Özgüvenli insan
yetiştiren bir toplum muyuz acaba? Ve... her şeyden önemlisi özgüveni nasıl
tanımlıyoruz acaba?..
İçinde ‘özgüven’ konusu geçen yazıları
taradım. Çocuk eğitimi-gelişimi yazılarının dışında, büyüklerin önemli
hayatlarından, memleket, dünya
meselelerinden bahseden yazıları. İki konu dikkatimi çekti. İlki genel
olarak özgüvenin tanımında anlaşamadığımız:
‘Özgüveni’ ‘ötekine göre,
başkasına karşı ...’ diye gördüğümüzü fark ettim. İkincisi de ülkemizde bir ‘özgüven
devrimi’ yaşanıyormuş. Fark edememiş olduğumu fark ettim.
Koca koca
yazarları, politikacıları kendi hallerine bırakalım, bizim konumuz olan sevgili
çocuklarımıza bakalım... Dışarıda vahşi bir ‘güven’ patlaması var, nasıl
korunalım?
Özgüven ne demek
(değil)?..
§
Karşısındaki insandan daha güçlü olduğunu düşünmek,
değil.
§
Karşısındakine (daha) zayıf, (daha) başarısız olduğunu
hissettirmek değil.
§
Karşısındakini fırsatı yakaladığında ezebilmek değil.
§
Arkadaşının başarısızlığından mutlu olmak değil.
§
Kendini dev aynasında görmek değil.
§
Kalabalık bir gruptaki en yırtık kişi olmak; en çok,
en etkili, en yüksek sesle konuşan olmak değil.
§
Kasıla kasıla yürümek; en havalı olmak veya olmaya
çalışmak değil.
§
Büyük, küçük, güçlü, güçsüz herkese kafa tutabilmek
değil.
§
Saygısızlığı, hak ihlalini normalleştirmek yolunda
azimli olmak değil.
§
Her şeyi öncelikle kendi hakkı olarak görmek değil.
(Bu hak; oyuncak olur, salıncak sırası olur, trafik kuralı olur, kamu malı
olur...)
Geçenlerde
Oğuz ile parktaydık...
3 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir oğlan çocuğu,
bakıcısı ile geldi parka. Bakıcının çantasından bir makinalı tüfek çıktı.
Çocuğun eline tutuşturuldu. Çocuk herkesi tarıyor. Oğuz, bisikletini kenara
koydu. Yere çöktü, taşlar ile oynuyor. Oğuz’un yanına geldi; Oğuz’un elindeki
taşları almaya çalışıyor. Oğuz’un hiç bir zaman paylaşmama problemi olmadı. Aksine
elindekine sahip olma, elinden zorla bir şey aldırmama konusundaki
çalışmalarımız son sürat devam ediyor. Oğuz yardım ister gibi bana bakıyor, bir
yandan da avcunu sımsıkı kapıyor. Çocuk bütün gücü ile Oğuz’un avcunu açmaya
çalışıyor.
-
‘Ver taşları bana!’
Anlaşılan çalışmalarımızda kat etmemiz gereken daha çok
uzun bir yol var ki Oğuz, ‘Hayır, ben oynuyorum. Elimden alamazsın.’ vb sözler söylemiyor.
Oğlan, Oğuz’un yarısı. Oğlan, Oğuz’u paralayacak! İki adım ötede bakıcı, sessiz
sakin, serin havanın tadını çıkartıyor. Artık oğlumun yardım isteyen maviş
gözlerine dayanamayıp çömeliyorum yanlarına.
-
‘Ama arkadaşının elinden zorla bir şey almamalısın.’
-
‘İstiyorum, versin!’
-
‘Oynamak istiyorsan, ‘Beraber oynayalım mı?’ diye
sorabilirsin.’
-
‘Beraber istemiyorum. Ver taşı.’
-
‘...Bak ama senin gibi tatlı bir çocuğa hiç
yakışmıyor...’
Baktım, tatlı dil işe yaramıyor, bakıcının
kayıtsızlığı kanımı kurutuyor ve itiraf edeyim ki, o güzel yüz o kadar da tatlı
gelmemeye başlıyor... Net ve sakin bir şekilde;
-
‘Hayır, böyle davranamazsın!’ diyorum. ‘İstersen sen
de kendi taşını bul...’
Çocuk Oğuz’u paralayacak. ‘Hayır vuramazsın!’ 3
yaşındaki çocuğun karşısında çaresiz kalıyorum. Bakıcı iki metre ötede, hala
serin havanın tadını çıkartıyor.
Çocuk bana öfke dolu gözlerle bakıyor. Yerden otomatik
tüfeğini alıp beni tarıyor.
-
‘Sen öldün.’ diyor.
-
‘Hayır, ölmedim.’ diyorum.
-
‘Sen öldün, bisiklet de benim.’ diyor ve bisiklete
doğru yürüyor.
-
‘Hayır, bisikleti alamazsın.’ diyorum.
-
‘Alırım.’ diyor.
Sakin (?) kararlılığımı fark edip uzaklaşıyor bizden ve
gidip kaydırağın dibindeki kızlardan birinin kafasına bir tane indiriyor. Bana bir
tane indirmekti isteği fark ediyorum; ama gücü yetmeyince ‘gücü yetene’
seçeneğini kullandı. Böyle bir seçeneği olduğunu hiç öğrenmemiş olmalıydı.
Kızın anneannesi fırlıyor yandan. Bakıcı bir zahmet kımıldanıyor...
-
‘Vurmadı, vurmadı, sevdi.’ (!!!!)
Anneanne kızı alıp uzaklaşıyor. Oğuz’a içimden de olsa
kızamıyorum; kendisinin yarısı bir çocuğa karşı kendini koruyamadığı için.
Benim kanım dondu, bu güzel yüzlü, minik çocuk karşısında. Elbet bu güzel yüzle
doğdu; ama bu davranışlar ile doğmadı. Bu davranışı bir yerlerde gördü,
öğrendi, kim bilir belki takdir gördü.
Bakıcının yerine parkta annesi ya da babası olsaydı
çocuğun ne derlerdi acaba?
‘Oğlum, ne kadar güçlü. İki katı çocuğun elinden kaptı
taşları. Kadın ne diyeceğini şaşırdı. Sen de oğluna taşına sahip çıkmayı
öğreteydin?’ mi derdi acaba... Yoksa özür dileyip, özür diletip doğrunun ne
olduğunu mu gösterirlerdi oğullarına. Sanırım hayal kuruyorum. Zaten bu çocuk,
ikinci senaryoda bu şekilde davranmayı hiç öğrenmemiş olurdu. Muhtemelen de
öyle olsaydı, parka otomatik tüfek ile gelmez idi; çünkü böyle bir oyuncak ona
hiç alınmamış olurdu.
Arkadaşlara anlattım ‘Vaaay, çocuktaki özgüvene bak!’
dediler... Güzel memleketimdeki ‘özgüven devrimi’ bu olsa gerek.
...Oysa özgüvenin
tanımında ‘karşısındakine göre, başkasına karşı’ diye bir şey yok. Özün, kendin;
ne hissediyorsun kendinle ilgili? Yalnızken, etkilemen gereken insanlar yokken,
gece yatağına yattığın zaman, aynaya tek başına baktığın zaman...
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Çocukların
ne kadar zor bir dünyası olduğunu anladım (ya da hatırladım...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder