Varşova, 2006
Auswitz ve Birkenau… Tüm dünyanın bildiği bu isimler, 2. Dünya Savaşı’nda Naziler’in Avrupa’yı istenmeyen ırklardan temizleme operasyonuna ya da sonradan Yahudi Soykırımı diye adlandırılan soykırıma misafirlik eden Polonya topraklarında Oswicem (Oşfıyencem) ve Brzezinka olarak geçiyor.
Auswitz, Polonya’nın güney batısında bir küçük kasaba…
Auswitz kampı; adını aldığı küçük, sevimli bir kasabanın hemen yanında, nehir kenarında kurulmuş. Arabayla geçerken ‘Almanlar, böyle soysuz bir soykırım için ne kadar da güzel bir yer seçmiş’ diye düşünmeden edemiyor insan. Tabi ki bu yerin seçilmesi ne tesadüfi, ne de Almanların doğa tutkusundan kaynaklı. Auswitz, Avrupa’nın tam ortasında yer alan ve demir ağlarla tüm Avrupa’ya bağlanan bir lojistik üst. Böylece Avrupa’nın dört bir yanından toplanan Yahudiler, çingeneler, homoseksüeller ve Polonyalılar trenlerle bu merkez noktaya getiriliyor. Çevredeki ağaçlarla kaplı güzel doğa ise buradaki katliamı bir müddet de olsa gözden uzak tutuyor. Nehir ise gaz odalarında yakılan insanların küllerini bağrına basıp serin suları ile harmanlayıp ortadan kaldırıyor ve hatta yatağı kıyısında doğal insan gübresi sayesinde tarıma elverişli alanlar yaratıyor.
Turistler, genellikle önce Polonya’nın tarihi başkenti ve en güzel şehri Krakow’u ziyaret edip, Krakow’dan tüm gün sürecek bir Auswitz-Birkenau turu alıyorlar.
Hitler, Krakow’u Varşova gibi yerle bir etmemiş. Çoğu Yahudi, 1,5 milyon insanı sessizce son yolculuklarına uğurladığı toplama kampını, Krakow’un 60 km batısında, 1940 Nisan’ında kurmuş. Auswitz toplama kampı, ilk olarak Polonyalı politik mahkumlar için düşünülmüş; fakat daha sonra dünyadaki en büyük (olarak kabul edilen) soykırımın ev sahipliğini yapmış.
Burada ilk önünüze çıkan durak Auswitz Müzesi. Auswitz Müzesi ve Birkenau kamplarına giriş aslında ücretsiz. Eğer rehber eşliğinde değil de ‘kendi başıma gezerim’ diyorsanız iki kampı ve müzeyi bedava gezebiliyorsunuz. Arkasında Yahudi desteği var mıdır bilinmez; ama böyle bir yere girişin bedava olması gerçekten ilginç. Aslında Polonya’da 2. Dünya Savaşı ile ilgili pek çok müzenin girişi ya bedava ya da bedava denilecek kadar ucuz. (yaklaşık 2 YTL) Polonyalı yaşadığı dramı hem halkına, hem de tüm dünyaya unutturmamak için her imkanı sağlıyor olsa gerek.
İlk önce 17 Ocak 1945’de kampın, Sovyet ordusu tarafından özgürlüğüne kavuşturulması ile ilgili bir film izliyorsunuz. Tabi bu filmde aslında Almanlar’ın ve Ruslar’ın 1939’da, yani savaşın başlangıcında, Polonya’yı aralarında bölüşmek için anlaşma yaptıkları; Varşova’yı tamamen yerle bir etme kararı alan Hitler’in şehri yerle bir ederken şehri ikiye bölen Wisla Nehri’nin –bugün Praga diye anılan karşı tarafında Rus ordusunun tüm şehrin yıkılmasını beklediği anlatılmıyor. Daha sonra fazla güven hatasına düşen Naziler’in, anlaşmayı ihlal ederek Ruslar’a saldırmasından dolayı, Ruslar’ın bu ülkeyi Naziler’e kaptırmamak için Polonya’nın yanında olmasından da söz edilmiyor tabi ki.
Zaten 17 Ocak 1945’ten sonra Ruslar’ın Polonya halkını ne şekilde özgürleştirdiğini hepimiz biliyoruz.
Günün birinde Polonya sokaklarında dolaşır ve 17 Ocak 1945 gününe ait bu filmi izlerseniz, 1945’lerin Polonyalı kadını ve 2000’lerin Polonyalı orta yaşı geçmiş ve yaşlı kadınları arasında son dere tanıdık ifadeler, tanıdık bakışlar bulursunuz. Sanki o kampların izi düşmüştür yaşlı Polonyalı teyzelerin yüzlerine, 1945’derden bugünlere.
Auswitz Kampı…
Ağaçlar arasında geniş bir yol boyunca sağlı sollu, kırmızı tuğlalardan yapılmış, sivri çatılı sıra sıra bloklar… Klasik Polonya yapılarına benziyor aslında. Bu bloklardan biri Polonyalı politik suçlulular için. Polonyalı bilim adamları, sanatçılar da bu bloğun misafirleri… Müzisyenlerin görevi sabahtan akşama kadar bu yolda klasik müzik çalmak. Diğer mahkumlara göre kısmen de olsa daha rahat bir hayatları olduğunu söyleyebiliriz. Mahkumlar kampın kapısında Arbeit macht frei! / Çalışmak özgürleştirir! yazan girişi geçtikten sonra özgürlüğün farklı bir tanımı olan yeni hayatlarına ilk ve son adımı atıyorlar. Bundan sonrası ağır çalışma koşulları, en ufak nedenlerle (örneğin izinsiz tuvalete gitmek, bir köşede durup birkaç saniye dinlenmek veya yavaş çalışmak) Nazi subaylarının ölüm kokan nefesini enselerinde hissetmek. Cezalar…? Değişiyor. Aslında pek bir standardı yok. Bazen Ölüm Duvarı ’nda Polonya’nın -40’lara varabilen soğuğunda çırılçıplak bir yürüyüşten sonra kurşuna dizilmek, bazen bir metrekarelik hücrelerde 5-6 kişi ayakta; günlerce aç, susuz, ışıksız hapis…
Savaştan iki yıl sonra açılan Auswitz Müzesi, komünist dönemde daha çok anti-faşist bir müze olarak konumlanmış. Buradaki Yahudi katliamı geri plana itilerek daha çok bu kamplarda öldürülen Polonyalılar üzerinde durulmuş ve Sovyetler Birliği’nin Polonya’yı Naziler’den kurtarıp özgürleştirdiği ideolojisine hizmet etmiş. 1979’da Unesco koruması altına (Unesco Word Heritage List) giriyor.
Komünizmin çöküşünden sonra ise Yahudi dramı önem kazanmış. 27 nolu bina burada acı çeken ve mücadele eden Yahudiler’e adanmış.
Blokların içi…
Önce hapishane bloklarını, sonra gaz odalarını ve krematoryumu ziyaret ediyoruz.
Bu fırınlarda yakılan mahkumların külleri tarıma elverişli alanlar yaratmak için gübre olarak kullanılıyor.
Auswitz kampında ölenlerin fotoğraflarının olduğu bir koridordan geçiyoruz. Naziler ilk başlarda her mahkumun fotoğrafını çekip, kampa geliş ve ölüş tarihlerinin kaydını tutmaya çalışmış. Sonraları sayılar o kadar artmış ki bu yöntemden vazgeçmek zorunda kalmışlar.
Koridor duvarlarında o fotoğraf çerçevelerinden o kadar canlı bakıyorlar ki ziyaretçilere. Kifayetsiz ifadeler, korku dolu ifadeler, ağlamaklı ifadelerle… gözleri o kadar canlı ki… insana suçluluk duyduruyor nedense… sanki o fotoğrafların içinde hala yaşıyor o gözler… hala o ızdırabı çekiyor o gözler… ve onlara uzatılmayan her yardım elini suçluyor o gözler…
Koridorun sağında bir başka oda. Sadece çocuklara ayrılmış. İçlerinden biri hala aklımda. 11-12 yaşlarında bir kız çocuğu, bir yıldan az dayanabilmiş kamp hayatına. İzci kampında, yaz kampında olması gerekirken o ölüm kamplarında geçirmiş kısacık ömrünün en uzun yılını. Gözleri; ağlamakla dayanmak arasında… sanki iki yağmur damlası düşmüş gözbebeklerine ve yanaklarına süzülmeye korkup göz pınarlarına sığınmış. Ve işte o fotoğrafta sıkışmış kalmış 1943 kışından bu güne… Suçu Yahudi olmak, aynı Tanrı’ya farklı bir şekilde ibadet etmek… Farklılıklara tahammülü olmayan bir grubun, bir dönem hiç olmaması gerektiği kadar güçlü olduğu topraklarda doğmak, aynı gökyüzü altında tehlikeli topraklarda olmak suçu…
Ve Birkenau…
Auswitz her zaman daha çok bilinip duyulsa da asıl büyük katliamın olduğu kamp Auswitz’in 2 km batısında 1941-42 yılları arasında 175 hectar alan üzerine kurulan Birkenau kampı. Auswitz’in 20 katı büyüklüğünde ve hiçbir zaman tamamlanamamış bu kamp, Auswitz 2 olarak da biliniyor. Bir Alman mühendislik harikası olarak kurulan ve verimliliğin tanımını yeniden yapan bu kampta 300 tahta baraka, 4 büyük gaz odası ve bir de krematoryum bulunuyor. 27 milletten 1,5 milyon insanın (1,3 milyon Yahudi, 150.000 Rus, 75.000 Polonyalı ve 21.000 çingenenin) son durağı olan bu kamp, daha sonra Sovyet askerlerinin yaklaştığını duyan Naziler tarafından delilleri ortadan kaldırmak için yıkılıyor.
Bu tahta barakalarda, her katta 9-10 mahkum uyuyor. Yataklara sığabilmek için enlemesine yatıyorlar. Mücadele ettikleri tek düşman Naziler, soğuk ve zor çalışma koşulları değil. Pislikle, salgın hastalıklarla ve de özellikle gece uykuya daldıklarında atağa geçen farelerle mücadele etmek zorunda kalıyorlar.
Birkenau, Alman mühendislik dehasının bir sonucu. İnsan katliamının en verimli şekilde gerçekleştirilebilmesi için o dönemin tüm mühendislik imkanlarından faydalanılarak inşa edilmiş. Mahkumlar banyo yapmaya götürülmek bahanesi ile gaz odalarına götürülüyor. Kıyafetleri ve üzerlerindeki tüm eşyaları doğal olarak banyoya girmeden önce soyunma odalarında bırakıyorlar. Soyunma odalarında bırakılan bu eşyalar da, hiçbir şeyi ziyan etmeyen Nazi ordusu kaynaklarına aktarılıyor. 2000 kişiye kısa bir süre ev sahipliği yapacak kadar büyük gaz odalarına girince sıcacık bir duş yerine odaya zehirli gaz veriliyor. Odalara verilen zehirli gaz işlevini tamamladıktan sonra, özellikle kadın mahkumların saçları kesiliyor ve cansız bedenleri asansörler ile fırınlara taşınıyor. Almanlar her şeyden, ama her şeyden faydalanıyorlar. Kesilen saçlar Almanya’daki fabrikalara gönderilip, Nazi askerlerini sıcak tutması için kumaş olarak dokunuyor ve üniformalar yapılıyor. Almanya’nın bu kadar kısa zamanda yoktan var edip dev bir ekonomi kurmasında büyükbabalarındaki bu müsriften kaçınma ve verimlilik bilinci büyük önem taşımış olmalı diye düşünmeden edemiyor insan.
Birkenau kampında Ölüm Kapısı’ndan girip demiryolu boyunca yürürseniz gaz odalarının kalıntılarını görebilirsiniz. Bunlardan bir tanesi de ayaklanma çıkartan bir grup Yahudi tarafından ateşe verilmiş.
Birkenau kampında tuvaletler, altları büyük birer kuyu şeklinde oyulmuş delikler. Bu tuvaletleri boşaltmak da genellikle Polonyalı bilim adamları ve sanatçılara verilen görevler arasında. Amaç; düşünen Polonyayı sindirmek, amaç entelektüel Polonyayı aşağılamak.
Birkenau , gözetleme kulesi… Önünüzde uzanan tren yolu… İleride tahta barakalar. Bir çizginin sağı ve solu. Tren rayları ile evlerinden alınıp bu tahta barakalara getirilen milyonlarca insan… Bir çalışma kampına getirildiklerini, savaş bitene kadar orada kalacaklarını sanıyorlar. Bu kampın son yolculukları olacağını bilseler niye çalışsınlar? Bir Alman (Nazi) subayı, trenden indirilenleri parmağını oynatarak çizginin sağına ve soluna ayırıyor. Bir tarafa işe yarayacağına inandığı, daha güçlü gördüğü mahkumlar. Diğer tarafa Birkenau kampına getiren rayların son durağının ölüm olacağını birkaç dakika sonra anlayacak olanlar; çalışacak kadar güçlü gözükmeyenler, kadınlar, hastalar, yaşlılar ve çocuklar. Onlar, bu mühendislik harikası kampa en hızlı katkıda bulunanlar: Saçları ile, yanan bedenlerinden geri kalan küllerinin verimli tarım için topraklarda gübre olarak kullanılması ile, Alman (Nazi) ordusunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere geride bırakacakları ayakkabıları, valizleri, kıyafetleri, diş fırçaları, dişleri, saçları ile…
Sonra parmağını sağa ve sola oynatan Alman (Nazi) subayı, fikrini değiştiriyor. Kampa gelen çocuklardan sarışın, mavi gözlü ve sağlıklı olanlarını parmağının tek bir hareketi ile kalabalıktan ayırıp bilimsel araştırmalar yapılmak üzere Dr. Mengene ‘e teslim ediyor. Amaç güzel Ari ırkın hızlı büyümesine katkıda bulunmak. (Adolf Hitler, kısa, çirkin ve kumraldır. Yaratmaya çalıştığı Ari ırkın hiçbir fiziksel özelliğini bünyesinde barındırmaz aslında…)
Tren rayları boyunca yürüyoruz. 1,5 milyon insanı hayatlarının acı dolu son noktasına taşıyan raylar şimdi turistlerin pahalı ayakkabılarına yol gösteriyor. İleride ellerinde dev İsrail bayrakları olan bir grup liseli İsrailli genç. Filistin’deki terör ve acı dolu ‘kutsal toprakları’ndan çıkıp, atalarının acı dolu 3 yılını geçirdikleri ve can verdikleri topraklara gelmişler. Demiryolu boyunca yürürken geçen yıl gazetede gördüğüm bir fotoğraf aklıma geliyor. Yerle bir edilmiş Filistin sokakları, yaşlı bir teyze elinde ilaçları, enkazın kenarında ağlamaklı. İsrail bakanlarından biri bu fotoğrafı gördüğünde Nazi toplama kamplarını hatırladığını söyleyince İsrail’de yer yerinden oynamış ve Başbakanın sert ihtarları ile bakan susturulmuştu. Dünya Savaşı sona erdikten hemen 2 yıl sonra Auswitz müzesi açılmış. Acaba bir gün Filistin’de de böyle bir müze açılacak mı, Bosna’da, Irak’ta?...
Günün birinde Polonya’ya yolunuz düşer ve Auswitz – Birkenau Kampları’nı ziyaret ederken bulursanız kendinizi kulak kesilin rehberinize…. Acaba bir tek ‘Alman’ lafı duyabilecek misiniz? diye… Ben iki kez gittim. Farklı rehber gruplarına katıldım. 4’er saat boyunca konusunda uzman Polonyalı rehberlerle iki kampı da gezdim. Turdan önce Auswitz müzesinin girişinde sinema salonundaki filmi izledim. Ama hiç ‘Alman ordusu’, ‘Almanlar’ gibi kelimeler duymadım. Sadece ‘Naziler’, SS Subayları… Kimdi bu Naziler?.. Niye tarih boyunca sadece bir ülkenin ordusu ülkenin ismi dışında bir isimle anılır. Bir kitap okuyorum. 2. Dünya Savaşı Polonya’sında geçen. Gerçek bir hayat hikayesine dayanan. Adı Hansel ve Gretel’in Gerçek Öğküsü. Almanlar’dan saklanan iki Yahudi çocuğun hikayesi… Tercüme hatası olmasa gerek kitapta hep Almanlar, Alman ordusu kelimeleri geçiyor. Ama kampın içinde hiç kimseden bu kelimelerin telaffuzunu duyamıyorsunuz. Nedense?...
İki defa gittim Auswitz ve Birkenau kamplarına… Uykularım kaçmadı… Dehşete düşmedim, gözlerimden yaşlar boşanmadı. Vahşeti küçümsemek değil de bugün de pek çok yerde benzer vahşetleri yaşayan insanlar olduğunu ve nedense hiçbirinin sesinin bu kadar güçlü çıkmadığını düşündüğüm için galiba.
‘One who does not remember history, is bound to live through it again.’
Tarihi hatırlamayanlar onu yeniden yaşamaya mahkumdur.
George Santayana
Ebru Verimli Yüksel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder