19 Ekim 2016 Çarşamba

Rekabet... Competition in Education... Should be or not?


                                                                                                    Kasım 2016 / Baby&You


Olmalı mı, olmamalı mı?.. Olmaması mümkün mü?.. Rekabetin dozu kaçar mı, kaçarsa ne olur?.. Rekabet olmazsa ne olur?..

Oğuz’un annesinin çocukluğundan...

Oğuz’un annesi ilkokul 3. sınıfta idi. O yaz Tütünçiftlik’ten İzmit şehir merkezine taşınmışlardı ve yeni bir ilkokula başlamıştı. O zamanlar yaşıtlarından uzundu. ‘Uzun boyluysan mutlaka basketbol oynamalısın.’ gibi bir inanış vardı o zamanlarda...

Beden eğitimi öğretmenimiz çok tatlı bir adamdı. Adını unuttum. Beni de haftasonu yapılacak basketbol takımı seçmelerine çağırmıştı. Çok heyecanlanmış, çok sevinmiştim. Oysa ki hayatımda elime hiç basket topu almamıştım. Ama hatırlıyorum ki ilkokul 1. veya 2. sınıfta öğretmenimiz ne olmak istediğimizi sorduğunda, ‘1.80 boyunda olmak ve basketbolcu olmak istiyorum.’ deyivermiştim. Bir kafa karışıklığı mıydı bu, hala emin olamıyorum; çünkü o zamanlar aslında astronot olmak istiyordum.

Derken seçmelerin yapılacağı haftasonu geldi çattı... (veya seçmelerin olacağı belki de o son cuma günü haber verilmişti?..) Öğretmenimizin gösterdiği şekilde topu sürmeye, o dev potadaki delikten geçirmeye çalıştık. (O kısma ait pek bir kayıt yok aslında zihnimde, böyle olmuş olmalı diye düşünüyorum belki de sadece.) Sonra seçim zamanı geldi. Bir grup çocuk  sıra sıra inciler gibi dizildik. Beden eğitimi öğretmenimiz ‘Sen gel, sen gel...’ diye seçimine başladı ve beni de seçti. Dünyanın en kısa süren, en mutlu anlarından biri idi karşı tarafa, ‘ayrıcalıklı’ tarafa geçiş... O sırada okul müdürü,

‘Kalsın!  Ben onu beğenmedim!’ dedi.

Bir tarafta kalmak, yerinden hiç kıpırdamamış olmak yine iyidir; ama ortada kalmak her çocuk için pek bir ağırdır. Hatta ‘Yer yarılsa da yerin içine girsem.’ sözünü o anda bilseydim eğer ‘Bu söz şu an için çok geçerli.’ derdim çocuk aklımla bile. Çünkü o an görünmez olmak isteğinin tavan yaptığı bir andır.

Günler ve gecelerce ve şimdi anlıyorum ki yıllarca farkında olarak veya olmayarak bu anıyı bir şekilde hep taşıdım. Yıllar sonra ortaokulda en yakın arkadaşlarımla beraber okul basket takımına girdim. Yedek kulübesinde, bazen birkaç dakika oyunun içinde... Çok da eğlendim. Dünyanın en matrak beden öğretmeni idi koçumuz, hatta arkadaşımızdı. Adını unuttum. Ama ilkokul müdürümün adını, soyadını hiç unutmadım. Sonraki aylarda, yıllarda İstiklal Marşı törenlerinden önce kürsüde yanına çapırıp, beni defalarca örnek öğrenci olarak sunsa da adını hiç unutmadım. Annemin saçımı özenle ortadan ikiye ayırıp, kafamın tepesine kondurduğu (kesinlikle hiç cool olmayan) kelebek kurdelelerin intizamını, kolalı yakamı, hep pırıl pırıl önlüğümü ve gıcır gıcır boyalı ayakkabılarımı över dururdu. Sınavlardaki başarılarımdan bahsedip, ‘İşte bu, örnek bir öğrenci!’ derdi.

Oysa ki eski ilkokulumda benim de önlüğüm buruşur, ayakkabılarım kirlenirdi, ama yeni ilkokulumda üstümün başımın ütüsü hiç bozulmadı, ayakkabılarım hep pırıl pırıl kaldı; çünkü tenefüslerde başarılı 3-4 öğrenci ayrılır ve ek testler verilirdi onlara. Beden, resim, müzik derslerinin yerine yine ek testler verilirdi onlara. Oğuz’un annesi de üstünü başını kirletme şansı olmayan o 3-4 çocuktan biriydi maalesef. Önlüğü, ayakkabısı, saçı, başı hep temiz, düzgün, inci gibi...

Oğuz ile yine çok yoğun bir Dubai gününün ardından konuşuyoruz...

 ‘Şu sınavlarını, projelerini, en güzel şekilde tamamla, sonraaa ...’ daha ben tamamlayamadan;

‘Beni çok beğeneceksin, değil mi?..’ deyiveriyor... İçim acıyor.

 ‘Hayır!’ diyorum.

 ‘Sınavların, projelerin çok kötü de geçse, hatta ödevlerini yapmayan bir tembel teneke de olsan, yaramazın teki de olsan, sözümü hiç dinlemesen de seni beğenirim, seni severim... Seni beğenmem ve sevmem için bir şey yapman gerekmez. Karnımda olduğun zamanlardan beri seni çooook beğeniyorum ve seviyorum. Yapacağın ya da yapmayacağın bir şey bunu değiştiremez...’

‘Çok kötü bir şey yaparsam da mı?..’ diyor. Anlaşıldı, bu zor gün anne için kolay kolay bitmeyecek.

‘Çok kötü bir şey yapsan da, değişmez. Sadece o zaman üzülürüm, oğlum kendine ya da birine zarar verdi, kendi için kötü olan bir şey yaptı diye. Ama sana sevgim yine değişmez. O zaman yine de sen bize gelmekten sakın çekinme, olur mu?..’

‘Başarısız olsan da sana sevgim değişmez. Seni beğenmekten asla vaz geçmem.’

‘Peki üzülmez misin?’

‘Üzülürüm tabi ki ve hemen sonra üzüntümü bir kenara bırakır, güzelce dinlenir, sonra sana nasıl yardım edebileceğimi düşünürüm, çünkü potansiyelini göstermeni isterim.’

Amerika’da bir araştırma yapılmış. Üniversitedeki sporculara çocukluklarında maçları, yarışmaları kazandıklarında ve kaybettiklerinde ailelerinin tepkilerinin ne olduğunu hatırlayıp hatırlamadıkları sorulmuş. Bence en ilginç cevaplardan biri: ‘Maçı kazandığımda hamburger, dondurma yemeğe giderdik. Kaybettiğimde ise doğrudan eve giderdik.’

Aralık sayısında ‘sporda ve okul hayatında rekabet, başarı, başarısızlık...’ konusu ile devam etmek üzere...

Seçimlere Hazırlık... Getting Ready for the Elections...

                                                                                                    Ekim 2016 / Baby&You

Türkiye’de okullar hala tatilken ve havada güzel bir serinlik hissedilmeye başlamışken, Dubai’de 470’de Ağustos’un sonunda okulumuza başladık. İlk haftaya olanca hızı ile başlayan okulumuzda sınıf başkanlığı seçimleri olacağı söylendi.  ‘Adayların seçim konuşma hazırlaması gerekiyor.’ diye bir mail geldi ve Oğuz, ‘Ben de aday olmak istiyorum.’ dedi...

Başkanların her salı günü okul sonrasında komite toplantısına katılması gerekiyor, dolayısı ile Barcelona’da futbola katılamayacağını söyledim. Aklımca ‘aday olmasın’ diye ikna etmeğe çalışıyorum. Amacım eğitim dilleri Fransızca, İngilizce ve Arapça olan bir İsviçre Okulu’nda 7 yaşının başında 3. sınıfı okuyan oğlumu, hem bir koltukta 3-4 karpuz taşımaya çalışırken 5. karpuzun yükünden kurtarmak, hem de kazanamazsa yaşayacağı hayal kırıklığından korumak.

‘En önemlisi katılmak istemen, kazanabilirsin, kaybedebilirsin... Her iki durumda da üzülme, Barcelona’da futbol oynayamayacağım diye ya da seçilemedim diye...’

‘Olsun.’ diyor. ‘Geçen sene de katılmıştım ama kazanamamıştım. ’ Geçen yıl okuldan eve bilgi maili gelmemişti. 2. sınıflara bir başkan seçildiğini duymuştuk, onu da kızların ezici çoğunluğu ile Jude kazanmıştı. Ama güzel oğlum ne adaylığından bahsetmişti, ne de kazanamamasından... 6 ay sonra anlattı bize. Daha başka kim bilir neler neler var, kalbinde, anılarında... başka bir 6 ay sonra anlatacağı, belki 6 yıl sonra, belki de hiç bir zaman. Ve işin en komik, tatlı kısmı; o seçimlerde 3 kişi aday olmuş:  Jude, Oğuz ve Alexandre... Ve Oğuz oyunu Alexandre’a vermiş.

‘Oğlum, hiç kendi aday olduğun bir seçimde başkasına oyunu verir mi insan?!..’ Benim tatlı oğlum verir. Açıklamalar şöyle...

1.       Oylama gizli de olsa düşünmüş ki ‘Kendi kendimize oy vermemiz doğru olmayabilir.’

2.       Alexandre çok sevdiği bir arkadaşı... ‘Hiç olmazsa erkeklerden biri olsun başkan.’ demiş.

Barack Obama’yı başkanlığa taşıyan 5 dakikalık konuşmasını izledik internetten. Sonra kendisininkini hazırladı. Okulunu daha da iyi bir okul yapmak için aday olacağını anlattı. Ona katkımız şöyle oldu...

-        Herkesin bazı vaadleri olacak. Seçim ister sınıfta, ister ülkelerin yönetiminde olsun her başkan adayı vaadlerde bulunur. Bazıları boş vaadde bulunur, yapıp yapmamak umrunda değildir, sadece amacı başkanlığı almaktır. Bazıları hatta hediyeler dağıtır. Bu ikisi de doğru davranış değildir. Bazıları da sadece oy ister, ama başkan olursa ne yapacağından bahsetmez, böyle bir hazırlığı, planı da yoktur zaten.

Ülkesi için hayalleri olan ve bu hayalleri nasıl gerçekleştireceğini bilen, iyi hazırlanan ve çok çalışan başkanların ülkeleri mutlu, güvenli, zengin oluyor. ‘Ama o zaman çok kolay...  İnsanlar hep iyi başkanları seçer...’ dedi Oğuz. Her zaman en iyi başkanlar seçilmiyor malesef. Daha çok hediye veren, daha iyi kampanya yapan, daha ikna edici konuşan insanlar daha çok oy alabiliyor...

Ve... okulumu daha da iyi nasıl yaparım üzerinde çalıştı günlerce. Şeyh’imizin vizyonundan yola çıkarak ‘Mutlu çocuklar, başarılı öğrenciler olur...’  dedi ve hava sıcaklığının 400’nin üstünde olduğu bir ülkede uzun tenefüs saatlerini değişik ilgi alanlarına sahip arkadaşları için nasıl daha ‘cool’, eğlenceli hala getiririm diye bir plan yaptı. Sporseverler, biliminsanları, sanatçılar ve müziksever arkadaşları için, yani bütün sınıfa uygun bir plan hazırladı. Slogan buldu. Poster hazırladı ve ‘Beni seçersen sana şunu, bunu alırım’ diyen posterlerin yanına değil sınıfına astı posterini.

Öğretmeni dedi ki ‘İnanılmaz güzel, çok iyi hazırlanmış bir konuşma yaptı, Oğuz.’ Öğretmeninin bu övgüsü ile ilgilenmeden hemen ilerledi koridorda... Arabaya bindik. Çok sevdiği CD’ler için ‘Bugün dinlemek istemiyorum. Sadece dinlenmek istiyorum.’ dedi. ‘Bravo oğlum, ne kadar beğenmiş öğretmenin konuşmanı...’ dedim. Umru bile olmadı. Akşam babası yarın mı olacak oğlum seçimler deyince ‘Bugün oldu bile. Alexandre kazandı.’ dedi. (Arabada annesi ile paylaşmadı, babasına anlatmak istedi...)

Ertesi gün Oğuz’u sınıfa bıraktıktan sonra Alexandre’ı gördüm. Tebrik ettim. O da bana ‘Oğuz çok güzel bir konuşma yaptı. Ama ben sınıf arkadaşlarım ile öğretmenler arasında bir köprü olacağımı söyledim. Bu başkanın görevidir bence.’ dedi. Yan taraftan her daim Oğuz’un bir numaralı avukatı Adam fırladı: ‘Oğuz da sınıfın sorunlarını öğretmenlere iletebilir. Ama onun fikirleri ve projeleri de vardı.’

‘Haklısın.’ dedi Alexandre. ‘İlginç fikirleri vardı. Ben de bazılarını komite de iletebilirim sanırım. Beni tebrik ettiğiniz için teşekkürler.’ dedi bana ve sınıfa girdi. (Bizim millet olarak pek çocuklarımıza kazandıramadığımız olgunlukta bir konuşma gibi geldi bana...)

Haftasonu gittiğimiz doğumgününde Oğuz’un başka bir arkadaşı yanıma geldi. ‘Biliyor musunuz, ben seçimlerde oyumu Oğuz’a verdim. Ama çok üzüldüm, sadece bir farkla kaybetti. Alexandre 9, Oğuz da 8 oy aldı. Oğuz’un projeleri muhteşemdi. O seçilseydi bizim için çok iyi çalışacağına emindim.’ dedi.

Evde Oğuz’a ‘Seçimlerde ne kazandın?’ dedik. ‘Kazanamadım, dedim ya size!’ dedi.

-          Seni ne kadar çok seven, sana inanan, güvenen arkadaşların olduğunu öğrendin.

-          O kadar güzel bir konuşma ve proje hazırladın ki öğretmeninin takdirini kazandın.

-          Önemli olan fikirlerindi; bu fikirleri duyurdun.

-          Her zaman olduğu gibi centilmence yarıştın.

Ve bunlar şu anda pek çok ülkenin koca koca başkanlarının hiç sahip olmadığı kazanımlar, biliyor musun?

Oyunu bu sefer kendine vermiş benim çalışkan, küçük, koca yürekli, tatlı oğlum...

Dubai’ye Dönmek... Back to Dubai...


                                                                                            Eylül 2016 / Baby&You
Günlerden 16 Haziran, haftaya Perşembe günü okulumuzun son günü. Bu yazı yayınlandığında çok ama çok hevesle beklediğimiz Türkiye yaz tatilimiz gelmiş ve geçmiş olacak... Öyle tahmin ediyorum ki biraz hüzünle İstanbul’umuzdan ayrılıp Dubai’ye gelmiş olacağız...


Dubai’de evimizde gece yarısı olacağız (inşallah). Ertesi sabah okulun ilk günü... (Türkiye’de okullar hala tatil olacak. Oğuz, ‘Ama haksızlık!’ diyecek.) Okulun ilk günü, nasıl olsa yarım gün ve yeni öğretmenlerle tanışma şeklinde geçecek bahanesi ile son güne aldık uçağımızı. ‘Bir gün daha fazla İstanbul’da kalmak kardır.’ diyerek. Hava sıcaklığı 500’ye dayanmış; hissedilen sıcalık ise nemin ve İstanbul’dan yeni dönmüş olmanın etkisi ile sauna boyutunda olacak.

‘İnşallah’ın anlamı Orta Doğu’da farklıdır. Türkiye’deki gibi ‘Allah izin verirse’değil!

‘Belki oluur belki olmaz, belki yaparım, belki canım istemez yapmam, o andaki duruma, ruh halime, hava sıcaklığına, nem durumuna göre değişir... veya bahanesi hava değil sadece damarlarımda akan Orta Doğu kanıdır.’ Gerçi bu coğrafyada özellikle uzun süre yaşamış Avrupalılar’da da bu ‘İnşallah ruh hali’ oldukça yaygınlaşmıştır. Adapte olmasanız, değişmezseniz yaşayamazsınız zaten. Yaşayabilseniz de sık sık burnunuzdan gelme durumu ile karşılaşabilirsiniz. O durumla her şekilde karşılaşıyorsunuzdur da, kabullenirseniz, beklentilerinizi buna göre ayarlayabilirseniz;  kan basıncınız normal, uykularınız daha düzenli olacak ve saçınız daha az dökülecektir. O saçlar elbet tüm Biotin vitaminlere, filtrelere ve özel şampulanlara rağmen zaten dökülecektir; ama alışırsanız kel kalma riskiniz azalır. Zira Dubai’de yaşayan kadınlar suyun ve stresin el ele vermesi ile ciddi bir kel kalma ya da az saçla yaşama tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Umulur ki yokluğumuzda evde herhangi bir şey ters gitmiş olmasın. Klimalar 200’de ayarlanmış olarak bırakılacak tabi ki. Zira aksi takdirde (şaka maka değil), nemden bütün eşyalarınızı su ve küf içinde bulmanız garanti. Sıcaklardan evi basacak haşarat cabası... Tüm lavabo delikleri, küvet, duş giderleri sıkıca kapatılacak!

Umulur ki döndüğümüzde ummadığımız bir delikten bir geko (bir çelit kertenkele) ailesi eve girip yerleşmiş olmasın. (Zira geçen gün Oğuz’un ‘Acil durum!’ diye bağırması ilk defa gerçekten de  bir acil durumu haber veriyordu. Odasında tavanda bir geko dolaşıyordu. ‘Acil durum’ Oğuz’un dünyasında, ipad’in şarjının bitmesi, legosunun tam son parçayı takarken parçalanması şeklinde oluyor genellikle.)

Umulur ki biz tatildeyken yağmur yağıp evi sel basmasın. ‘Yaz vakti çölde yağmurun işi ne?’ demeyin. Havalar çok kötü giderse rahatlatmak ve sapsarı kumların kapattığı göğün maviliğini bir zerre olsun ortaya çıkartmak için bir yağmur bombası atılmış olabilir. Bomba biraz güçlü ise sel basacağı garantidir. Zira bu kış dünya televizyonlarında da çıkan ‘Dubai’yi sel bastı!’ haberleri sırasında, Oğuz’un annesi koca araba yarı beline kadar su içinde saatlerce okul yolunda trafikte kalmıştı.

Eve kavuşursunuz; ‘Of be, şükür...’ derken girişte birden ayağınız kayar. Zira evi su basmıştır. Üst kattaki merdivenlerden bir ırmak yatağını bulmuş salona doğru şakır şakır akmaktadır. Her yer acil durum halinde olduğu için ustalar gelemez. Evde ne kuru havlu kalır, ne çarşaf. Çölün ortasında hem dışarıda, hem evin içerisinde sel baskını da yaşamak vardır kaderde. Allah beterinden saklasın. Bu arada baba İstanbul’dadır. Arnavutköy Sütiş’te güneşli ama hafif serin, şahane bir İstanbul havasında çektirdiği menemen ve çaylı kahvaltı fotoğraflarını yollar. Biz de ona selde kalma fotoğraflarımızı!..

Dubai’de evlerin su boruları ilginç bir şekilde bağlanmıştır. İnsanın içindeki meraklı ve kızgın ses der ki kırsam şu yerdeki karoları da görsem altındaki labirenti...  Hangi akıl, akıl etmiş, icat etmiştir ki, bütün evlerde ve 5 yıldızlı otellerde sistem hep aynıdır... Mesela banyonuzda bir duş ve bir de küvet varsa ve küveti doldurup köpük banyosu falan yapmaya niyet ettiyseniz (Annede nerede öyle bir keyif zamanı, köpük banyosundaki Oğuz tabi ki!) bilin ki küvetteki o köpükler nasıl oluyorsa duşun ve/veya banyo zemininin gider deliklerinden öyle böyle değil çıkacak ve hatta taşacak ve illa ki ayağınızı kaydıracaktır.

Aynı mantıkla tuvaletlerin borularının da bağlantısının yapıldığını düşünürsek... bahçedeki kanalizasyon borularından biri tıkandı ya da kırıldı ise, herşey bir masum sifon dokunuşu ile geri tepecek, siz  misafir tuvaletinizde çığlık çığlığa bağırırken, Oğuz da diğer tuvalette ‘imdaaaat’ diye bağıracaktır. Zira aynı zamanda diğer odanın da tuvaleti taşıyor olacaktır. Eve gelen ustalar taşan tuvaleti tamir ettikten sonra o çıplak, vıcık vıcık ıslanmış ayakları ile biraz sonra başka evlere girecektir. (ya da aslında sizin evinize de o ıslak ayaklarla gelmişlerdir zaten. Tavsiyem ustalara asla ayakkabı çıkarttırmayın. Asla! Gerçi illa ki, yine de çıkartacaklardır.)

Buralarda fazla düşünmeyin, gözünüzü kapatın, geçin. Dahası köpüklü bir Türk kahvesi hazırlayıp bahçeye çıkın. Her şeye rağmen güzellikleri görün. Mesela çölün ortasında bir Golf Kulübü’nde yaşamanın zevkine varın. O sırada golf sahasında ilaçlamaya denk gelin. Bahçenize doğru kaçan milyonlarca sinek ve benzeri yaratık saldırısından kaçmak için kırık kanalizasyon borusundan evinize kaçan böceklere karşı ilaçlattığınız evinize geri dönün. Bu arada Oğuz ve baba, Wild Wadi su kaydıraklarında keyif yapıyor olsun. Aman keyifleri yerinde olsun. Zira ailece facia yaşamanın kimseye faydası yoktur.


Merhaba Dubai! Bir sonraki sayıda Dubai’de yaşamanın ve burada çocuk büyütmenin avantajlarından bahsetmek üzere hoşçakalın...

Üstün zekalı, üstün yetenekli çocuklar (3) ... Gifted and Talented Children 3


                                                                                                       Ağustos 2016 /Baby&You

 ‘Üstün zeka veya yeteneği; bir davranış, başarı ve performans  olarak gören bir okul sistemi, son derece yetenekli çocukları saptamak ve onlara ihtiyaçlarını vermek konusunda bir hayvanat bahçesinin yaklaşımından öteye gidemez.’
                                                                                                                                             Stephanie Tolan

O bir çita mı?

Beni çok etkileyen bir makaleyi özetleyerek başlamak istiyorum. İsteyenler linkten makalenin orjinalini okuyabilirler. (Is It a Cheetah? www.stephanietolan.com )

‘Çitalar yeryüzünün en hızlı hayvanıdır. Bir çitanın hızı saatte 120 km’yi bulabiliyor. Tabi ki maksimum hızında koşabilmesi için belli koşulların sağlanmış olması gerekli. Çita sağlıklı, iyi besleniyor ve dinlenmiş olmalı. Koşabileceği yeterli büyüklükte alanı olmalı. En hızlı koşusunu sergilemek için motivasyonu olmalı. Aç olmalı ve mesela peşinden koşacağı bir antilop olmalı...

Bu çita bir kafese konulsa, saatte 120 km hızla koşabilir mi? Peki, o hala bir çita mıdır?

Eğer bu çitanın peşinden koşacağı antilop yerine tavşanlar varsa, tavşanı yakalamak için saatte 120 km hızla koşması gerekir mi? Aç bir çita bile, avı sadece tavşan ise tavşanı yakalayacak hızda koşar. Peki, o hala bir çita mıdır?

Eğer bu çita bir hayvanat bahçesinde yaşıyorsa, hatta hiç koşmuyordur! Peki, o hala bir çita mıdır?

Ya hasta ise, ayakları kırılmış ise?.. Yürüyemiyor bile... Peki, o hala bir çita mıdır?

Çita, sadece 6 haftalık. Henüz saatte 120 km hızla koşamıyor. Eğer öyleyse, o bir çita değil de, sadece bir potansiyel çita mıdır?’


Uzmanlar diyor ki ‘başarı’ odaklı seçim çoğu zaman ‘çitaları’ dışarıda bırakır. Gerçekten zenginleştirilmiş eğitime ihtiyaç duyan, bu konuda açlık çeken çocuklar bir kafeste kapalı kalır. Bu noktada başarının tanımının nasıl yapıldığı çok önemli. Başarı antilobu yakalamak mı? Tavşanı yakalamak mı? Kaplumbağayı yakalamak mı? Hele ki konu kaplumbağayı yakalamak olursa çitanın değil koşmak, ayağının ucunu bile kımıldatmayacağı unutulmamalıdır.

Çitalar ile ilgili az bildiğimiz diğer bir gerçek... ‘Çitalar hızlı koşsa da, av girişimlerinin yalnızca yarısında başarılı olur. Çitalar, sahip oldukları hızlı koşma yeteneğini hafif, ince kemiklerine borçludur. Bu nedenle çitalar, avını yerken aslan, sırtlan gibi yırtıcı hayvanlar gelirse o bölgeden çekilerek avını orada bırakır. Çünkü sırtlanların çeneleri çok kuvvetlidir. Çitanın ince, narin kemikleri bu güce dayanamaz.’ Tıpkı farkındalıkları son derece güçlü, hassasiyetleri son derece yüksek, kırılgan bu özel çocuklar gibi. Onları sırtlanlardan hayatları boyunca koruyamayız elbette, ama hiç olmazsa onların sırtlanları farkında olmadan biz olmayalım.  

Geçen ayki yazımızda değinmiştik... Malesef toplumun  zeka ve yetenekler alanında %5’lik en üst diliminde olan bu çocukların yarısından çocuğu okulda başarılı olmuyor.

Gerçek şu ki bu çocukların çoğunluğu seçici başarı gösteriyor. Başarısız adledildikleri alanlar, belli bir konu ya da duruma göre değişiyor. Uzmanlar bu çocuklara ‘başarısız’ demek yerine ‘seçici’ demenin çok daha doğru olduğunun altını çiziyor.


Çözüm, çeşitlendirilmiş, zenginleştirilmiş eğitim...

 ‘Pek çok okul toplum içinde yaşayabilmeye olanak sağlayan yetenekleri geliştirmek üzerinde çalışıyor, toplumu yeniden yapılandıracak, şekillendirecek yetenekleri değil.’ (www.nagc.org; National Association for Gifted Children; Washington, DC, 2001)

Üstün zekalı, üstün yetenekli çocuklar, genellikle akademik programın bazı bölümlerini çoktan biliyor olarak sınıfa geliyor. Bu çocuklar sıkılmaktan şikayetçiyken, öğretmenler de, ‘Aktivitesini tamamlamıyor, dikkati dağılıyor...’ kısır döngüsünde kaybolup gidiyor.

Konuyu zaten bilen veya çok kısa zamanda kavrayıp bitiren bir çocuk...  Bütün gün, bütün hafta boyunca kuru bir sırada oturup ona artık hiç cazip gelmeyen bir şeyin üstünde yeniden yeniden çalışması beklenen, çok ama çok sıkılan bir çocuk... Bu çocuğa aynı konu ile ilgili daha zengin, daha derin malzemeler verilemez mi? Bu konu ile ilgili özel projeler üstünde çalışması istenemez mi? Çocuklar kimi zaman seviyelerine göre gruplara ayrılıp konunun farklı boyutlarında çalışmalar yapamazlar mı? Sıkılma sorunu ortadan kalkmaz mı? Bundan bütün sınıf faydalanmaz mı?..

Aslında bu çocuklarda eğitim alanındaki sıkıntılar okulöncesi dönemlerde kendini görtermeye başlıyor. ‘Kutu kutu pense, elmamı yerse...’ ya da havalı özel okullardaki ‘Mary had a little lamp...’ yeterli gelmiyor. Konu uzay falan olduğu zaman ya da özel bir proje olduğunda, çocukta bir ilgi patlaması oluyor. Sonra memleketimizde hızla başlayıp aynı hızda sona eren konular ve bir sonraki konu ile bir önceki arasındaki bağlantının hak getirmesi gizli bir emir olduğu için heyecanları pek bir çabuk sönüp gidiyor.

Üstün zekanın en kolay fark edilmesini sağlayan göstergelerden biri erken yaşta  ve özellikle öğretilmeden okumaya başlamak. Peki okumayı bilerek ilkokula başlayan çocuklar için okuma derslerinde ne yapılıyor? Farklı hiçbir şey!!! ‘E-ce, tel-le E-ce tel-le... E-ce, Lal el e-le...’

 Zannederdim ki 1. sınıf sadece böyle olur. Olmak zorunda değilmiş, dünyanın sıcak ucunda öğrendim.

Üstün zekalı, üstün yetenekli çocuklar 2... Gifted and Talented Children 2


                                                                                        Temmuz 2016 / Baby&You
‘Okullar çocukları eşitleyemez, okullar sadece fırsatları eşitleyebilir. Bazı çocuklara kapasitelerinin tamamını kullanma fırsatı verilirken, diğerleri  için kapasitelerinin sadece bir bölümünü çalıştırabilecekleri bir okul ortamı son derece adaletsiz değil midir?..’

(The Child, His Nature and Hid Needs, Leta Stetter Hollingworth) 

Geçen sayımızda üstün zekalı , üstün yetenekli çocukların fark edilmesinin önemine ve öğretmenlerin oynadığı kilit role değindik.  

Akıllara şu soruların gelmesi çok doğal:

-          Ya öğrencim, çocuğum testlerde potansiyelini gösteremiyorsa?..  Sonuçta IQ testi denilen kavram 1-2 saat dilimine sığdırılmış bir sınav.

-          Ya öğrencim, çocuğum son derece içine kapanık, utangaç bir çocuksa?  Bir odaya girip, bir yabancının  ‘Hadi bakalım, şu blokları şekle göre yap, şu kodları çöz?..’ sorularına, süre tık tık işlerken ‘Evet, işte beklediğim fırsat! Dünyaya kendimi göstermem gerekli, farkındayım. Beynimin ‘on düğmesini açıyorum veee başlıyorum...’ diye katılmıyorsa?..

-          Ya çocuğun ana dilinde değilse bu testler?..

-          Çocuğun okuma-yazma konusunda farklılığı, özel durumu varsa (disleksi, vs...)?

-          Biliyoruz ki IQ testlerinde bazı bölümler özellikle 8 yaşından sonra kültürel temalara yönelik sorular. Dolayısı ile testin çocuğun kendi dilinde ve kendi kültürüne yönelik olarak yapılması çok önemli.

-          Ve... tabi ki eline her IQ testi alan kişi bu testi uygulayamaz. Psikoloji eğitimi almış ve bu alanda uzmanlaşmış olmak gerekli. Çünkü iş, çocuğun cevaplarını cevap kağıdına işlemek ile bitmiyor.

İşte zaten tek başına bu testler her zaman yeterli olmadığı için ülkeler öğretmenlerini üstün zekalı ve yetenekli çocukları saptamaları konusunda eğitiyor. Mesela Amerika Birleşik Devletleri’nde Hispanik kökenli çocuklarda üstün zekanın standart IQ testleri ile saptanması çok zor. Bu çocukların anadili İspanyolca, farklı bir kültürden geliyorlar. Anadili İngilizce olan çocuklara göre standart testlerde pek fazla şansları olmayacağı düşünülerek, Hispanik kökenli çocuklarda üstün zeka ve yeteneğin fark edilebilmesi ile ilgili olarak öğretmenler eğitiliyor. Özellikle bu çocukların yoğun olarak yaşadığı eyaletlerde devletin bu konuda bütçesi, programları ve destek mekanizmaları var.

Sonuçta hangi ülkede olursanız olun öğretmenin rolü çok önemli.  Bir kitap okuyorum... Diyor ki ‘Her öğretmenin sınıfında böyle bir çocuğun olmasından mutluluk duyacağı yanılgısına kapılmayın. Unutmayın ki bu çocuklar öğretmenin üzerinde ekstra yük olabilir. Belki öğretmen bu çocuklar karşısında kendini farkında olarak ya da olmayarak eksik hissediyor ve bu çocuklara karşı devamlı savunmada oluyor...’

Bu noktada anne-babalara çok önemli sorumluluklar düşüyor.  Çocuklarımız o kadar değerli ki, eğitimleri, gözü kapalı olarak başkalarının eline bırakılamayacak kadar önemli.

Üstün yetenekli, üstün zekalı çocukların gerçekleri ...

Fazlası ile hassaslık, yüksek düzeyde farkındalık, yaratıcılık için içten gelen bir zorunluluk...

Kompleksiteye duyulan açlık... (Bu çocuklar etraflarındaki, dünyadaki kompleksiteleri fark eder... Pek çoğumuzun hayatını karartan kompleksiteler onlar için ilginç ve anlamlıdır.)

Gerçek kalitenin bilincinde oldukları için engel olamadıkları, onları da etraflarını da çok yoran mükemmelliyetçilikleri...

Söylenmeyen, ima edilen, bir bakışta gizlenmiş mesajları okumak konusunda Allah vergisi bir hassasiyet...

Bu çocuklar ile çalışan uzmanların ortak olarak söyledikleri...

Özellikle had safhada mükemmelliyetçi olanlarda, eğitimcilerin veya ailelerin imaları onların kendilerine olan güvenlerinde onarılmaz yaralar açabilir. Ne acıdır ki bunca zeka ve yeteneğe karşı bu çocukların çok büyük bölümü çok güvenli değildir.

Bu çocuklar kendilerini çok iyi gizleyebilir.

İlginçtir ki toplumun  zeka ve yetenekler alanında %5’lik en üst diliminde olan bu çocukların malesef  yarısından çocuğu okulda başarılı değildir.

Demek ki sadece fark etmek, seçmek de yetmiyor... ‘Farkındayım sınıfımda üstün zekalı bir çocuk var. Ama yapacak bir şeyim yok, bu konuda okulumda bir çalışma yok.’ diyecek son derece iyi niyetli ve çaresiz öğretmenlerimiz de var. Bu konuda farkındalığı arttırtmak, bol bol tatil yazısından sıkılıp başka konular okumak isteyen anne-babalar için bir sonraki sayımızı takip edin lütfen...


Türkiye’den uzakta... Away from Turkey...

                                                                                       Mayıs 2016 / Baby&You
Dubai’de hayat?.. Fazla şaşalı, her daim bir tatil havası...

Oğuz’a da böyle satmamış mıydık zaten Dubai’de yaşam fikrini? Hiç bitmeyen yaz tatili... Havalar henüz 300’yi geçmedi. Hatta akşamüstleri üşümekten şikayet etmeye bile başladık. Okulumuz pek bir yoğun olsa da, projelerden başımızı kaldıramasak da biliyoruz ki sahil araba ile 5 dakika uzakta.

 Yine de pek bir şikayet ediyoruz Dubai’den. Hayatın ‘gerçek’ olmamasından... Hatta kimi zaman rahatsız edici şaşasından, musluktan akan suyun denizden gelen arıtılmış su olmasından, ne kadar da arıtıldığının şüpheli durumundan, dişimizi içme suyu ile fırçalamaktan, saçımızın dökülmesinden... Asyalı çalışan profilinin özellikle bizim ailemize hiç uygun olmamasından doğan, kendi işimi kendim yaparım özgürlüğü ve ardından gelen yorgunluktan... Adım başı tüm haşmeti ile yükselen baz istasyonlarından... Pahalılığından...

Herkesin gelip geçiyor olmasından, hiç kimsenin kalıcılık, arkada sağlam bir isim ya da hoş bir seda bırakmak gibi bir kaygısı olmamasından doğan, fırsatlar ülkesinin vurdum kaçtım durumundan...  Pek çok şeyin kalite algısı zayıf, kalite-değer korelasyonu sıfır bir Jumeirah Jane populasyonunu hedefliyor olmasından... (Bu arada ‘Jumeirah Jane’, denilen kavramı ben uydurmadım, kavramdan ziyadesi ile haberdar ve şikayetçiydim gerçi. Sağolsun Dubai bu gruba bu ismi uygun bulmuş. Dubai’de yaşayan expat anneler profilinde kendimi tam olarak bir gruba oturtamasam da, Jumeirah Jane ve Soccer Mom (Futbolcu Anne) ikileminde ikincisine daha yakın olduğum söylenebilir.)

Dubai’de hayat yalan, suni derken ‘Gerçek’ nedir? sorusu üst üste bombalarla düştü gündemimize. 19 Mart Cumartesi günü biz, aylardan beri  Alman mekanizmalı piyano bulamamın sıkıntısı ile piyano depolarını geziyoruz. Sadece Kanadalı bir adam getiriyormuş Alman piyanolarını. Fiyatlar Türkiye’nin 3 katı. Uzakdoğu’ya yaklaştıkça ve kalite bilgisi ve algısı düştükçe Çin malları bu ülkeyi her alanda sarmış durumda. Sözün özü şudur ki dehşet paralar harcayarak alacağınız bir piyanonun çok büyük bir olasılıkla mekanizması değiştirilmiş, kullanılmamış diye düşünürken, ikinci, üçüncü el olmuş olması içten bile değil. Bu durumun dehşeti ile hayıflanırken, benim güzel memeketimde gündüz vakti, ulu orta bombalar birbiri ardına patlamış!


Dubai’de şikayet ettiğimiz her şey çok elle tutulur gibi iken birden şımarıklık gibi geldi. Bahar tatili kapıda. İlk önce İsviçre’ye gideceğiz, sonunda İstanbul’da iki gün duraklayıp, anneanne, dede ve kuzenimiz, ablamız sevgili Bengisu’yu alıp Dubai’ye geleceğiz tatilimizin ikinci haftasını geçirmek için. Bu durumda İstanbul’da ‘İki gün bile kalmasa mıydık acaba?’ deyiverdik. ‘Acaba havaalanından aktarmalı mı gitseydik?..’Oğuz’u Bebek Parkı’na götüremedikten sonra?.. Akmerkez’den geçemedikten sonra?..

Ve... bu düşünceler dudaklarımızdan döküldüğü anda pişman olduk. Biz İstanbul’u her daim özleriz. Arnavutköy’den çıkıp Hisar’a doğru yaptığımız sağlık yürüyüşlerinin Sütiş’te menemen, kıymalı kol böreği, bal, kaymak, simit ile başlamasını; Hisar’a doğru İskele Büfe’de 3 TL’ye dünyanın en güzel sosisli sandiviçi ile devam etmesini, Fincan Cafe’de Türk Kahvesi ile taçlanmasını özleriz. Yol üzerinde Bebek Park’ta mola vermeyi...

Sağımıza solumuza şüpheli paket, şüpheli kişi diye bakmazdık. Geçen yıl Anneler Günü hediyesi oğlumun beni Taksim’e götürmesiydi. İstiklal Caddesi’nde boylu boyunca yürünür, yakalanırsa tramvaya binilir, yolda Maraş dondurması alınır, Hard Rock Cafe’de mola verilir, dönüşte de ıslak hamburger veya ‘cos’ döner yenilir...

Bu benim İstanbul’um. Ablama Dubai’ye getirmek için siparişler verdim. ‘Ortalık yatışınca bir ara alırım. Şimdi Akmerkez’e falan gitmiyoruz.’ dedi. Oğuz’un birkaç arkadaşını anneleri 19 Mart haftası  okula göndermemiş. Okul Etiler’de!..

Dubai dünyanın karışık coğrafyalarından insanlarla dolu, dolayısı ile okulumuz da.. Oğuz’un Fransızca öğretmeni Afgan kökenli, doğma büyüme Fransa vatandaşı. Bir gün bir bomba düşmüş evlerinin yanına, annesi babası kaçmış topraklarından Fransa’ya yerleşmişler ve böylece O’nun hikayesi başlamış... Afgan kökenli, Lyon’da doğma, büyüme, Amerika’da öğretmenlik yapmış, sonra yolu Dubai’ye düşmüş... Herkes şöyle bir dünyayı dolaşmış. Oğuz’un Suriyeli, Cezayirli, oralı buralı arkadaşlarına bakıyorum. Tabi hepsi Fransızca konuşuyor. Belçikalı’yız, Fransız’ız, vs ... diyorlar. ‘Yahu çocuğunun adı Mohammed, nasıl Belçikalı oluyorsun?’ diyorum. Ben bu dünya vatandaşlığı olayına sanırım biraz dar bir açıdan bakıyorum.


Şimdi ise düşünüyorum?.. Son zamanların en büyük sorusu babamız açısından şu idi: ‘İstanbul’daki evimizi Oğuz ağlamasın diye olduğu gibi bıraktık, burada sıfırdan bir düzen kurduk. Dönünce nereye sığdıracağız bu kadar eşyayı, burada bırakmaya da kıyamayız?..’ sorusu şuna döndü: Acaba dönecek miyiz? Acaba dönmek istiyor muyuz? Biz evimizi aslında niye boşaltmadık?.. Burası oğlumuzun evi, burası bizim vatanımız, Oğuz’un asıl yuvası, Oğuz bilsin ki kökü burada!


‘Paper ne demekti, anne?’ diye sordu geçenlerde. İstiklal Marşı’nın ikinci kıtasında saşırmaya başladı. (başlamış.) Her hafta en az 5 tane okumak zorunda olduğu dijital kitap dünyasında gelmiş geçmiş ABD Başkanları’na övgü, saygı, siyah hakları (ve de pek güzel işleniyor) vs, vs... Ama Atatürk ile ilgili doğru düzgün bir çocuk kitabı yok ki memlekette alıp okuyalım, bu saatten sonra basılmaz da zaten, yazsanız zaten faşist ilan edilirsiniz, çünkü her ülkenin milliyetçiliği pek bir kutsal ve saygındır, ama Türk milliyetçiliği, demode olmuş ya da olmalıdır. ‘Bizim çocuklarımıza ne kadar eşit haklar olacak?’ diye düşünürken memleketimizde, bir de bombalar girdi hayatımıza. ‘Bizim başka memleketimiz yok.’ der annem. Pek de doğru söyler... de...  Korktum birden oğlum Allah ömür verip 30 yaşına, 40 yaşına geldiğinde ne diyecek? ‘Ben Türk’üm, evim İstanbul’da, Arnavutköy’de.’ dese keşke...

Üstün zekalı, üstün yetenekli çocuklar... Gifted and Talented Children 1


                                                                                                     Haziran 2016 / Baby&You
Övünç kaynağı mı, ağır bir sorumluluk mu?..

Fark edilmeliler mi, fark edilince ne olur? Nasıl fark edilirler? Sonuç değişir mi? Değişmeli mi?..

Son zamanlarda üzerinde çok fazla yayın okuduğum, uzmanlarla konuştuğum, kendi kendimi çok sorguladığım bir konu... Bu konuda iki farklı görüş var:

-          İlk görüş: İngilizce’de bu görüşü çok güzel açıklayan bir ifade var: ‘So what?..’ Tam olarak ifadenin hakkını vermese de ‘Eee, ne olmuş, ne fark eder?’ olarak çevirebiliriz. Kısaca der ki: ‘Çocuğun üstün zekalı / yetenekli olduğunu öğrendik. Eeee?... Ne değişecek ki?!’

Sağlıklı, mutlu ve normal olması dışında ne bekleriz ki çocuklarımızdan?

(Çok dillendirmesek de içten içe aslında bütün bunların yanında çalışkan ve başarılı olmalarını da beklemiyor muyuz? Hadi anneler-babalar-öğretmenler, itiraf zamanı!)

IQ (zeka) testlerine ne kadar güvenilir, bir test kompleks insan zekasının ne kadar aynası olabilir? sorusu ise  başka bir yazının konusu.

Bu yazının tek amacı, ‘Üstün zeka ve/veya yetenek fark edildi, eee ne oldu?’ Bunun yanı sıra ‘Bu özellikler fark edilmedi, ne olur?...’ sorularını değerlendirmek. Bu noktada ikinci görüş gündeme geliyor.

-          İkinci görüş: Üstün zeka ve/veya üstün yetenek fark edilmeli ve saptanmalıdır. Çünkü üstün zekalı / yetenekli bir çocuk ‘normal’ bir çocuk değildir. Ondan normal olmasını beklemek, ona verilen yeteneğin görmezlikten gelinmesi, çocuğu olduğu gibi kabul etmemek demektir.

Çocuktan da bunu önemsememesini, içinden gelen sesi dinlememesini, potansiyelini bastırmasını istemek anlamına gelir.

Aynı görüş, eğitim sisteminin ‘normal’ olarak değerlendirilen zeka ve yetenek tanımından yola çıkarak, daha doğrusu bu dağılımdaki çocukların ihtiyaçlarına ve gelişimlerine hizmet edecek şekilde tasarlandığını söyler. Bu bütün dünyada böyledir. Türkiye’de, İsviçre’de, Birleşik Arap Emirlikleri’nde de, Amerika’da... Uygulamalarda ülkelerin farkları ortaya çıkar.

 Öğretmenler üstün zekalı / özel yetenekli çocukların önemli, ayırt edici özelliklerinin farkında mı?

Uzmanlar İngilizce’de terminolojiye ‘teacher pleasers’ olarak geçen öğrenciler konusunda öğretmenleri uyarıyor. Bunlar öğretmeni mutlu eden, sınavlarda başarılı olan öğrenciler. Bu öğrenciler ile üstün zekalı programına dahil olacak öğrencilerin karıştırılmaması gerektiğinin altı çiziliyor. Tabi bu noktaları tartışan ülkeler, üstün zekalı / yetenekli çocukları için okullarında özel programları ve bu konuda devlet politikaları olan ülkeler.

Bu çocukların beyin MR’larına bile bakıldığında normal çocuklardan ne kadar farklı oldukları açıkça gözükürken, normal çocuklar için tasarlanan bir eğitim sisteminde başarılı ve mutlu olmalarını beklemek haksızlık olmaz mı? Zihinsel açlıklarını doyurmaktan son derece uzak bir program için saatlerce kuru bir sandalyede sıkılmadan oturmalarını beklemek biraz insafsızlık olmaz mı?

Hat safhada bir mükemmelliyetçilik anlayışı, özellikle küçük yaşlarda, anaokulu ve ilkokul çağlarını düşündüğümüzde, bilgiye doymayan bir beyin ama beynin hızına yetişemeyen minik parmaklar... Makas tutma kabiliyeti, aynı sıkıcı cümleleri tekrar tekrar yazarken sıkılması konusunda öğretmenden gelen ihtarlar. Zaten küçücük yaşta kendi kendine okumayı öğrenmiş bir çocuktan ‘...Ama  ilkokul 1. sınıfın programı bu, seslerden hece, hecelerden kelime, kelimelerden cümleler kuruyoruuuz.’

Yahu bu çocuk, ilkokuldan önce dünyanın oluşumunu merak etmiş, fikirler üretmiş, okumuş bitirmişti. Gayzer patlamalarını okuyordu. Ece, Lal el-ele, el-ele E-ce el ele’yi defalarca yazması yazık günah değil mi? Öğretmenlerin bu çocukları fark etmek konusunda eğitilmiş olması gerekmez mi? Okullarımızdan, hele ki servet ödediğimiz özel okullardan bir gıdım farkındalık, bilgi vs... beklemek bu çocukların hakkı değil mi?..

Çocuk disleksi...  IQ yapmış 147... Resim koyman lazım kardeşim ‘a-ra-ba’nın yanına. Seslerden, heceleri, hecelerden kelimeleri  görmüyor o beyin. Kızcağız zaten tek tek sesleri değil, bütünü görüyor; senin sittin sene bakıp göremeyeceğin, görsen çözemeyeceğin konuları çözüyor. ‘Ay ama resim koyamıyoruz. Sistemimizde yoook.’ Yılda 45.000 TL almak var ama sisteminizde.

Sonra Pisa skorlarında çakıyor ama ülken. Memlekette bu konuda kanun da var hatta, ama uygulaması olmadığı ortada. Vicdan da mı yoktur, öğretme isteği de mi yoktur?.. Sözün bittiği yerdir.


Öğretme şevki, zevki, vicdanı olan tüm öğretmenlerimizi, bu eleştirilerin dışında tutuyor, öğretmen torunu ve öğretmen çocuğu olarak sevgi ve saygı ile anıyoruz.

Yazın sıcak günlerinde zaten çok fazla tatil yazısı okuyacağınızı düşünerek tatil aylarında da üstün zekalı / yetenekli çocukların eğitimi konusuna  devam edeceğiz.

İnsanların Hayatını Kolaylaştıran 6 Basit Makina?.. 6 simple machines which make life easier...


                                                                                                                 Nisan 2016 / Baby&You

‘Düşünmeden öğrenmek, zamanı kaybetmektir.’
Confucius

Oğuz’un Dubai’deki, İsviçre Okulu’nda  her altı haftada bir yeni bir konu işleniyor. Yaş 6,5’dan 7! Sınıf, ilkokul 2! Geçen ayki konuları, ‘İnsanların Hayatını Kolaylaştıran 6 Basit Makina’. Her hafta konu ile ilgili en az bir ödev teslim etmek zorundalar ve ödev listesinden istedikleri ödevi seçebiliyorlar. Verilen ödevin sayısından çok niteliğinin önemli olduğunun altı defalarca çiziliyor. Çoğunlukla da bu ödevler poster, sunum vs... halinde teslim ediliyor. Posterler ‘cool’, sunumlar yaratıcı olmalı!..

6 basit makina ne olabilir?... diye anne önceden şöyle bir evi dolanıyor.

(‘Neden önceden bunu yapıyor, ödevlerin anneler, babalar tarafından yapılmasına şiddetle karşı olan anne?’ derseniz:  Eeee, Oğuz Fransızca IB okuluna gidince, önceden herşeyin Fransızca’sına çalışmak gerek. Annenin İsviçre’deki güzel günlerden kalan alışveriş, kafe ve restorantlarda öttürdüğü Fransızca okuldaki konulara yardımcı olmak için pek yeterli olmuyor. Hele ki konular bilim konuları olunca... Eee, Oğuz’u bu okula gitmeye ve Fransızca öğrenmeye zaten ‘bilim okulu’ diye ikna etmiştik.)

Anne, eline kağıdı, kalemi alıp liste yapıyor:

Çamaşır makinası, televizyon, bulaşık makinası?... Hıııımmm... Çok kompleks...

Kettle, kahve makinası? (Arçelik biraz kompleks, çünkü kahveyi yapınca kendi kendine kapanıyor ya, Esse’nin elektrikli cezvesi basit sanki. Nespresso makinası?... Ooo, o kesin basit değil.) Tost makinası, blender, rondo...

Oğuz, eve geliyor. 6 basit makina örneği bulup Fransızca poster haline getirmek için evi dolanıyor: Kapı kolu, makas... diye başlıyor listeye...

Anne, ‘Oğlum makina bulacaksın.’ diye düzeltiyor. ‘Yani kettle olabilir, tost makinası olabilir.’ Oğuz, alaylı gözlerle anneye bakıyor.

‘Öyle makina değil yahuuu! Hani mühendisler (engineer’lar der aslında) neler kullanmışlar onların içinde?.. Vida gibi, tekerlek gibi...’ Her birinin Fransızca ismini söylüyor. ‘Hani Goldberg Machine’ler var ya, onlardan bulucam evin içinde dolaşarak. Bugün bütün okulu dolaştık ve okulda kullanılan basit makinalara örnekler bulup not aldık.’

Anne google’ın nimetlerinden faydalanarak en sonunda 6 basit makinanın; vida, tekerlek, eğik düzlem, makara, evye, balta gibi keskin cisim olduğunu öğreniyor, daha doğrusu hatırlıyor.

Ve daha neler neler hatırlıyor?..

Mesela fizik öğretmeninin, akım problemlerini çözerken, başparmağı ile göstererek ‘Unutmayın, akım öyle giderse, bu da ters yöne gider!’ dediğini...  ‘Bu?’ neydi ama, onu hatırlayamıyor...

Kuvvet, yol vs hesaplarını... hatırlıyor. O öyleyse, o da onun tersi... Kuvvet (fulcrum) nereye konulunca daha kolay oluyordu?.. Eskiden de hep karıştırırdı. ‘Yakına mı, uzağa mı?’ bir türlü ezberleyememişti. Çünkü aslında bunları galiba hiç öğrenmemişti. ‘Nerde, nasıl, neden kullanılır?’ bilmemişti. Ama bu konularla ilgili yüzlerce testi pek de güzel çözmüştü.

6 haftanın sonunda SAT (Summative Assessment Test) yani her bölüm sonundaki sınav gelir. Sınıfta gruplara ayrılarak bir proje yaparlar. Evden malzemeler gelir. Öğrenciler, o hafta boyunca belirli saatlerde, öğretmenden hiç yardım almadan sadece proje üzerinde çalışırlar. Basit makinaları kullanarak her grup bir sistem kuracak ve bir balon patlatacaktır. ‘Goldberg Machines, popping a balloon’ diye arayarak internette izlemenizi tavsiye ederim.

‘Evde bir örneğini yapalım da çocuğa sınıfta faydası olsun.’ der anne. Anne, baba işe koyulur. Aman Allah’ım o salonun hali... O olmaz, bu olmaz, bu sistem işe yaramaz, o sistem çalışmaz. Bir ara Oğuz kenardan bize akıl verir: ‘Bence böyle kesinlikle olmaz!’ Fikirler havada uçuşur, malzemeler bulunur, çiviyi çakmaktan sorumlu çekiç kaç tane kutu kırar, kaç parmak sakatlar, ama o çivi bir türlü yerini bulmaz. Sonunda o sırada bahçede çalıştığı fark edilen Hintli bahçıvan çağrılır... ‘Şu çiviyi çaksana şuraya!..’

En sonunda sınıfta Oğuz ve Maria kendi mekanizmalarını kurup balonlarını patlatır. Mutluyuz, gururluyuz.

Şu sıralarda madde, çözünürlük, batma, yüzme, geri döndürülebilen değişimler, döndürülemeyen değişimler üzerine çalışıyoruz. Ha bire deney yapıyoruz. Youtube sağolsun, konularla ilgili kısa filmler izliyoruz. Anadolu Lisesi’ndeki kimya öğretmenlerimi hatırlıyorum... Beni pek bir seven, Karadenizli, komik, sempatik erkek öğretmenimizi ve ben de dahil tüm kızlardan nefret eden pek de sevimli olarak hatırlamadığım bayan öğretmenimizi. Biriniz de bir zahmet bir bardağa, şeker, tuz falan koyup karıştırsaydınız, sonra suyu buharlaştırsaydık da baksaydık dibinde ne kalmış, ne kalmamış. Devletin ekstra imkanlar sağlamasına, uzay üssü gibi laboratuarları olmasına gerek yoktu bence. ‘Elinizde çayı höbürdete höbürdete içerken şekeri karıştırıp anlatsaydınız da olurdu...’ demeden edemiyor anne, bunca yıl sonra bile kaybedilen zamanları hatırladıkça.

Resim, müzik, beden eğitimi?.. Art, Music and PE?.. Obligatory, fun or waste of time?... Mart 2016/ Baby&You


Zorunluluk mu, eğlence mi, zaman kaybı mı?..
Konu nasıl gündemime girdi? Dubai’de tüm okullarda haftada bir saat yüzme dersi zorunlu.Yeni açılan okulumuzda senenin ilk başında yüzme havuzu hazır değildi. Yüzme havuzunun açılışı ile birlikte ders programları güncellendi ve yanlışlıkla anlaşıldı ki matematikten bir ders azaltıldı ve yüzme dersine konuldu. Tahmin edilebileceği gibi bazı velilerden ilk etapta itirazlar oldu. ‘Matematik gibi önemli bir ders yüzme için azaltılır mı hiç?’ Sonunda matematik ders saatinin aynı tutulduğu, yüzme için ilk önce sınıfın yarısının havuza gittiği, sınıfta kalanların o saatte matematik yaptığı, ikinci yüzme saatinde sınıfın kalanının gittiği, o saatte de ilk yüzme grubunun matematik yaptığı anlaşıldı. Yine de Türk anneler için çok yeterli gelmedi bu açıklama. Giyinecekler, soyunacaklar, yüzmeden yorgun gelecekler, yine olan matematik dersine olacak!.. Amanın!..


Oğuz’un annesi ise pek bir sevinmişti havuz kullanıma açıldı diye, çok da heyacanlanmıştı muhteşem tesisi görünce. Son günlerde olan bu konuşmalar Oğuz’un annesini kendi çocukluğuna götürdü...

Oğuz’un annesi, ilkokulu İzmit’te okudu. Çok iddialı bir öğretmeni vardı. Öğretmenin şöyle bir anlayışı vardı: Resim, müzik, beden eğitimi gibi (lüzumsuz) ders saatlerinde sınıfın başarılı, zeki adledilen çocukları (ki malesef bunlardan biri kendisi idi) bir kenara ayırılır ve ek çalışmalar yapılırdı. Okulun bu medarı iftiharı öğrencilerinin kıymetli zamanı şarkı, türkü ile, patates baskı, boyama ile ya da koşup, atlayıp, zıplama gibi boş uğraşılarla harcanmazdı. Bu zamanlar çok verimli bir şekilde değerlendirilir; ek testler çözülürdü. Bu küçük grupta olmak bir ayrıcalıktı... Başarı, Anadolu Lisesi Sınavları’nda alınacak sonuç olarak tanımlanmıştı bir kez... Gerçi beden eğitiminde ters ve hatta düz takla atmaktan kaytarmak ve kafadan 5 (yani pekiyi notunu) garantilemiş olmaktan dolayı memnundu Oğuz’un annesi. Doğru olan buydu sanki. Yoksa koskoca öğretmenimiz, okul müdürümüz böyle yapmazdı sanki...

İlkokul yılları böyle geçti... Lisede ise üniversite sınavı kapıdaydı... Bir gazete çıkartalım dedik arkadaşlarımızla. O zaman da Oğuz’un annesi severdi yazmayı... İlk sayıda okul müdürünün gazabına uğradık. Matematik öğretmenimiz gürledi: ‘Üniversite sınavı kapıda, siz nelerle uğraşıyorsunuz?!’


O yüzdendir ki Oğuz’un annesi itiraz etti; ‘Fransızca bilmeyen çocuklar haftanın 3 günü dersten çıkartılıp yabancı dil desteği verilecek.’ dendiğinde, diğer veliler müzik, spor ve sanat derslerinde ek dil desteği verilsin dediğinde.

Araştırmalar yapıp ‘Araştırmalar diyor ki...’ demeyecek Oğuz’un annesi size. Bu konuda kendi çocukluğuna serzenişi olan bir kişi ve bir anne olarak diyecek ki...

Sanat, müzik, spor; en az matematik, dil, fen, yabancı dil eğitimi kadar önemlidir.

Bu alanlarda keşfedilmeyi bekleyen özel yeteneğin olup olmaması değil önemli olan sadece. Özel yeteneği olsun olmasın, doğuştan getirdikleri her ne seviyede olursa olsun bütün çocukların eğitiminde bu üç ders çok önemlidir.

Her ne kadar fark etmesek de, fark ettiğimizi iddia etsek de çocukların hayatında ne kadar çok stres olduğunu bence tam olarak idrak etmemiz imkansız. Bu dersler çocukların gerginliklerinden, hissettikleri ama tanımlayamadıkları, ifade edemedikleri rahatsızlıklarından kurtulma, rahatlama, kendini ifade etme alanı tanır çocuklara, hele ki yetkin eller tarafından veriliyorsa... Von Gogh’un Ayçiçekleri resmini ne kadar güzel kopyaladığın, fırça darbelerini ne kadar iyi kullandığın değil sadece o dersteki kazanım. O boş sayfa önünde, fırçan elinde, boyalar emrinde... Belki az önce matematik problemlerini yetiştiremedin, deneyini tamamlayamadın, bahçede istediğin oyunu oynayamadın, arkadaşınla itişip tepiştin, yemek güzel değildi, yemedin, aç kaldın, arkadaşın seninle dalga geçti, öğretmenin sana kızdı, belki her şeyi muhteşem yaptın, örnek öğrenciydin ama YORULDUN, BUNALDIN. Ne güzel fırsat sana, al fırçanı eline, boyalar emrinde. İfade et kendini. Rahatla, hak etmedin mi? Hem de nasıl hak ettin!

Bütün gün sırada oturdun, ayakların uyuştu, kalem tutmaktan küçücük parmakların yoruldu. İçinde birşeyler vardı söyleyecek, sen de biliyordun cevabı, Fransızca söylemek pek bir zordu, arkadaşın Fransız, anası Fransız, babası Fransız, bilingual okul, anadilinin yanında bir de üç farklı dilde eğitim... Türk olmak, yeni olmak, küçücük olmak kolay olmasa gerek. Bir de şikayet de etmezsin sen. Görev adamısın. Verileni yaparsın. Bunalmaz mısın? Haydi, PE (Spor) dersi, Mr. Duncan beyzbolu anlatıyor. Beyzbol da ne? Boşver desem, boş vermezsin. Sen koş haydi çimenlerde, rahatla... 

Goldberg makinaları diye bir şey girdi hayatımıza (başka bir yazının konusu)... uğraştın durdun, sistemi kuracaksın, balonu sonunda patlatacaksın, bunu sistemli bir şekilde anadilin olmayan bir dilde, bütün terminolojiye hakim olarak anlatıp, yazacaksın, noktalama işaretlerini de unutmayacaksın, yaşın daha 6,5 olacak. Bütün bunlar muhteşem... ama günün sonunda müzik olsun bir yerlerde. Git müziğe, zaten hayransın Mr.Hazlett’e... Öğren nasıl kullanılmış 6 basit makina müziğin dünyasında. Biraz müzik olsun hayatında.

Büyüdüğünde, yorulduğunda, üzüldüğünde rahatlama yöntemlerin olsun. Bir spor dalı olsun düzenli yaptığın, iyi olduğun, hayatının sonuna kadar seni sağlıklı, zinde tutsun. 30’undan, 40’ından sonra spor insanın hayatına kolayca girivermiyor. Alınan birkaç kilo sonrasında yapılanlar ve kilo verilince bırakılan egzersizler, spor yerine geçmiyor.

Müzik, sanat olsun hayatında... Güzellilerden zevk almayı küçük yaşlarda öğrenir insan, yoksa bir bakarsın, zımbırtı, dımbırtı, saçmalık vs... diyen politikacılar gibi olursun. Onlar da bir zamanlar küçücük ve hatta kim bilir sevimli çocuklardı. Bu dersler insana sakinlik, biriken gerilimleri doğru yöntemlerle boşaltma yetisi, farklı bakış açıları kazandırır. Güzellikleri fark etme, zevk alma yeteneği kazandırır. Ve güzellikleri fark eden, zevk alan insan, güzellik gördüğünde korumak ister...