
Varşova, 09.01.2005
Polonya’ya 2 Mayıs 2004 tarihinde geldim. Avrupa Birliği’ne girmelerinin ertesi günü… Bu eski Doğu Bloğu, yeni AB üyesi ülkede bir-kaç yıllığına bir hayat kurmaya, eşim ve ben…
İlk geldiğimde - ev arama sürecinde - 231 metre ve 30 hectar karelik bir alan ile Polonya’nın en yüksek ve en büyük binası olan ünlü Kültür Sarayı’nın tam karşısında bir otelde kalıyorduk. 1952-1955 yılları arasında yapımında 40 milyon tuğla kullanılan Kültür Sarayı, Polonyalılar için bu günlerde bile buram buram komünizm kokan bir anı. – The Palace of Culture and Science / Palac Kultury i Nauki. (Nedense ben en başından beri bu yüksek heybetli binaya ‘Saat Kulesi’ demeyi tercih ettim.) Ülkenin tarihini anlatan turistik kitaplarda yazmasa da halkın söylediğine göre Stalin, Almanlar’a karşı kazandıkları başarıdan (?) dolayı benzerleri Moskova’da da bulunan bu heybetli binayı diktirmiş Polonyalılar’a hediye olarak. Komünizmin kaleleri olan topraklarda birer komünizm anıtı olarak yükselmiş Kültür Sarayları…
Aslına bakılırsa yine Polonya tanıtım kitaplarında yazmasa da Polonya halkından hediye olarak bir seçim yapmaları istenmiş: Metro hattı veya Kültür Sarayı?.. Ve Leh halkı yıllar boyu çektikleri acılarına merhem, bu gösterişli binayı tercih etmişler! Söylenti odur ki aslında bu görkemli binanın parasını da Stalin Polonya’ya ödetmiş. Komünist usulü hediye anlayışı olsa gerek…
Ve… böylece 1 Mayıs 2004 tarihine gelindiğinde Polonya halkının elinde görkemli bir Kültür Sarayı ve Polonya’nın nüfusu 1 milyonun üzerindeki tek şehri, başkent Varşova’da şehrin sadece kuzey-güney hattını birbirine bağlayan kuru bir metro hattı kalmış… Ve bu tarihi günde komünizm sembolü bu bina Avrupa Birliği bayrakları ile panayır yerini aratmayacak şekilde süslenmiş. Polonyalılar Kültür Sarayları’nı o kadar çok sevmişler ki yerden 115 metre yükseklikteki 30. kattaki terası, Varşova’nın en iyi manzarasının seyredildiği yer olarak addetmişler: Çünkü sadece bu noktadan Kültür Sarayı görülmüyormuş!
Dahası da olmalı tabi?... Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra 1989 yılında serbest ekonomiye ilk giren ülke olan Polonya 1 Mayıs 2004 günü şöyle bir tabloya uyanmış:
- 2004 yılının ilk çeyrek verilerine göre arkasında ihracat büyümesi, üretim ve yatırım desteği olan %6.9’luk bir ekonomik büyüme
- 2003 yılında dünyada Çin, ABD ve Meksika’dan sonra en çok doğrudan yatırım olan 4. ülke olması (AT Kearney's Foreign Direct Investment Confidence Index’e göre)
- GSMH büyümesi 2004 yılı için %4.3. (2005 hedefi Polonya İstatistik Enstitüsü verilerine göre %4.5)
- İşsizlik %18
- Enflasyon yaklaşık %2
Türkiye karşılaştırmalarını ekonomistlere bırakarak devam ediyorum 1 Mayıs 2004 gözlemlerime…
1 Mayıs 2004’ten birkaç ay sonra evimizi bulup dilini bilmediğimiz bu garip ülkeye büyük ölçüde yerleşmiştik. Ev temizliğine yardımcı olması için Polonyalı bir bayan bulmuştuk. 40’larının sonlarında veya hiç göstermese de 50’li yaşlarda. (Sonradan öğreniyorum 20’li yaşlarının sonlarında iki erkek annesi olduğunu. )
Eve ilk geleceği sabah kapı çaldığında karşımda bir kadın duruyordu: Kızıl boyalı kısa saçları dik dik yapılmış, gözünde Matrix usulu simsiyah bir gözlük, askılı çok hoş krem rengi keten bir elbise, ayağında sandaletler… Elleri, ayakları French manikürlü… Kendi ellerimi saklama ihtiyacı mı duymuştum acaba o anda? Bileğinde çok hoş inci bir bilezik…
Yan komşumuz Polonya Savunma Bakanı(ymış). Bir an ‘acaba bakanın karısı hoşgeldine falan mı geldi?’ diye düşünüyorum. Ama olamaz ki, böyle sıcak görüşmeler, hoşgeldinler ve hatta taşınana çay demleyip, çorba pişirip getirmeler benim güzel Türkiyem’de olur ancak.
Neyse, sözün kısası evet burası Polonya idi ve kapıda içeri girmeyi bekleyen kadın bakanın karısı değil, evi temizlemeye gelen bayandı. Magda… Bir temizlik böyle asil bir edayla yapılabilir mi bilemiyorum ama Türkiye’deki Fatma Ablamız geldi aklıma. Dul, bir kız, bilmem kaç oğlan ve maalesef bir-iki gelin sahibi…
Ve daha sonra temizliğe gelen kaynanası ile bir türlü yüzü gülmeyen Dilşat. Gerçekten de benden 4 yaş küçük müydü Dilşat? Bana hep ‘ablasıııı…’ diye seslenirdi. 24 yaşında, biri ilkokulda, diğeri temizlik yaparken ayağının dibinde iki çocuk annesi, bu çok konuşan kadın… Bir gün telefonla aradığımda ‘Napıyorsun Dilşat?’ dediğimde, sesinde büyük bir mutlulukla ‘gecekondu yapıyooz’ deyivermişti…
Başka bir gün Polonya’daki temizlikçimiz Magda’yı kocası ile beraber bisiklet gezisinde görmüştük. Hadi dul Fatma Abla’dan geçtim de, Dilşat acaba kocası ile bisiklet gezisi yapmak bir yana, çocuğuna bir bisiklet alabilecek miydi bir gün? Kim bilir belki o da ‘Avrupa Birliği’ne girince…’ diye avutuyordu çocuklarını…
Bu düşünceler aklımda bahçeye çıktım. Bakanın karısı bahçede… ‘Merhaba’laşıyoruz. Üstünde eşofmanları, elinde küreği, makası, toprağı kabartıyor, çiçekleri buduyor, yeni çiçekler ekiyor. Bakanın karısı bunu hep yapıyor. Bizim bakanların hanımlarının böyle bir durumda manikürleri bozulur diye mi acaba bu bakanın karısı farklı gelmişti bana? … ya da şimdiki pek çok bakan hanımının türbanı, bahçe işleri ile uğraşırken başlarından kayar da saçlarının iki teli görünür diye mi bilmem Polonyalı bakan hanımını bahçede görünce şaşırmıştım.
Evet, dönelim 1 Mayıs 2004’ten birkaç gün sonraki Polonya’ya… Alışveriş yapmak için şehir merkezinde dolaşıyorum. Turistik yerlerden, otellere (4-5 yıldızlı oteller dışında), en lüks alışveriş merkezlerinden, halk pazarlarına kadar hiçbir yerde insanların İngilizce bilmediği bu ülkede alışveriş yapmaya çalışıyorum. Oje ve aseton alacağım. Oje tamam kolay, kendim buluyorum; ama asetonun Lehçesini nerden bileyim? Oje alıyorum, pamuk alıyorum, pamukla tırnağımı siliyorum, evrensel (?) beden dili ile türlü şaklabanlıklar yapıyorum; yok, anlatamıyorum. Daha doğrusu sanki anlamaya da çalışmıyorlar. Sadece ifadesiz bir suratla siz karşılarında ne yaparsanız yapın öylece bakıyorlar. Neden sonra bu bakışmanın bir yüzyıl daha sürebileceğine inanarak pes ediyorum ve ‘Polonya’da aseton almak istiyorsam aseton ne demek öğrenmem gerekir’ anlıyorum: Zmywacz! (Bir ses çıkartmak için yan yana dört sessiz harf – ki bazen 13’e kadar da çıkabiliyor – getirmek yerine, o sesi tek bir harfle ifade edebilen uluslar daha mı zekidirler acaba? AB kriterlerinde böyle bir maddenin olmaması ne kötü…)
Benim güzel insanım… diploması falan olmasa da çat pat bilir İngilizceyi. Çat pat da mı bilmiyor, anlar beden dilini, hatta leb demeden leblebiyi… Hele bir de yabancıysanız daha da yardımcı olmaya çalışır. Yardımcı olabilirse gurur duyar kendiyle. Hatta sağdan soldan esnaf da katılır topluca ‘yabancı’nın derdine derman olma çabasına... Anadolu kültürü müdür; Akdeniz’in ruhu da, iletişimi de ılımanlaştıran etkisi mi bilmem…
Hepsi ve dahası Atatürk’ün değdi gibi ‘Türk insanı zekidir!’ galiba…
Alışverişten yorulup dönüş yoluna mı geçiyorsunuz? Siz siz olun Polonya’ya yolunuz düşerse mutlaka elinizde bir harita ile dolaşın ve sakın yolları kaybetmeyin. Hele hava biraz da kararmışsa… Mevsim kışsa ve bir de kar yağıyorsa… Bir Allah’ın kulunun Lehçe sorsanız bile sorunuza cevap vermesini dilerken yollarda donarsınız da sonra ayaklarına takılmamanız için etrafınızı dolaşıp geçerler.
Her neyse adapte olmakla yükümlü olduğumuz bu yeni kültürle ilk tanışma anılarımın eleştiri oklarını bir çırpıda tüketmeyelim ve bırakalım da bu yazının finalini Yahya Kemal yapsın.
1 Mayıs 2004’ten 77 yıl önce Yahya Kemal’in Varşova’daki orta elçiliği sırasında kaleme aldığı mısralarda dediği gibi:
KAR MUSİKİLERİ
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı,
Bir erganun ahengi yayılmakta derinden,
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta.
Birdenbire mes’udum işitmek hevesiyle,
Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece körfezdeyim artık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder