12 Kasım 2008 Çarşamba

…Karşıki evde biri var. İçinde yalnızlığı, bir şeyler yazmaya çalışıyor?...

Varşova, Eylül 2004

Hayatım boyunca hep yazmak istedim… Küçük bir kızken masallar yazmak istemiş ve yazmıştım da… Daha sonra küçük hikayeler, anılar… Hatta babamdan bir daktilo istemiştim, o da nasıl yaptı bilmiyorum bana ikinci el bir daktilo getirmişti bir gün. Bir tuşu çalışmıyordu… seri bir şekilde yazmak çok da kolay değildi… ve sanki sonra sonra bahaneler çoğaldı. Dersler daha önemli oldu, arkadaşlarla buluşmalar, üniversite telaşı… Üniversite yıllarında sadece günlüğüme yazardım. O da sadece hüzünlü zamanlarımda…

Şimdi hayallerime kavuştum… ruhumun eşi ile evlendim. Ve Polonya’ya taşındık. İşten ayrıldım. Tüm zamanlar benim… Hep hayalini ettiğim daktiloya hiç kavuşamamış olsam da artık uzun zamandır istediğim bir laptobum var… Eeee?.... Niye yazmıyorum ben artık?... Chopin’in CD’si çalıyor… Galiba Chopin yazı yazmak için pek de uygun bir müzik yapmamış. Hasan Cihat Örter’i koydum yazıma kısa bir ara verip CD çalara. Bakalım Hasan Cihat Örter yazı yazmaya uygun müzikler yapmış mı? Kim bilir belki Türkiye’den kokular getirir burnuma… İçimde özlem alevlenir. Hani duygusal olduğunda daha bir güzel yazar ya insan…? Öyle mi olur gerçekten? Artık mutlu bir hayatım olduğu için mi yazamıyorum ve hatta hep yazacağım deyip yazmaya bile başlamıyorum?...

Dışarıda hava sanırım 5 dereceden daha sıcak değil; ama normalin aksine yaz günü gibi pırıl pırıl bir hava var. Daha doğrusu hani kar yağar ve diner de ardında kendine has bir parlaklık bırakır ya … işte öyle… Yaz günleri artık Varşova’ya çok uzak. Verandada sepet şeklinde bir saksının içinde kırmızı bir sardunya var. Sepet örülen çöpleri, sepetten yukarıya doğru uzun uzun serbest bırakmışlar. Sıcak bir günde kocaman kırmızı bir kurdeleyle hepsini fiyonk şeklinde bağlamıştım. Tıpkı yeğenimin saçlarını palmiye yaptığım gibi. Rüzgar... Kırmızı kurdelem, kırmızı sardunya ile beraber rüzgara meydan okumaya çalışıyor sanki. Karşı evin çatısında (çatılara nedense ‘dam’ demeyi hep daha çok severim) bacanın üstünde alüminyum bir şey var. Rüzgar gülü gibi dönüp duruyor. Sanki bir radar gibi… etrafı tarıyor. İçimdeki yalnızlığı da kaydediyor mudur acaba? Yazmaya çalışma çabamı? Nasıl kaydetmiştir acaba?:
Karşıki evde biri var. İçinde yalnızlığı bir şeyler yazmaya çalışıyor.(?)
Karşıki evde biri var. İçinde yalnızlığı bir şeyler yazıyor.(?)

Elektrik faturaları elimize ulaşmadı. Ev sahibi ödeyecek, biz de ona vereceğiz falan derken bu sabah (bu öğlen aslında) bir uyandım ki elektrikleri kesmişler. Güzel Türkiyem… Evlenmeden önce kendi başıma oturduğum yıllarda elektriği otomatik ödemeye bağladığımı sanıp aylarca ödememiştim. Her faturada kesme parası eklemişler; ama bir türlü kesmemişlerdi. Sonunda tüm birikmiş cezaları ve hiç kesilmediği halde açma-kapama paraları ile beraber ödemiştim birikmiş faturaları.
Evde 3 gün yalnız olacağım. Ancak yarın açılacakmış elektrik. Dolayısı ile ocak, cattle, televizyon, müzik seti, DVD player, garaj kapısı… hiçbiri çalışmıyor… Sanki kalorifer yansaydı, ev sıcacık olsaydı ve böyle kat kat giyinmek zorunda olmasaydım güzel bir şeyler yazabilirdim. …ya da en azından Polonya’daki tüm ocaklar gibi bizim ocağımız da elektrikli olmasaydı da şöyle güzel, bol köpüklü, şekersiz bir Türk Kahvesi olsaydı elimin altında. Hatta annemle babam olsaydı burda. Onlarla içseydim kahvemi. Muhabbet etseydik, biraz dedikodu belki … Kağıt oynasaydık beraber… Türk kahvesinin hayalimdeki kokusu mu, yoksa Hasan Cihat Örter’in o yüreğe sızan melodileri mi, içimde yanmakta başlayan özlemin nedeni?... Demek yazabileceğim!

Hiç yorum yok: