26.05.2008
27 Haziran son günümüz Cenevre’de. 2 yıl 2 ay kaldığımız bu şehirden taşınıyoruz. Taşınma, taşıma ve sigorta şirketi ile kavgalar, ev sahibi, bitmek bilmez faturalar, yazışmalar, kurallar, kurallar, kurallar… derken, bir gün gelip de bu şehirden giderken bu kadar üzüleceğimi tahmin edemezdim doğrusu. İlk üç ayım ‘Varşova’dan niye geldik ki buraya?’ diyerek geçti. Belki o ilk üç ayı, o yazı Varşova’da geçirmiş olmayı tercih ederdim… kim bilir?...
Ve şimdi …
Cenevre bir başka benim için. İstanbul’u o kadar seven ve özleyen, yurtdışında yaşadığımız 4 yıl boyunca her üç ayda bir Türkiye’ye gitmeyi su içmek, yemek yemek kadar elzem gören, boğazı her gördüğümde ‘buradan güzel bir yer yok dünya üzerinde’ diyen ben, yaşamak istediğim yer olarak Cenevre’yi seçtim kendime… Bir yandan da şöyle denir hep: Cenevre’de uzun süre yaşayanlar dönemez, alışamaz İstanbul’a zaten. Ukalalık değil valla, burada insanlar böyle der.
Neleri seviyorum burada:
Evimin dibinde ve her evin dibince bir park olmasını. Bu parkların üç beş karış çim, bir-iki bank ve birkaç küflü salıncak ve kaydıraktan çok öte olmasını. Yani bu parkların, maalesef yurdumda yurdum insanının gördüğü ve yakın olmaktan mutlu olduğu, belediyelerin yapmış olmaktan gurur duyduğu parklardan olmamasını seviyorum. Yüzlerce yıllık dev ağaçlar, her bir ağacın gövdesine demir etiketlerde kaç yıllık ve hangi cins olduğunun yazıldığı, içinde birbir çeşit kuşun yaşadığı, şakıdığı, bu kuş türlerinin her birinin fotoğrafları ile parkın çeşitli alanlarında tanıtıldığı parklar…
Futbol sahalarının, tenis kortlarının, kum voleybolu alanlarının, atletizm pistlerinin, duş ve tuvaletlerin olduğu ve bunların bunca insan kullanımına rağmen temiz olduğu parklar. Bisiklet alanlarının, ormanın içlerine dalan, nehirlerin dibine varan küçük patikaların olduğu, ormanın diplerindeki bu patikalardaki çöp kutularına tertemiz çöp torbalarının konulduğu, yönlerin her yerde tabelalarla gösterildiği, mesafelerin belirtildiği, kum veya özel zeminlerin üzerine kurulmuş, ultra güvenli, ultra sevimli, ultra bakımlı çocuk parklarının olduğu, parkın yanında sevimli bir kafe, kafede oturan alçak sesle konuşan, çekirdek çitleyip yerlere atmayan, oturduğu yerden avaz avaz parkta oynayan çocuğuna bağırıp müdahale etmeyen, parkta avaz avaz bağırmadan oynayan çocukların olduğu ‘gerçek parklar’dan söz ediyorum. Ve tabi ki ormanın derinliklerine hiç korkusuz tek başınıza yürüyebileceğiniz, size laf atan magandalar yerine ‘bonjour’ (merhaba) deyip yanınızdan geçen ‘insanlar’ olan gerçek yaşam, spor, dinlence alanlarından söz ediyorum. Herhangi bir köşesi yığın yığın çöp torbaları olmayan, kanalizasyon sızıntısı, kokusu olmayan, bırakın iki damla yağmuru, haftalarca durmadan yağan yağmurda su birikintilerinin bile oluşmadığı ve herhangi bir köşesinde ‘Çalışınca Oluyor!’ yazmayan parklar… Ve bunlara ulaşmak için zengin olmanın gerekmediği, halka açık tertemiz alanlardan söz ediyorum.
Galiba yağmur kokusunu ve yağan yaz yağmurunun ardından, ortasından açmaya çalışan güneşi, gri bulutların arasından süzülmeye çalışan huzmeleri ve her yere yayılmış çimen, ağaç kokusunu da seviyorum. Evet, bu kokuyu kesinlikle seviyorum. Yağmurun sık sık yağmasını seviyorum. Nerdeyse bahçemi hiç sulamadan bütün yıl yeşil kalmasını seviyorum, ama çimenlerin hemen uzayıp kesilmeyi beklemesini o kadar da sevmiyorum. Ama çimenleri kestikten sonraki kokuyu seviyorum. Sokakların hep bu koku ile dolu olmasını seviyorum.
Camımdan baktığımda gördüğüm tertemiz gökyüzünü, ağaçları ve Alpler’i seviyorum. Yatmadan önce odamın camını açıp kokladığım havayı seviyorum. Mecidiyeköy’de oturduğum 3 yıl ve Ataşehir’in karşısında oturduğum bir yıldan sonra kokladığım havanın her mevsim temiz olmasını, baktığım yeşilliği, yaşadığım sakinliği seviyorum.
Trafikte herkesin şeridinden gitmesini seviyorum. Ve hatta o şeridin ip gibi düzenli olmasını, aradan hiç ama hiç kimsenin burnunu uzatmıyor olmasını. Herkesin kırmızı ışıkta durmasını, sarıdan yeşile dönerken korna çalmamasını, yayaların yaya geçidinden arabaları kontrol etmeye bile ihtiyaç duymadan güvenle geçmesini seviyorum. Yayaya yol verirken arkadaki arabaların korna çalmamasını seviyorum.
Otobüslerin her zaman ama her zaman dakikası dakikasına gelmesini seviyorum. Sadece otobüs ve taksilere ayrılmış sarı çizgili sağ şeride trafik ne kadar tıkalı da olsa kimsenin girmemesini seviyorum. Özel arabaların geçişini engellemek için bu şeritlerin beton sınırlarla çevrilmeye ihtiyaç duyulmadığı bir şehirde yaşamayı seviyorum.
10 dakikada havaalanına, 15 dakikada şehre ulaşabilmeyi, göl kenarında gezinmeyi, Rue de Marche’de alışveriş yapmayı seviyorum. Her seferinde aynı markaların, aynı modellerin İstanbul’da nasıl bu kadar pahalı satıldığını; bunu köşesine taşıyacak çok entel, çok dantel, çok gezen, çok bilen aydınlarımızın nerde olduğunu tartışmayı; İstanbul’da ablamla alışveriş merkezlerinde gezerken her defasında ona bu ürünün Cenevre’deki fiyatını söyleyip alışveriş hevesini kırmayı seviyorum. Bisiklet satan mağazaların bisiklet kilidi ve aksesuarlarını da satmasını, aradığım her şeyi, ama her şeyi keyifle dolaştığım bir cadde üzerinde bulmayı seviyorum. Kimsenin kimseye laf atmadığı, omuz atmadığı, insanların birbirine kapı tuttuğu, mağazalardaki satış elemanlarının sattıkları ürün hakkında tam bilgili olduğu, sattıkları ürünün arkasında olduğu, problemli bir ürünü değiştirmenin bir sinir harbi olmadığı alışverişleri seviyorum.
Ve bütün bunların tramvayların yayalara yol verdiği, araba, korna sesi, benzin kokusu olmayan, kışları kestane kokan (100 gr’ı 5CHF), bir caddede olmasını seviyorum.
Bahçemin köşesinden gözüken dev ağacın içinde kaç kuş yaşadığını tahmin etmeye çalışmayı seviyorum. Çiçek ekip, sulamayı, ‘bir millet kolektif olarak bahçesini, camını, kapısının önünü, balkonunu nasıl her mevsim rengarenk çiçeklerle özenle donatabilir’ diye kıskanmayı seviyorum. Kapımın önünde ayakkabılarımı, bahçede kuruyan çamaşırları, bahçe kapım açık, çalınma korkusu olmadan bırakabilmeyi seviyorum.
Hemen hemen her haftasonu yeni yerlere gitmeyi, araba ile bir-bir buçuk saat ötede inanılmaz güzellikte yerler olmasını, bütün bunlara yorulmadan, bunalmadan, büyük paralar harcamak zorunda kalmadan ulaşabilmeyi seviyorum. Bazı haftasonları uyanırken ve içimden hiç kahvaltı hazırlamak gelmezken ‘şimdi Boğaz’a gidip kahvaltı yapmak vardı. Şöyle kaşarlı, pastırmalı bir menemen, su böreği, kahvaltı tabağı, bal, kaymak, simit…’ dediğim de olsa o güzel manzaraya, o doyulmaz kahvaltıya ulaşana dek çektiğimiz sıkıntılar, trafik, park yeri, arabanın çekilme tehlikesi, tam boğaza ulaştım derken bir masa kapma telaşı, uzayan kuyruklar, asık suratlı garsonlar, itiş tepiş insanlar aklıma geliyor. Çok uzak kaldıysam İstanbul’dan bütün zorlukları unutup sadece Boğaz ve kahvaltı fikri, içimde bir buruk İstanbul özlemi kalıyor. Sanırım bu hissi seviyorum.
Güzelliklere bu kadar çile ile ulaşmaktan yorulmuşum İstanbul’da. İstanbul’a gittiğimde haftaiçi yaşıyorum Ortaköy’ü, boğazı ve Taksim’i… ve daha çok seviyorum, daha çok keyif alıyorum ve sanırım bu keyif böyle tadında kalsın istiyorum. Otobüse el edince nerde olursa olsun durup, beni almasını ‘bir kısacık an için’ seviyorum. Tam ‘Oh be yurdumda her şey ne kadar rahat’ derken, durağına yanaşmayan, ulu orta yolcu bindirmek, indirmek için duran otobüsler, minibüsler, taksiler… ve tıkanan trafikte, tıkış tepiş bir otobüste ve maalesef çoğu kez ter kokan insanlar arasında sıkışıp kaldığımda ‘canım Cenevre’m’ diyorum maalesef. Ve biliyorum ki aslında ‘O, benim Cenevre’m değil’. ‘Bu, benim İstanbul’um’ oysa. Ve yine biliyorum ki maalesef bu satırları okuyanlar ‘ukala’ diyecekler. Ama işte ne yapayım böyle hissediyorum.
Ve şimdi Cenevre’den gitme günleri iyice yaklaşmış, geri sayım başlamışken taşınmayı yadsıma psikolojisi içine girip, gezme tozma vs… üzerine odaklanıyorum. Beni bekleyen hayat için bugünden yaptığım –hazırlık anlamında – pek bir şey yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder