenimiz yabancı ve çocuklar ile İngilizce konuşuyor. Türk öğretmenin sınıftaki rolü daha fazla. Eğitim programı hem Türkçe, hem İngilizce işleniyor. Örneğin bir haftanın konusu yağmur, sonra kar, şimdi şekiller ve renkler... Tüm konular bir bütün halinde, resimlerle, deneylerle, yaşayarak, oyunlarla ve onu destekleyen şarkılar ile işleniyor.
Her haftanın İngilizce ve Türkçe bülteni e-posta ile velilere gönderiliyor; yapılan deneyler, şarkılar, kaynak kitaplar, ‘biliyorum, merak ediyorum, öğrendim’ tabloları... Ayrıca her gün iletişim defteri ile iki öğretmenimizin de o gün Oğuz ile ilgili olarak bizimle paylaşmak istedikleri...

Oğuz ve yabancı dil...
Miss Michel; Oğuz’un ikinci öğretmeni. O, İngilizce konuşuyor çocuklarla. Oğuz’un muhteşem diyalogları var Miss Michel ile.
‘Oğuz, we put our toys behind us when we are eating.’ (Oğuz, oyuncaklarımızı yemek yerken arkamıza koyuyoruz.)
Hııı?..
‘Oğuz, we put our toys behind us when we are eating.’
Hııı?..
Son zamanlarda Oğuz’un İngilizce iletişimi ‘Hııı?..’nin ötesine geçiyor...
Geçenlerde uzun uzun bir el yıkama seansından sonra Miss Michel musluğu kapatınca ‘No,no’ demiş. Şimdi evde ya da okulda istemediği her şeyde ‘no, no’! Bu hafta da evde babasına ‘No papa, no!’ demeye başladı, çok sevimli olduğunun gayet farkında olarak.
Geçen hafta her bahçe saati sonrası ve/veya yemek saati öncesi el yıkamaya giderlerken söyledikleri İngilizce şarkıyı öğretmeni ile beraber söylemiş. (Let’s go wash your hands, wash your hands.../Haydi elleri yıkamaya gidelim...)
Okula başlayalı 2 ay oldu ve şimdi Miss Michel’in dediği pekçok şeyi anlıyormuş gibi gözüküyor. Arkasından da ‘Misi, Misi, Pisi, Pisi’ diye dalga geçiyor; gülmemeye çalışıyoruz tabi ki; ama inanılmaz sevimli oluyor. Geçen gün televizyonda İngilizce konuşuluyordu. ‘Oğuz, ne diyorlar?’ dedim. ‘Bilmeeem.’ dedi. ‘Peki başka kim böyle konuşuyor?’ dedim. ‘Misi’ diye cevap verdi.
Küçükken İngilizce veya Fransızca duyduğunda komik komik taklitler yapar, çok gülerdi. Arabada seyahat sırasında navigasyon aleti İngilizce yolu tarif ederken, o da ‘bla, blu, abala, gubala...’ gibi komik sesler çıkartır, kendisi de güler, bizim de gülmekten kırıldığımızı görmenin hazzını yaşardı sanki. İlk defa Cenevre’de sahilde dolaşırken kaldırıma oturmuş iki adamın Fransızca konuştuğunu gördüğünde (ki bu geçen yazdı) diplerine kadar gidip uzun uzun dinlemiş, sonra adamların burnunun içine kadar girip‘Hııı?’ demişti. Şimdi en azından dünyanın farklı yerlerinde, insanların anlaşmak için harfleri farklı şekillerde bir araya getirip, farklı sesler çıkardıklarını kavramış gibi gözüküyor.

Biz açıkçası hiç bir zaman Oğuz’a yabancı dilde kitap, masal okumadık. Bunun da garip olduğunu düşündük. Zaten sayfamızı takip edenler bilir, her yerde şarkıların İngilizce olmasından, çocuğun daha kendi dilini ve kültürünü tanımadan yabancı dile bu kadar maruz kalmasına (ki dil, kültür transferini de peşi sıra getiriyor) karşıyız. Gittiğimiz anaokulunda ise iki dilin iyi bir şekilde dengelendiğini ve en azından anadilin eğitimde baskın dil olduğunu düşünüyoruz.

Bir de belli bir temele, sisteme dayanmadan verilen İngilizce eğitimi var. Bir arkadaşımızın kızı devlet okuluna gidiyor. Normalde müfredatlarında İngilizce eğitimi yokmuş. ‘Ama öğretmen o kadar hevesli ve çalışkanmış ki diğer derslerden zaman ayırıp İngilizce ders işliyormuş.’ Çok beğenilen öğretmen, İngilizce öğretmeni değil, kendisi de çok iyi İngilizce bilmiyormuş galiba; ama çok gayretli imiş... Sayıları, renkleri, günleri ezberletiyormuş... Çocukların 6 yaşında zengin bir kelime hazinesi olmuş... Arkadaşım bu durumdan pek memnun. (O da İngilizce bilmiyor; ama çocuklarının eğitimi konusunda çok hırslı, çocuklarını evde İngilizce çalıştırıyor... Ama çocuğu tostunun kağıdını yere attığında herhangi bir sorun görmüyor ortada.)
6 yıl anadolu lisesinde ikinci dil olarak Almanca okumuş, ama konuşamayan biri olarak, bizim çocukluğumuzdan (ki üzerinden malesef çok zaman geçti) bu zamana güzel ülkemde bu konuda da pek bir gelişme olmadığını görmek ne üzücü...

Müzik kaldı bir başka aya... Konularımız çok. Sizden gelen istek konular da var. Hepsini inanın okuyorum ve gündeme alıyorum. Bu sayfada yetişemediğimiz konular ile ilgili olarak Oğuz ile bloğumuzdan ve Twitter’dan bizi takip edebilirsiniz.

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + En sonunda ‘ben bile’ sosyal medyacı oldum.

Oğuz okulda... Oguz is at school... (Baby&You - Ocak 2012)

Kasım, aralık ayları ailemiz için pekçok değişikliği beraberinde getirdi. Babamız yeni bir işe geçti, evimizi taşıdık, Oğuz sonunda okullu oldu, 2 ayda 4 yardımcı değiştirdik ve seneyi soğuktan ve son iki ayın hayli yorucu temposundan kaçarak bir haftalık sıcak bir tatille noktaladık. Daha doğrusu, Oğuz ile ben tatil yaptık, babamız bütün gün çalıştı... İnanılmaz ama gerçek, bu tatil Oğuz ile gerçek bir tatil oldu. Ama en önemlisi, Minik Oğuz artık resmen ‘okullu’ oldu...

Oğuz okulunu çok sevdi; okulunun kocaman bahçesini ve gerçekten güler yüzlü, sıcacık öğretmenlerini ve arkadaşlarını... Geçen hafta tatil için 1 hafta okulu kaçırdık malesef. Her gün unutmasın diye Oğuz’a sorduk: ‘Oğuz, okulunu özledin mi?’ ‘Eveeeek.’ ‘En çok neyi özledin?’ ‘Bahçeee....’ ‘Öğretmenlerini, arkadaşlarını özledin mi?’ Heyecanla; ‘Eveeeek!’
Bu son hafta ‘Eveeee!..’ oldu ‘Eveeeek!...’ Bakalım ne zaman olacak ‘Eveeeet!..’?
Bu kadar severek gittiği okulundaki ilk günümüzde, el tutmaktan hiç mi hiç hoşlanmayan özgür ruhlu oğlum elime, daha doğrusu iki parmağıma öyle bir yapıştı ki, 30 dakikalık bahçedeki karşılama ve oyun zamanında elimi kurtarabilene aşkolsun. Bu ne kuvvet, bu ne anneye bağlılık, parmaklarıma kan gitmedi valla. Kum havuzuna gidiyoruz beraber. Arkadaşları da orada, öğretmenleri orada. Kumla oynamayı çok seven oğlum, bir türlü parmaklarımı bırakıp girmiyor dev kum havuzuna. Arkadaşı Emre neyse ki bir tırmık uzatıyor ona. Herhalde birkaç dakika boyunca o tırmık havada asılı kalıyor; ne Emre bıkıyor uzatmaktan, ne Oğuz bu şaşkın bakışmayı kesip uzanıp alıyor tırmığı. Sonra anne ve öğretmeni devreye giriyor; ‘Oğuz, bak ne kadar şanslısın. Arkadaşın sana oyuncak veriyor. Alsana tırmığı, hadi oturup kum havuzuna beraber oynayın.’ Binbir nazla alıyor Oğuz tırmığı. ‘Anneee, otuu!’ diyor kum havuzunu göstererek, annenin aklı uyuşan parmaklarında ... Neyse ki Oğuz da en sonunda kum havuzuna girip elinde az önce Emre’nin uzattığı tırmık, ciddi, şaşkın, ağzı açık, alt dudak sarkmış bir vaziyette etrafını inceliyor uzuuun uzuuun.

Okula giriyoruz. Montları çıkartıp, ayakkabıları değişip, el yıkama zamanı. El yıkamayı o kadar seven oğlum; yeşil, kurbağa şeklindeki sevimli lavabolara rağmen, pek bir çekingen. Yine annesine yapışık. Su kapanınca ‘Bi daha, bi daha!!!’ diye ortalığı yıkan oğlum sessizce, etrafını inceleyerek ellerini yıkıyor...
Sıra kahvaltıda. Bardalarda ılık ballı ıhlamur, tabaklarda peynir, simit, zeytin... Oğuz, hemen cam bardağa saldırıyor tabi ki. Zira evde, yolda, her yerde biberondan veya suluktan içiyor suyunu, sütünü hala. Arada bir, bizim gözetimimizde içiriyoruz cam bardaktan, pek bir seviyor. Tabi yarısı ağzına, yarısı üstüne başına. Aynı durum sınıfta da tekrarlanınca Oğuz’un sınıfındaki tek erkek arkadaşı Emre, ‘Aaa, sen bardaktan su içmesini bilmiyorsun.’ deyiveriyor. Oğuz’un umrunda değil bu yorum (galiba); ama ne yalan söyleyeyim annesi biraz bozuluyor.

Sonsuz bir peynir yeme potansiyeli olan Oğuz, bütün sınıfın peynirlerini bitiriyor neredeyse. Sıra sokak simidine gelince ağzına alır almaz ‘Sert’ deyip, çıkartıveriyor. Anne, oğlu aç kalmasın diye çaktırmadan simitlerin içini çıkartıp çıkartıp aralarda ağzına tepiştiriyor.
Sıra zeytinde. Zeytini bu zamana kadar omletinin içinde küçük küçük doğranmış olarak yiyen oğlum, sanki hiç görmemiş gibi ‘Bu ne? Bu ne?..’ diye soruyor. Tabi annesi soran gözlerle bakan öğretmenlerine küçük bir açıklama yapıyor. ‘Biz hiç çekirdeği ile zeytin vermedik de Oğuz’a...’
Neyse ki kahvaltı bitip, sevimli bir sınıf yoklaması ve karşılama şarkısından sonra sırada sanat dersi... Dersin öğretmeni geliyor sınıfa. Elinde bir kukla, tabağında sebzeler (havuç, pırasa, maydanoz vs...) Bu haftanın konusu ‘sağlıklı beslenme’. Tabağı masaya koyuyor ve ‘Hadi bakalım besleyelim kuklamızı.’ Diyor öğretmeni. Bütün çocuklar sandalyelerinde, Oğuz ise sevinçle masanın üzerine çıkıyor ve ‘nam nam nam...’ diye maydanozlara saldırıyor!
Veee... bahçe zamanı. Bahçede arkadaşları ile mutlaka belli bir mesafede, kendi kendine takılıyor Oğuz, arada bir ‘anne, anne’ diye annesini kontrol ederek. Kedileri ve kuşları kovalıyor her zamanki gibi. Mevsim sonbahar, yapraklar dökülmüş. Oğuz için bir cennet, kuruyan yapraklar üstünde zıplamak, onları havaya savurmak. Bu arada öğretmenleri hep Oğuz’u da oyunların içine katma gayretindeler. (Neyse ki ikinci gün yakalamacılık oyunu ile Oğuz arkadaşlarının arasına katılmaya başlıyor.)
Sınıfa dönme vakti... Gel gelelim açık havayı pek bir seven ve dışarı çıktığında 2 saatten önce eve girmemeye alışkın olan oğlum, kedilerden, kuşlardan ve kurumuş yapraklardan ayrılmak istemiyor. Ağlamıyor, mızmızlık yapmıyor, olay çıkartmıyor; sadece sınıfa giriş şarkısı ile okul kapısının önünde sıra olan arkadaşlarını, her türlü sevimlilikle Oğuz’u içeri sokmaya çalışan öğretmenlerini ve peşinde koşan annesini duymamazlıktan, görmemezliken geliyor son derece ‘cool’ bir eda ile. Oğuz’a istemediği bir şeyi yaptırmak, deveye hendek atlatmaktan daha zor bir şey. O ilk gün ve takip eden diğer günlerde en son bahçede kalan hep Oğuz. Başlarda peşinde annesi, sonraları anne daha geri planda, öğretmeni peşinde, en sonunda Oğuz ancak kucakta okula giriyor.
El yıkama vakti... Zira birazdan öğle yemeği gelecek sınıfa. Bir bakıyorum; oğlum kollarını sıvamış, uzatmış süzülen bacaklarına rağmen hala yumuk yumuk olan ellerini; bir yanında bir kız arkadaşı, diğer yanında öteki kız arkadaşı Oğuz’un ellerini yıkıyorlar. Oğlum sessizce izliyor bu işlemi. Bir başka bahçe molasında bu arkadaşları yere dökülen yaprakları kum havuzundaki kumlara sarıp dolma diye yediriyorlar oğluma. (Oğlan annesi olmak farklı mı kız annesi olmaktan gerçekten? Zira ben hep kız beklemiş bir anneyim; ama pek bir hoşuma gidiyor bu sahneler nedense.)
Yemek zamanı... Oğuz bir tülü sandalyesinde oturmuyor. Sınıfta bir oyuncak ambulans, sanki kendi ambulansı yokmuş gibi onu elinden düşürmüyor. Herkes sandalyede, bir şekilde yemeğini yiyor (yemeğe çalışıyor); benim oğlum yatmış yere, elinde ambulans, ‘noni, noni, noni...’ diye oynuyor.
Bir başka kahvaltı... Bu sefer içecek taze sıkılmış portakal suyu, omlet ve ekmek. Omletini gayet güzel yiyor Oğuz. Sonra ekmeğini alıp portakal suyunun içine koyuyor; daha doğrusu çatalı ile tepiyor bardağın içine. Sonra da yumuşamış ve turuncu olmuş ekmeği çatalı ile ‘nam nam nammmm...’ diyerek büyük bir iştahla yiyor. Akşam evde babamıza anlatıyorum Oğuz’un marifetlerini. ‘Peki, öğretmeni ne dedi?’ diyor. ‘Sence?’ diyorum. ‘Oğuz, ekmeğimizi böyle yemiyoruz, portakal suyumuzu bardaktan içiyoruz...?...’ falan demiştir diye tahmin yürütüyor. Oğlumun sevgili Özge Öğretmeni ise; ‘Aaaa... Oğuz, ne kadar ilginç bir deney yaptın? Peki nasıl oldu tadı?’ diyor!
Bu noktada, okul konusunda gerçekten iyi bir seçim yapmış olmanın rahatlığı içimi sarıyor.
(Teşekkürler Özge Öğretmen.)

İki hafta boyunca anne-oğul okulda gerçekten çok güzel vakit geçiriyoruz; ama hala beraberiz! Anne hala yoruluyor. ‘Haftada 3 gün, 5’er saatlik kendi zamanı olacak’ hayali olmayacak galiba... Sonra bir sabah Oğuz’un şurubunu unutup gidiyoruz okula. Öğretmenine söyleyip yakın bir eczaneye gidiyorum şurup almaya. Geldiğimde sınıf kapısının camından içeriye bir bakıyorum. Benim azman oğlum sandalyesine oturmuş, elinde başka hiçbir oyuncak yok, kahvaltısını yapıyor güzel güzel. Müdür Hanım, ‘İsterseniz gidebilirsiniz, Oğuz çok uslu duruyor. Eviniz de yakın, eğer sizi çok ararsa telefon ederiz, gelirsiniz’ diyor. Bilse ki bana dünyaları veriyor.
Sevinçle eve gidiyorum. Evde temizlik! ‘Yalnız kalmalıyııııım!..’ Belki bir başka yazımızın konusu 1 ay süren Filipinli yardımcımız bir muhabere edası ile temizlik yapıyor. ‘Ya bu Filipinliler sessiz, sakin, varlığını bile evde hissetmediğiniz insanlar degiller miydi?’
O gün bu gündür Oğuz’u okula bırakıyorum, 5 saat sonra gidip alıyorum. Şimdi Filipinlimizi de gönderdiğimiz için eski usul evimiz sessiz, sakin. Evde sessizliğin tadını çıkartıyorum.

Bugün (21 Aralık)... Oğuz’u 45 dakika erken getirdim okula. Babamız işe giderken bıraktı bizi. ‘Sınıfta saat 9:00’a kadar oynayabilir miyiz?’ diye izin alalım dedik öğretmenimizden; çünkü dışarıda yağmur yağıyordu. Özge Öğretmen, ‘Oğuz sen hiç öğretmenler odasını görmedin. Benim orada biraz işim var. Gelip bana yardım etmek ister misin?’ dedi. Oğuz da annesini öptü, öğretmeninin elinden tutup ardına bile bakmadan öğretmenler odasına doğru yürüdü. Annesi ise yağmur altında Bebek’e kadar yürüdü, üşüdü, ıslandı. Böyle bir Cenevre gününü hatırladı. Oğuz o zamanlar yoktu. Ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Anne mutlu, Oğuz mutlu, Özge Öğretmen sayesinde şu anda bu satırlar yazılıyor...

Oğuz ile deneyimlerimiz, müzik ve İngilizce konusu şubat sayımızda. Mutlu yıllar!..
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Kafamda, yüreğimde daha önce pek tanışık olmadığım bir soru; ‘Yeterli miyim?’

Oğuz’a okul arıyoruz...2 Choosing School for Oguz... (Baby&You - Aralık 2011)

Oğuz, 2 yaşını doldurdu... Bu yıl, en azından haftanın birkaç saati gönderebileceğimiz bir yuva; seneye için de tam gün gidebileceği ‘okul öncesi’ araştırmalarımız başladı. Sonunda 3 yaş sonrası için içimize sinen bir okula kaydımızı yaptırdık. Bu yıl için de aralık başında başlamak üzere haftada üç yarım gün gidebileceği bir okul bulduk Oğuz’a. Bu süreçteki araştırmalarımızı ve deneyimlerimizi sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz...

Çevremizden duyduklarımız... Kulağımıza küpe ola...
Bir arkadaşım 4 yaşındaki oğlunu, sınav/test başarısı ve her öğrenci ile tek tek ilgilenmeleri ile övünen ünlü bir okulun okul öncesine gönderiyor. Ücret yıllık yaklaşık 24.000TL! Sınıf mevcudu 24. Öğretmen sayısı 2. ‘Doğru düzgün müzik dersi yok, spor yok, birşey öğretmiyorlar. Gezileri yok, öylesine oynayıp oynayıp geliyor çocuklar.’ diyor yabancı anne. Oğlunun öğrenmeye çok hevesli bir çocuk olduğunu, çocuğun okulda pek birşey yapmadıklarından şikayet ettiğini söylüyor. Öğretmeni ile konuşmuş. ‘Daha çok şey yapmak, öğrenmek istiyor, biraz sıkılıyor.’ demiş. Öğretmenin cevabı: ‘24 çocuğun hepsi ile tek tek ilgilenmemiz mümkün değil. Ortalamaya göre bir eğitim vermek zorundayız.’ Konu SBS, herhangi bir sınav, yani ölçülebilir başarı(?) olunca boy boy reklamlar verip, her öğrenci ile tek tek ilgilenme sözü veriyorlar ama!

Haziran sayımızda bahsetmiştik: Malesef bütün gün televizyonun açık olduğu kreşler, ana okulları var... Çocuğumuzu, evde (çoğu zaman) eğitimsiz, cahil bir yabancı ile bırakmayalım, iyi bir eğitim alsın, sosyalleşsin, yeteneklerini keşfetsin diye dehşet paralar dökerek kreşlere, ana okullarına gönderiyoruz. Öğretmenler ise farklı sınıflardaki çocukları bir odaya toplayıp açıyorlar TRT Çocuk’u… Kendileri de boş kalan sınıflarda muhabbette. Okul ismi vermiyorum; ama bir akrabamız maalesef böyle bir okula gidiyor. Baba, defalarca uyarmış öğretmenleri. Öğretmenlerin açıklaması ‘Çok yaramazlık yapıyorlar; başka türlü baş edemiyoruz.’ oluyormuş. ‘Baş edemiyorsan belki de kreş, anaokulu öğretmeni olmayacaksın!’ demeden geçemiyorum.

Komşularımıza, arkadaşlarımıza soruyoruz. Siz, nereye gönderiyorsunuz çocuğunuzu? Neden burayı seçtiniz? Memnun musunuz? Aynı okul hakkında farklı kişilerden, çok farklı yorumlar duyabiliyorsunuz. Ataşehir’de otururken bir arkadaşım anaokulu müdürü arkadaşının anlattıklarını paylaştı benimle, okulun ismini gizli tutarak. Bu yıl başka bir okula geçmiş müdürü. Eski okulunu yerden yere vuruyormuş. Sormadan edemiyorum: ‘Peki sizin okul müdürü olarak hiç mi sorumluluğunuz yoktu? Bir şeyleri daha iyiye götürmek için hiç mi insiyatifiniz yoktu o okulda çalışırken?’


Oğuz için seçtiğimiz okullar...
Kasım sayımızdaki ‘Okuldan neler bekliyorum?’ başlığı altındaki maddelere uygun olduğunu düşündüğümüz 2 okul seçtik. Biz de pek çok anne-baba gibi okula gitmek için bu ürkütücü trafikte küçücük bir çocuğun uyku saatinden, oyun saatinden çalıp hırpalanmasını istemedik. Evimizi seçtiğimiz okullara yakın bir yere taşıdık.

Bu yıl gideceği okul kendi semtimizde, mezun olduğumuz üniversitenin kurmuş olduğu bir anaokul. Bu yıl, 3 yarım gün gidecek Oğuz bu okula. 3 yaşını doldurduğunda ise ilkokuluna da devam edeceği başka bir okulun okul öncesine başlayacak. (Maalesef bir yıl öncesinde ön kaydını yaptırmanız ve ciddi bir ön kayıt ücreti ödemeniz gerekiyor.) (Seneye için herşeyi bugünden planlıyoruz anlayacağınız. Bu arada anneannemin bir sözü geliyor aklıma: İnsan plan yapar kader gülermiş...)
Bu iki okulun diğer okullardan farkı neydi?
- Öncelikle güvenli, temiz, düzenli bir ortam
- 3-6 yaşın; müzik (ritim, dans vs...), spor, sanat temellerinin atılması, yeteneklerin keşfedilip, ortaya çıkartılması için önemli bir dönem olduğunu düşünen bir anlayışa ve bu doğrultuda bir eğitim programına ve ortama sahip olmaları
- Çocukların okul saatleri sırasında belirli bir düzen, disiplin içerisinde olmaları
- Sınıf mevcudunun az olması ve her sınıfta yetkin olduğunu düşündüğümüz iki öğretmenin olması. (Örneğin bu yıl gideceği yuvada Oğuz, 7. öğrenci olacak ve biri yabancı, biri Türk iki öğretmeni olacak.)
- Geziler, açık havada zaman geçirmek, doğa, doğaya saygı eğitimlerinin önemli bir parçası (gibi gözüküyor.)
Neler bize garip geldi?
Aralık ayında başlayacağı okulda Paskalya kutlaması yapılıyor. Yabancı bir okul veya yabancıların çok tercih edecekleri bir okul değil burası. Eee, burası da Türkiye sonuçta. Oğlum annesinin her daim hasretle andığı İsviçresi’nde okusaydı da, Paskalya kutlayacaktı. İstanbul’da, kendi topraklarında yaşarken de kendi kültüründen olmayan bir kutlama yapacak gibi gözüküyor.
Evet tabi ki, 23 Nisan’ı da kutluyorlar. Bahçesinde Atatürk heykeli de var. (...ki benim çok hoşuma gitti. Bu dönem için büyük lüks doğrusu.) Tabi ki kötü birşey yok Paskalya çöğreği yapıp dağıtmakta. Ama ne bileyim, aşüre yapıp aşure dağıtılsa (ki öğretmenler için hayli zahmetli bir organizasyon olurdu bu:), kandil günlerinde helva yapılıp dağıtılsa büyük olay olurdu eminim. ‘Aman Allah’ım küçücük çocukların beyinleri yıkanıyor diye’, sanki kandil kötü birşey, helva kötü birşey (ki hepimiz helva ya da aşure bulduk mu afiyetle yeriz.)...?... İşte memleketimin çıkmazları; hep bir şekilde uçlarda, başka kültüre özenme, kendini tanıyamama, ait olma, olamama ikileminde, bu karmaşık coğrafyada olmak... (Her neyse... Bebek dergisinin konusu değil de belki bloğumda bir yazı konusu olur bu konu.)


Öteki taraftan seneye başlayacağı okulun müzik odası... Müzik aletleri çok güzel, düzenli. Son derece profesyonel gözüken bir ortam. İnsanı kendi çocukluğu için hayıflandırıyor açıkçası. Her hafta ayrı bir müzik türünü işliyorlar. Caz, pop, rock, klasik müzik vs... Panolarında herbir müzik türünün dünyaca ün yapmış isimleri... Çok şükür müzik kulağını, ritim duygusunu ve inşallah sesini oğlumuza geçirmiş sevgili eşim soruyor hemen; önce bize okulu gezdiren yabancı öğretmene, sonra da okul müdürüne: ‘Peki ya Türk klasik müziği..., neden mesela Münir Nurettin Selçuk yok bu duvarda?’ Çok yetkin, kendilerini işlerine adadıkları, en iyisini yapma azminde oldukları belli (daha doğrusu böyle hissettiğim) iki yetkili de donup kalıyor eşimin sorusu karşısında. Cevap vermek istiyorlar; ama veremiyorlar. 3 yaşındaki bir çocuğa cazı öğretip, Chopin’i öğretip (ki biz de çok seviyoruz), Türk klasik müziğini öğretmemeyi anlatamıyorlar malesef. Velilerin genel taleplerinin böyle olduğunu söylüyorlar zorlanarak, bir cevap vermek zorunda olduklarının ağırlığı altında. Ekliyorlar; ‘Tabi ki ilkokuldan itibaren türkülerimizi de öğreniyorlar, Türk klasik müziğini de...’ Ablam bu okulda öğretmen, yeğenim bu okulda öğrenci, çok yakından biliyorum sistemlerini, beğeniyorum. Yine de bir ‘ama... neden?’ kalıyor içimizde.

Sonuç olarak...
Kısacası, eskiden komşuluklar vardı, aileler daha genişti. Apartmanlarda arkadaşsız ve malesef minimal standartlardan bile son derece uzak bakıcılar elinde büyümüyordu çocuklar. Mahalle arkadaşlarımız vardı. Gece yarısına kadar sokakta saklambaç oynardık. (...ve evlerin zillerine basıp basıp kaçardık.) Şimdi çocuklarımızı; standartlarımızı malesef hırsızlık yapmasın, çocuğumu dövüp hırpalamasın ile sınırlandırmak zorunda olduğumuz bakıcılardan kurtarabilme yaşına geldiğimiz noktada, anaokullarına sarılıyoruz. En pahalısı ise, en ünlüsü ise mutlaka iyidir kanısı malesef çok yanlış. Hele yurtdışından belli isim haklarını satın alan okullar, oyun grupları tek başına bir konu. İmzaladıkları anlaşmalara, zorunlu olarak uygulamak durumunda oldukları konseptlere bile uyma kaygısı hiç gütmeyenler var içlerinde. Malesef çocuğun pek de değerli olmadığı ülkemizde izinler bir şekilde alınıyor, zaten sonrasında hiçbir kontrol veya yaptırım olmadığını herkes biliyor.

Son söz olarak her tavsiyeye kulak vermeyin diyorum. ‘Tavsiye ediyorum çünkü...’ cümlesini tamamlatın en yakın arkadaşınız bile olsa. Beklentileriniz çok farklı olabilir. Kim bilir belki de ‘Tavsiye ediyorum; çünkü bakıcı derdinden bıktık. Zaten bakıcıdan alabileceği hiçbir şey yoktu. Evime en yakın okul burası. Bu yaşta oyun oynamak dışında ne yapılabilir ki, aslında ne yaptıklarından da pek haberdar değilim, ama onca da para sayıyorum, kendimi enayi yerine koyup o kadar da memnun değiliz diyemem.’ olabilir cümlenin sonu.

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Gelişmeye çalışan güzel ülkemin güzel çocuklarının hiç de şanslı olmadığını fark ettim.

*Paskalya: Hıristiyanlık’taki en eski ve önemli bayram. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. Günde dirilişi kutlanır...Her sene sabit bir tarihte gerçekleşmeyen ve dünya kiliselerinin çoğunda Pazar günü kutlanan Paskalya Günü ise, Kıyam Yortusu, Diriliş Pazarı ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılır.

Kocaman Minik Oğlum...(Baby&You - Ekim 2011)

Oğuz, 2 yaşını doldurdu 15 Eylül’de... 2 gün öncesinde de hayatının ilk ve inşallah son ameliyatını oldu.
Doktoru ‘Çok büyüdü Oğuz, daha fazla geciktirmeye lüzum yok ameliyatı.’ dedi... İçimi burktu... ‘Bizim için o hala çok küçük...’ diyebildim ancak. ‘Basit bir ameliyat, her gün yapıyoruz.’ dedi. İçimi burktu... Oğlumu uyutacaklar, bir atel ile kolundaki kanı yukarı çekecekler, o tombul baş parmağı kesecekler... ‘Tertemiz, kansız bir işlem olacak, mikroskop altında sinirleri kenara çekeceğiz, sonra parmağı rahatsız eden, hareketini engelleyen nodülü alacağız.’ dedi. İçimi burktu... ‘Ya çekemezse, ya öyleyse, ya böyleyse...?...’

Anladım ki o benim hala Minik Oğlum, askere de gitse, kendi minik yavruları da olsa, bir gün başkan da olsa, o benim her zaman Minik Oğlum!

Oğuz ameliyathanede, biz bekleme odasında... Hatırladım da...
19 Eylül 2009 sabahı... Uzun mu uzun bir gece sonrası... Oğuz emememiş, gaz sancıları kesilmemiş. Evindeki ilk sabahı. Babamız, anneannemiz ve dedemiz, odalarında yorgunluktan sızmışlar. Oğuz ile salondayız. Camın kenarında, Oğuz’un hala çok sevdiği ve başkası oturunca gidip gidip üzerinden kaldırdığı ve çok büyük bir iş yapmanın edası ve gururu ile üstüne çıkıp (daha doğrusu tırmanıp) oturduğu koltuktayız. Tepemizde eşimin AFS ailesi Toni babaannesinin ve Michael dedesinin hediyesi, bir rüzgar çanı; Oğuz’un deyimi ile çın çın... Kollarımda Oğuz, diğer elimle çın çını sallıyorum. Güneş sanki tam üzerimize doğuyor... Minik Oğuz hala tutkun olduğu müziğe döndürüyor başını, gözlerini açmaya çalışıyor, alnını kırıştıra kırıştıra. Annesinin karnındaki karanlığı hala özler, ama bu aydınlığı da onca yorgunluğuna rağmen keşfetmek ister gibi. Şimdi yeşil-mavi, o zaman gri-mavi gözlerini aralamaya çalışıyor, ne büyük bir gayretle!.. Oğlumun dünyaya ilk meraklı bakışı... Dirseğime kadar ancak boyu. Emememekten cılızlaşan vücudu 3,060 gr. Kokusu cennet... Henüz ‘uzman anne’ sıfatını alamamış annesi, sabahın köründe bezini değiştirirken temiz bezi sadece tek yanından cırt cırtladığı için badisi ve tulumu çiş içinde kalmış 1 saat önce. Yıkayamadan sadece ıslak mendillerle silmiş, değiştirmişti annesi üstünü... (Bu kaza bile oğlumun cennet kokusunu gölgede bırakamamış demek.)
Bir daha görsem yeşil-mavi gözlerini açıp bana baktığını...

50 dakika oldu, doktoru 30 dakika dememiş miydi?.. Hala bekliyoruz...
‘Anlatıyorum babamıza; hani Belçika’dan 1,5 yıl önce çok büyük bir hevesle aldığın el ayak izi çıkartma hamuru vardı ya...
... hani sonra Türkiye’de de aynısının olduğunu üzülerek fark etmiştin... En sonunda dün çıkarttım ortaya...’
Her gelen günün telaşı içinde bir sonraki güne bırakmıştı annesi bu işi de. Artık 2. doğum gününü kutlamadan yapalım bari diyerek, kim bilir belki de ameliyat gününden bir gün önce güzel bir anı bırakma telaşı ile. Minik oğlumun tombul ayağı hamurun iki katı kadar olmuştu nerdeyse. Annesinin içi burkuldu, onca zaman bu işi ertelediği için, o tombul ayağın minicik olduğu zamanlar geride kaldığı için, daha erteleyip kaçırdığı neler var bilemediği için. (İki yıldır su gibi akıp geçen zaman şimdi bir türlü geçmediği için.)
Tek tek parmak izi çıkartalım bari... Ne mümkün! Oyun hamuruna bayılan oğlum bu hamura dokunmak bile istemiyor. Sonrasında tombul ayaklarını öptürmek için uzatınca, biraz olsun içim rahatlıyor; o hala benim minik oğlum, o kadar da büyümemiş işte...

Ne şanslı bir anne-babayız; bekledik ve sağ sağlim aldık minik oğlumuzu kucağımıza. Ne şanslı bir anne-babayız; operasyonun ertesi günü doğum günümüzün planlarını yaptık, Oğuz’a elindeki kalın sargıyı unutturmak için türlü türlü meşgaleler, oyunlar hazırladık.

Oğuz’un doğum günü
Geçen seneki doğum günü yazımızı okuyanlar bilir; biz ailecek gösterişli, büyük doğum günü partilerini pek sevmiyoruz. Geçen seneden edindiğimiz deneyim ile Oğuz’u, uyku saatinden önce maksimum eğlendirebilmek için bu yıl biraz daha erken bir saate aldık doğum günü partimizi. (Zira hafta içi olduğu için akşamüstü 6’dan önce başlamak zaten mümkün değildi.) Oğuz’u yormadan, aperatiflerden oluşan hızlı bir akşam yemeğinden sonra, pasta ve hediye faslına geçtik.

Oğuz çok ama çoook eğlendi...
Çok düşündük babası ile doğum günü pastası nasıl olsun diye. Sonunda pasta kataloğundan Oğuz’a seçtirelim kendi pastasını dedik. Balık, araba ve çuf çuf ile ilgilendi tahmin edileceği üzere... Arabalı pastası (inşallah) bir gün nasıl olsa olacak; ama ileriki yıllarda doğal olarak çuf çuflara ilgisi azalır; bu yıl hala biraz ‘bebek bebek’ olsun doğum günü pastası dedik ve çuf çufu seçtik. Pastayı görür görmez; ‘tien’ (tren) deyiverdi, benim Kocaman Minik Oğlum. Defalarca doğum günü pastasının mumunu yaktırıp, yaktırıp üfledi. (hüf hüf, hüf hüf...) Elinin sargısını falan unutup kesilmesini bile beklemeden yemeğe başladı pastasını. (Pastanın vazgeçilmez ismi Pelit yine çok başarılı idi.)
Kuzeni Bengisu Ablası (kendi deyimi ile Adu’su) ile çılgınlar gibi dans etti, şarkılar söyledi. Annesini dansa kaldırıp, tango bile yaptı. (Oğuz babasının son seyahatinde Arjantin’den getirdiği tango DVD’sini izledikten sonra tam bir tango hayranı oldu...)

Sıra hediyelere gelince, ‘a-aaa, a-aaa’ diye son zamanlarda pek bir sevdiği şaşırma edası ile hepsini tek tek kendi açtı. Bengisu Ablası’nın kendisi için hazırladığı tek kelime ile muhteşem sunumu televizyonda izledi. Oturdu eniştesi ve babasının ortasına; sanki ‘Ben de sizden biriyim, kocaman, ciddi bir adamım.’ der gibi. Daha iki gün önce ameliyattan çıkıp, tam iki saat katılır gibi kollarımızda ağlayan minik oğlan kendisi değil gibi. 2 saatin sonunda ağlamaktan yorulup ‘ve(r) ve(r)’, ‘ve(r) ve(r)’ diye babasının aldığı helikoptere sargılı elleri ile uzanmaya çalışan o değilmiş gibi. Sanki gerçekten de kocaman bir adam olmuş gibi...

Benim Kocaman Minik Oğlum; iyi ki doğdun, iyi ki bizim oğlumuz oldun!


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + annelerin gözünde çocukları hiç büyümüyormuş, anladım!


Tetik parmak Nedir?
Tıp dilinde stenozan tenosinovit olarak da bilinen tetik parmak (trigger finger, trigger thumb) elde parmakların bükülmesini sağlayan tendonların ve onların belli noktalarda altından geçtikleri köprülerin (pulley) rahatsızlığıdır.
Tendonlar önkol kaslarından başlayıp parmaklara kadar devam eden uzun bir ip şeklindedir. Pulleyler ise tendonların belli noktalarda altlarından geçtikleri ve tendonun hareket düzenini sağlayan yapılardır. Bu pulleyler tendonu kemiğe yaklaştırır. Tendonların etrafında tüneller içinde rahat kaymasını sağlayan ince bir yapı vardır (tenosinovyum).

Parmağın tabanında mevcut olan pulleyin kalınlaşması, bazen de tendon kılıfında meydana gelen şişliklerden dolayı parmağın hareketleri sırasında takılma ve ağrı olmasına tetik parmak denir. Bu problem başladıktan sonra parmağın kullanılması genellikle buradaki yapıların daha fazla şişmesine yol açarak tablonun ağırlaşmasına neden olur. Bazen tam takılma ve parmak kilitlenmeleri oluşabilir.
Kaynak: http://www.elcerrahi.com/hasta-bilgilendirme/33-tetik-parmak.html

Oğuz’a okul arıyoruz...1 (Baby&You - Kasım 2011)

Oğuz, 2 yaşını doldurdu... Bu yıl, en azından haftanın birkaç saati gönderebileceğimiz bir yuva; seneye için de tam gün gidebileceği ‘okul öncesi’ araştırmalarımız başladı. Sonunda 3 yaş sonrası için içimize sinen bir okula kaydımızı yaptırdık. Bu süreçteki araştırmalarımızı ve deneyimlerimizi sizlerle paylaşmak istedik.

Okuldan neler bekliyorum?
• Oğuz için güvenli bir ortamı olsun istiyorum. (Bunu devletimin tüm okullarda koşulsuz şartsız sağlamış olması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda denetimler yapmasını ve yaptırımlar uygulamasını bekliyorum. )
• Makul sayıda bir sınıf mecvudu bekliyorum. Bu sayı İsviçre’de özel bir kreşte 2 çocuğa 1 öğretmen şeklinde. Aylık ücretleri de İstanbul’daki okullardan düşük. Araştırmalarımız sonucunda gördüm ki 12 kişilik bir sınıf, İstanbul’un çok ünlü okulları arasında oldukça iyi bir sınıf mevcuduymuş.)
• Her sınıfta çocuk eğitimi konusunda yetkin 2 öğretmen olsun istiyorum.
• Çocuklara sevgi ve saygı ile yaklaşılsın istiyorum.
• Okul gezileri olsun istiyorum. Oğuz, farklı ortamlara girip çıksın, farklı gözlemleri olsun, doğa gezileri olsun istiyorum.
• Düzenli bir sınıf ve bahçe ortamı olsun istiyorum.
• Düzeni, temizliği, başkalarına saygıyı, kurallara uyumu, düşünmeyi öğreten, ayakları yere basan, yetenekleri, ortaya çıkartma ve geliştirme fırsatı tanıyan, araştırmaya, uygulamaya olanak sağlayan... bir eğitim sistemi olsun istiyorum.

Nelerle karşılaştık?
Son derece kibar, donanımlı olduğu her halinden belli okul müdüranımı anlatıyor. Büyük bir orman içinde yuvaları, muhteşem güzel bir kampüs... Lisenin her türlü binasını, spor salonunu kullanma, kısacası tüm imkanlarından faydalanma hakları varmış. Sonra ekliyor müdüranım; ‘...ama özellikle 3 yaş grubu çocuklar, kendi ortamlarında olduklarında daha rahat oluyorlar, kendilerini daha güvende hissediyorlar. Zaten yuvamızın önünde oyun parkımız da var. Sağnak yağmur olmadığı müddetçe, her hava koşulunda mutlaka bahçeye çıkıyorlar...’
Yani... genellikle gezilere gitmiyorlar!
Yuvanın tek artısı olan kampüsün tesislerine müzik, spor dersleri için de genellikle gitmiyorlar.
Haftada 1 gün, 1 saat dışarıdan müzik öğretmeni geliyormuş. Zaten pek de ayrı olduğu düşünülemeyen 2 sınıf, bu arada birleştiriliyormuş. 1 saatte bu kadar kalabalık bir sınıfta ve hele ki dışarıdan gelen ve çocuğu tanıma fırsatı olma imkanı olmayacak bir öğretmenden ne alabilir çocuklar? Peki ya benim çocuğum bir müzik dehası ise? Zaten özel bir yetenekleri varsa bunun fark edilmesi için çocuklar çok küçükmüş, ilkokula başlayınca ayrı müzik dersleri zaten olacakmış. ‘Zaten 3-4 yaşta olabilecek müzik eğitimi, spor belli...’ imiş!
(Eminim bugün kimse Chopin’i tanıyor olmazdı; eğer Chopin, küçük çocukların müzik dersinde, el ele tutuşup şarkı mırıldanıp dönmesi ve Kutu Kutu Pense’nin ötesine geçmeleri konusunda hiçbir vizyonu olmayan bir eğitim anlayışına veya anneye sahip olsaydı. Chopin’in dehası keşfedildiğinde bir okul öncesi çocuğu idi...)
Spor da aynı şekilde belki de kendisinin sporla hiçbir ilgisi olmayan öğretmenler tarafından yaptırılıyormuş. Yani spor saatinin de bahçede oyun saatinden herhangi bir farkı kalmıyor.

Yuva, 3 yaştan itibaren çocuk kabul ediyor. Türkçe eğitim veriyor. 2 sınıfları var. İki sınıf aradan bölmeli, herkes her an birbirinin sınıfına geçebiliyor. Bir sınıfta 3-4 yaş grubu, diğer sınıfta 5-6 yaş grubu... Kapılar açıldığında büyük bir salonda 48 kişi olabiliyorlar. Grubun yaş aralığı da düşünülürse, siz tahmin edin kaosu ve çocuklar arasındaki gelişim farkını! Her sınıfta ikişer öğretmen ve ikişer ‘partner’ var. ‘Uzman’ öğretmenler, geçen yıl üniversiteyi bitiren çok tatlı, akıllı oldukları her hallerinden belli ‘ablalar’; yani kendileri daha ‘çocuk’. Partnerler, muhtemelen staj yapan (yani bedava veya bedava denilecek kadar ucuza çalışan) meslek liseli ablalar. Onların görevi; alt değiştirme, üst baş değiştirme, sofra hazırlama vs gibi fiziksel (ve denilen o ki, üniversite mezunu öğretmenlerin yapmayı reddettikleri) işleri yapmak. Eğitimsel herhangi bir sorumlulukları yok. Bu durumda 14 kişiye 1 öğretmen düşüyor. Sınıfın toplam mevcudu (ara kapıyı kapalı tutmayı başarabilirlerse) 24. Fiyat korkunç! Maliyetler minimum!

Sınıfta yemek ve ara öğünler yeniliyor. Bu arada yuvayı gezdiğimiz sırada ara öğün zamanları. Menü: Elma, kek ve dev bir çikolatalı çubuk dondurma. 3 yaşındaki çocuklar kendilerinden bekleneni yaparak, dev dondurmaya saldırıyorlar. Menu seçimi böyle olunca gariban elmalar ve kekler dokunulmadan kalıyor sofrada. Ben, bu büyüklükte bir dondurmayı yesem (ki midem almaz) midem bulanır; peki neden 3 yaşındaki çocuğum yesin? Sormadan duramıyorum, neden ki?! Biz 2 yaşına kadar Oğuz’a hiçbir şekilde dondurma, çikolata, şeker, tatlı yedirmedik. Tavsiye edilen de bu zaten. Çocuklar, yemek yeme alışkanlıklarını bu dönemde kazanır, tüm temel alışkanlıklarını kazandıkları gibi. İleriki yaşlarda da abur cubura, tatlıya ya da fazla tuzlu yemeğe düşkünlük, yatkınlık bu dönemde kazanılan damak tadının önemli bir sonucudur.

2 yaşından itibaren öğrenci kabul eden, 5 öğrenciye 1 öğretmenin düştüğü, yabancı dilde eğitim veren, yabancı bir sistemin isim hakkını almış, başka bir yuvaya gidiyoruz...
Büyük bir insan için bile son derece tehlikeli sayılabilecek merdivenler... (dik, dar, hatta basamak genişlikleri bile eşit değil...)
Dar bir koridor, bir tarafta sınıflar, koridorun sonunda kapısı ardına kadar açık bir tuvalet. (Zira kokuyu takip ederek de yolu bulabilirsiniz.) Tenefüs bile olmadan merdivenlere, oradan yer yer su içinde kalmış bahçeye yalın ayak fırlayan çocuklar...Bahçenin zemini koca koca taşlarla kaplı. Oyun alanları, kum havuzu yer yer su içinde, bir gün önceden darma dağın bırakılmış... Bu durumu gayet doğal kabul etmiş gibi görünen öğretmen / ablalar... Müdüranım, bir yandan bize övüne övüne doğal sistemlerini, doğa ile bütünleşmelerini anlatırken bir yandan da yalın ayak, su birikintisi içinde, kafalarında itfaciyeci şapkası ve ellerinde hortumla itfaiye haftasını işleyen çocukların öğretmenine bağırıyor... ‘Çocukların ayaklarına bir Crocs falan giydir!’
Sınıfları geziyoruz. Yemekhaneleri yok, yemekler sınıftaki masalarda yeniliyor. Sınıfların hemen karşısında yemeklerini kendi bünyeleri altında yaptıkları için çok övündükleri 3 m2 mutfakları, fokur fokur kaynayan alüminyum kazanları, kapısı açık...
Bir sınıfta derste pasta yapıyorlar... Daha doğrusu kakaolu keke krem şanti sürüyor öğretmenleri, 2 yaşındaki minikler de önlerinde metal, büyük çatal, bıçaklar bekliyorlar pastadan yemek için. Bize sınıfları gezdiren yabancı müdüranım yine bağırıyor... ‘Bıçakları ağzınıza sokmayın, dilinizi kesebilirsiniz!...’ 10 dakika sonra aynı sınıfın önünden geçiyoruz. Ders saatlerinde sınıfların kapısı açık olduğu için gözüm kayıyor devamlı. Çocuklar krem şantili bıçakları büyük bir iştahla yalıyorlar. Öğretmenden ses soluk yok. Genel izlenimimiz bu zaten; çocuklar birşeyler yapıyor, öğretmenlerde ses soluk yok, onları bir yerden bir yere götürme, fiziksel hareketler dışında bir aksiyon, bir anlatım, iletişim yok. Müdüranım yanlış bir şey gördükçe bir yerden bir yere bağırıyor sürekli.
Bu okulda da müzik, sanat, spor hep aynı öğretmen / abla tarafından yaptırılıyor.
Masalar, (hem bahçedekiler, hem sınıftakiler) çok eski bu köşkün tarihi kadar eski olmalı, zira küfleri zımbalanan muşambalar ile bile gizlenememiş. (İtiraf ediyorum, muşambaların zımbası çıkan bir ucunu kaldırıp kimse görmeden bakıyorum.) Sınıflarda oyuncakları küflü tenekelere koyuyorlar. Sınıflardaki pencereler neredeyse yer hizasında, küflü birer demir çubuk takılmış, öğrenciler düşmesin diye. Oğuz için muhteşem çekici bir basamak, zira iki yaşında maymundan daha çevik tırmanma konusunda. Balkon demirleri benim dizlerimde. Kapıları açık, pencereler açık.
Çok övünüyorlar; her mevsim koşulunda bahçedeyiz diye. Evet gayet güzel bahçede olmak. Ayda yaklaşık 3000 TL, her mevsim koşulunda bahçede olmanın ücreti mi?

Peki bu dehşet ücretleri neyin karşılığında ödüyoruz?...
Aralık sayımızda devam edeceğiz. Bu sefer güzel örneklere de yer vererek...
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Gelişmeye çalışan güzel ülkemin güzel çocuklarının hiç de şanslı olmadığını fark ettim.

Oğuz’un Tatil Anıları (Baby&You - Eylül 2011)

Minik oğlum büyüyor... 15 Eylül’de 2 yılı dolacak, minik burnuna ilk dokunuşumun...
Oğuz’un ‘oooo’ları, anneannesi ve dedesinin yazlığında keşfettiği harika oyunlar ve ilk akran zorbalığı...

Oğuz’un ‘oooo’ları
İsminin baş harfi olduğu için midir bilmem; Oğuz, her ‘O’harfi, sıfır rakamı, yere düşen yuvarlak bir gölge, kaldırıma düşmüş bir düğme, puanlı bir kıyafet, Ramazan pidesi, kısacası herhangi bir yuvarlak gördüğünde minik dudaklarını büze büze, dünyanın en tatlı tonunda ‘oooo’ diyor ve mutlaka karşısından da ‘Evet Oğuz, o bir oooo.’ cevabını almak istiyor. Herhalde 6 aydır durum böyle. (Utandım birden kendimden çünkü oğlumun ik defa ne zaman ‘oooo’ dediğini unutmuşum, kaçırmışım. Birden bir korku geldi içime; başka neler kaçırıyorum acaba?)

Oğuz resim yapıyor.
‘Ne çizelim Oğuz?’
‘ Oooooo’ ya da ‘araba’ (daha doğrusu ‘arba’) ya da ‘gaaaak gaaaak’(yani kuş)
‘Oğuz senin adın ne?’
‘Oooooo...’
‘Bu kimin?’
‘Ooooooo...’ (Herşey O’nun.)
Bir gün ‘oooo’ yerine ‘Oğuz’ deyiverecek ve bir sayfa daha kapanıp, yeni bir dönem başlayacak.

Yeğenim Bengisu’ya sorardım küçükken:
‘Var mı senden güzeli bu dünyada?’
‘Gok!’ derdi. Bir gün ‘Yok’ deyiverdi. Teyzesinin içi cız etti.

Geçen ay Cenevre’ye gittik, arkadaşlarımızın yanına. Cenevre’de yaşadığımız günleri yad etmeye. Oğuz hayatının ilk ve çok ama çoook büyük dönme dolabını gördü ve ilk tepkisi şu oldu ‘ooooooo!’
Böylece Oğuz’u hayatının en büyük ‘oooo’suna bindirmek farz oldu. Son akşamımızda, gece saat 11’de, temmuz ayında bize kışı yaşatan çisil çisil bir Cenevre akşamında üçümüz beraber bindik ‘oooo’ya. (Fedakar Oğuz Amcamız aşağıda bir ağaç altında pusetimizi beklerken.) Oğuz her yeni deneyimde gösterdiği ciddiyeti ile dönme dolabın tepesinde. Annesine sağı solu, daha doğrusu aşağıda git gide küçülen Cenevre’yi, ileride ertesi günün de yağmurlu olacağını haber veren Lausanne yönüne dönmüş Jet d’Eau’yu (Leman Gölü’nün üzerindeki dev fıskıyeyi) gösteriyor. Annesinin yüreği güm güm ederken, 3 gündür yapmadığı ‘e-e’sini haber veriyor ardından. Dönme dolabın tepesinde ‘e-e’,’ e-e’ deyip duruyor.

Oğuz’un yaz oyunları, oyuncakları
Semizotu, semizotu olalı böyle bir amaca hizmet etmedi! Anneanne ve dedenin yazlığındayız. Oğuz mama sandalyesinde balkonda yanımızda. Sakince yemek yiyip, sonrasında bir kahve keyfi yapmak istiyoruz. (Pek çok arkadaşımız bizi çok eleştirse de biz hala Oğuz’u bir odada tek başına bırakmıyoruz ya da etrafta çay, kahve içilirken mutlaka mama sandalyesine oturtuyoruz.) Oğuz’a bir meşgale bulmalı... Teyzesi, bahçeden semizotu topluyor, yıkayıp Oğuz’un önüne koyuyor. Dünyanın en pahalı, en ilginç oyuncağı bir demet semizotunun yapabildiklerine kadir olamaz herhalde. Oğuz büyük bir ciddiyetle ve titizlikle tek tek yapraklarını koparıyor. Yapraklarını bir tarafa, saplarını diğer tarafa ayırıyor.

Sonra bağdan yaprak topluyor tombul elleri ile kucağımızda. Önce, haftasonu yanımıza gelecek babamız için dolma sarmayı planlıyoruz bu yapraklar ile. Sonra bu planı, Oğuz’un öğlen uykusu saatlerinde bahçede kahve, fal ve sohbet ile değiştiriyoruz. Nasıl olsa iç pilavı çok seviyor babamız, şimdi kim uğraşacak on saat tek tek yaprakları sarmakla... Oğuz’un oluyor topladığı yapraklar. Özellikle küçük çocukların ellerini, parmaklarını güçlendirecek, el becerilerini geliştirecek oyunlar oynaması çok önemli. İşte muhteşem, mis kokulu ve bedava bir oyuncak daha... Elini gözüne falan sürer diye pek hassas anneannemizin içme suyu ile doldurduğu plastik kap da Oğuz’un yanında. Önce yapraklar tek tek parçalanıyor, sonra tek tek suyun içine konuluyor. Kabın içinde plastik timsah, kaplumbağa, ördek, deniz yıldızı ... Onlara yediriyor Minik Oğuz yapraktan yaptığı mamaları. Elleri buruş buruş olana kadar, neredeyse bir saat oynuyor bu oyunu...

Akşamüstü bahçe sulanacak. Alıyor eline hortumu, yürüme yolunun kenarında tek tek suluyor, sardunyaları, küpe çiçeğini, domatesleri ve gülleri... Anlatıyoruz Oğuz’a ‘sardunya suyu çok sevmez, sardunyalara hortumu daha az tut.’ diye. Ertesi gün sıra sardunyalara gelince ‘ııı, ııı’ diye sardunyaları gösteriyor ve hızlı hızlı, kısa kısa suluyor onları. Çiçeklerin arasındaki sincap ve köpek süslerini de sulamadan geçmiyor. Nedense çiçekleri, domatesleri pek bir ciddiyetle sulamasına rağmen, sıra köpek ve sincaba gelince kıkırdamaya başlıyor.

Çiçekleri koparmayı değil, koklamayı öğretiyoruz Oğuz’a... Tek tek eğilip kokluyor burnunun üstüne kırıştıra kırıştıra. Yere düşmüş bir çiçek buldu mu hemen alıp anneanneye götürüp gönül fethetmeyi ihmal etmiyor.
Akşam yemeği vakti... Oğuz’un yemeği, geçen sefer geldiğinde dedenin diktiği ve ilk suyunu kendisinin verdiği pazulardan.

Sitenin ara yolunda geziniyoruz, bisiklete biniyoruz Oğuz ile...
Oğuz’un annesi komşumuzun torununa : ‘Çocuklar, taş atılır mı hiç köpeğe?’
Minicik köpek büzüşmüş kalmış köşede, kendini koruma çabasında, belki ‘dişlerim bir uzasa, gösteririm sana ben’ diye geçiriyor içinden. Oğuz, şaşkın şaşkın anlamaya çalışıyor durumu.
3,5 yaşındaki çocuk: ‘Sana ne, atarız atarız!’
Oğuz’un annesinin sesi yükseliyor: ‘Sana atılsa o taş hoşuna gider mi?’
Çocuğun annesi, babasi, dayısı, babaannesi bahçede.
Babaanne yarım ağız: ‘Oğlum taş atmayın köpeğe...’
Anne, babadan tıs yok.

Ertesi gün...
Aynı çocuk gelip gelip Oğuz’u itiyor, boğazını sıkmaya çalışıyor. Hitap aynen şu 3,5 yaşındaki bir çocukta: ‘Lan sen neden bu kadar beyazsın, hiç gitmiyon mu denize?’
Oğuz öyle bakıyor, saftirik saftirik...
Gel de sinirlenme. Ya sabır!
Annesi: ‘Daha çok küçük ama kardeeeş...’
Merak ediyorum; acaba sizce oğlum daha büyük olsa itilmesi, boynunun sıkılması, bu konuşma tarzı normal mi olacaktı?
Yanlış hareketi durdurma, çocuğu ortamdan uzaklaştırma, çocuk karşısında sağlam bir duruş sergileme vs vs... çok uzak bu evden anlaşılan. Belki daha da önemlisi; bu çocuk nasıl öğreniyor bu konuşma tarzını? Öyleyse biz kendi evimize dönelim bari deyip ortamdan uzaklaşıyoruz.

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + hayattan korkar oldum