5 Haziran 2014 Perşembe

Özgüven Devrimi... Confidency Revolution...


Özgüvenli insan yetiştiren bir toplum muyuz acaba? Ve... her şeyden önemlisi özgüveni nasıl tanımlıyoruz acaba?..

 İçinde ‘özgüven’ konusu geçen yazıları taradım. Çocuk eğitimi-gelişimi yazılarının dışında, büyüklerin önemli hayatlarından, memleket, dünya  meselelerinden bahseden yazıları. İki konu dikkatimi çekti. İlki genel olarak özgüvenin tanımında anlaşamadığımız:  ‘Özgüveni’ ‘ötekine  göre, başkasına karşı ...’ diye gördüğümüzü fark ettim. İkincisi de ülkemizde bir ‘özgüven devrimi’ yaşanıyormuş. Fark edememiş olduğumu fark ettim.

Koca koca yazarları, politikacıları kendi hallerine bırakalım, bizim konumuz olan sevgili çocuklarımıza bakalım... Dışarıda vahşi bir ‘güven’ patlaması var, nasıl korunalım?

Özgüven ne demek (değil)?..

§  Karşısındaki insandan daha güçlü olduğunu düşünmek, değil.

§  Karşısındakine (daha) zayıf, (daha) başarısız olduğunu hissettirmek değil.

§  Karşısındakini fırsatı yakaladığında ezebilmek değil.

§  Arkadaşının başarısızlığından mutlu olmak değil.

§  Kendini dev aynasında görmek değil.

§  Kalabalık bir gruptaki en yırtık kişi olmak; en çok, en etkili, en yüksek sesle konuşan olmak değil.

§  Kasıla kasıla yürümek; en havalı olmak veya olmaya çalışmak değil.

§  Büyük, küçük, güçlü, güçsüz herkese kafa tutabilmek değil.

§  Saygısızlığı, hak ihlalini normalleştirmek yolunda azimli olmak değil.

§  Her şeyi öncelikle kendi hakkı olarak görmek değil. (Bu hak; oyuncak olur, salıncak sırası olur, trafik kuralı olur, kamu malı olur...)

Geçenlerde Oğuz ile parktaydık...

3 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir oğlan çocuğu, bakıcısı ile geldi parka. Bakıcının çantasından bir makinalı tüfek çıktı. Çocuğun eline tutuşturuldu. Çocuk herkesi tarıyor. Oğuz, bisikletini kenara koydu. Yere çöktü, taşlar ile oynuyor. Oğuz’un yanına geldi; Oğuz’un elindeki taşları almaya çalışıyor. Oğuz’un hiç bir zaman paylaşmama problemi olmadı. Aksine elindekine sahip olma, elinden zorla bir şey aldırmama konusundaki çalışmalarımız son sürat devam ediyor. Oğuz yardım ister gibi bana bakıyor, bir yandan da avcunu sımsıkı kapıyor. Çocuk bütün gücü ile Oğuz’un avcunu açmaya çalışıyor.

-          ‘Ver taşları bana!’

Anlaşılan çalışmalarımızda kat etmemiz gereken daha çok uzun bir yol var ki Oğuz, ‘Hayır, ben oynuyorum. Elimden alamazsın.’ vb sözler söylemiyor. Oğlan, Oğuz’un yarısı. Oğlan, Oğuz’u paralayacak! İki adım ötede bakıcı, sessiz sakin, serin havanın tadını çıkartıyor. Artık oğlumun yardım isteyen maviş gözlerine dayanamayıp çömeliyorum yanlarına.

-          ‘Ama arkadaşının elinden zorla bir şey almamalısın.’

-          ‘İstiyorum, versin!’

-          ‘Oynamak istiyorsan, ‘Beraber oynayalım mı?’ diye sorabilirsin.’

-          ‘Beraber istemiyorum. Ver taşı.’

-          ‘...Bak ama senin gibi tatlı bir çocuğa hiç yakışmıyor...’

Baktım, tatlı dil işe yaramıyor, bakıcının kayıtsızlığı kanımı kurutuyor ve itiraf edeyim ki, o güzel yüz o kadar da tatlı gelmemeye başlıyor... Net ve sakin bir şekilde;

-          ‘Hayır, böyle davranamazsın!’ diyorum. ‘İstersen sen de kendi taşını bul...’

Çocuk Oğuz’u paralayacak. ‘Hayır vuramazsın!’ 3 yaşındaki çocuğun karşısında çaresiz kalıyorum. Bakıcı iki metre ötede, hala serin havanın tadını çıkartıyor.

Çocuk bana öfke dolu gözlerle bakıyor. Yerden otomatik tüfeğini alıp beni tarıyor.

-          ‘Sen öldün.’ diyor.

-          ‘Hayır, ölmedim.’ diyorum.

-          ‘Sen öldün, bisiklet de benim.’ diyor ve bisiklete doğru yürüyor.

-          ‘Hayır, bisikleti alamazsın.’ diyorum.

-          ‘Alırım.’ diyor.

Sakin (?) kararlılığımı fark edip uzaklaşıyor bizden ve gidip kaydırağın dibindeki kızlardan birinin kafasına bir tane indiriyor. Bana bir tane indirmekti isteği fark ediyorum; ama gücü yetmeyince ‘gücü yetene’ seçeneğini kullandı. Böyle bir seçeneği olduğunu hiç öğrenmemiş olmalıydı. Kızın anneannesi fırlıyor yandan. Bakıcı bir zahmet kımıldanıyor...

-          ‘Vurmadı, vurmadı, sevdi.’  (!!!!)

Anneanne kızı alıp uzaklaşıyor. Oğuz’a içimden de olsa kızamıyorum; kendisinin yarısı bir çocuğa karşı kendini koruyamadığı için. Benim kanım dondu, bu güzel yüzlü, minik çocuk karşısında. Elbet bu güzel yüzle doğdu; ama bu davranışlar ile doğmadı. Bu davranışı bir yerlerde gördü, öğrendi, kim bilir belki takdir gördü.

Bakıcının yerine parkta annesi ya da babası olsaydı çocuğun ne derlerdi acaba?

‘Oğlum, ne kadar güçlü. İki katı çocuğun elinden kaptı taşları. Kadın ne diyeceğini şaşırdı. Sen de oğluna taşına sahip çıkmayı öğreteydin?’ mi derdi acaba... Yoksa özür dileyip, özür diletip doğrunun ne olduğunu mu gösterirlerdi oğullarına. Sanırım hayal kuruyorum. Zaten bu çocuk, ikinci senaryoda bu şekilde davranmayı hiç öğrenmemiş olurdu. Muhtemelen de öyle olsaydı, parka otomatik tüfek ile gelmez idi; çünkü böyle bir oyuncak ona hiç alınmamış olurdu.

Arkadaşlara anlattım ‘Vaaay, çocuktaki özgüvene bak!’ dediler... Güzel memleketimdeki ‘özgüven devrimi’ bu olsa gerek. 

...Oysa özgüvenin tanımında ‘karşısındakine göre, başkasına karşı’ diye bir şey yok. Özün, kendin; ne hissediyorsun kendinle ilgili? Yalnızken, etkilemen gereken insanlar yokken, gece yatağına yattığın zaman, aynaya tek başına baktığın zaman...


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Çocukların ne kadar zor bir dünyası olduğunu anladım (ya da hatırladım...)

Özgüven ve Yıl Sonu Gösterileri... Confidency and Year End Shows...


Koca bir okul yılını geride bırakıyoruz. Geçen hafta okulumuzda yıl sonu gösterisi vardı. Çocuklarımız iki aydır bu güne hazırlanıyorlar. Oğuz bilimadamı ve uzay korsanı. Uzayı merak ediyor, uzaydaki farklı yaşamları araştırıyor, korsanlara karşı uzay maymunlarının imdadına koşuyorlar...

Okul müdürü, gösterinin başında 5 yaş grubu çocuklar ile böyle bir gösteriyi sahneye hazırlama aşamasını, harcanan emeği ve duyulan keyfi anlattı. Konuşması için hazırlık yaparken internette karşılaştığı ilginç bir konuyu paylaştı bizlerle. Amerika’da prestijli bir anaokulunun web sitesinde; ‘...Artık yıl sonu gösterileri yapmıyoruz...’ diye yazmışlar. ‘...Çünkü bu gösteriler için yapılan hazırlıklar çocukların aktivite zamanlarından, okuma-yazma çalışmalarından çalıyor ve onların uzun vadede geri kalmasına neden oluyor...’ diye açıklamışlar.

Bizde de benzer düşüncede okullar var, malesef. Kaliteli bir gösterinin arkasında öğretmeninden öğrencisine kadar çok ciddi bir emek var. Ortaya konulan bu emeğin, harcanan vaktin bu yaş grubunda sonuca yansımayacağına inanan; daha doğrusu kendisi böyle bir gösteriyi ortaya koyma yeteneğinde ve isteğinde olmayan okullar var, ne yazık ki.

Oysa bütün bir sınıf olarak, farklı farklı öğretmenler ile yapılan bu geniş ekip çalışması, tüm hazırlık aşamaları; okuma-yazma, kesme-biçme... çalışmalarından çok daha önemli kazanımlar sağlayacaktır. Koca bir salonun önüne çıkmak, sahnede nerede duracağını bilmek, sözlerini, hareketlerini ezberlemek, oyunun akışını takip etmek... Bir projeye başlamak, süreci yaşamak ve sonuca ulaşmak... Pek çok yetişkin için bile oldukça zor ve hatta ürkütücü olsa gerek. Bunu yapanlar 5 yaş grubu çocuklar... (3 yaş ve 4 yaş grupları da kendi gösterilerini yaptılar bu arada.)

En güzel kazanım ise böyle bir çalışmayı, keyif alarak yapmak ve sonlandırmak!

Bir de zıt kutupta bunu çocuklara büyük bir baskı ve gerginlikle dayatan, başarılı olma ya da olmama kriteri ile lanse eden okullar var malesef. Başarıyı süreçte değil, tek bir kriterde, yani sahnede harfi harfine cümlelerini söyleyebilmek olarak gören okullar var. Ne yazık ki  bu gerginliği sahne arkasında çocuklara da yansıtıyorlar.

Geçen yılki gösterimizde Oğuz beni bırakmamış, öğretmenlerimiz de sahne arkasında kalmama izin vermişlerdi. Bütün hazırlığı görme ve hatta yardımcı olma keyfini yaşamıştım. Bu yıl, seyircilerin arasında yerimi aldım. Sonrasında ‘Sahne arkasında beklerken ne yaptınız?’ dedim Oğuz’a... Kostümlerini giydiklerini, yelpaze ve uçak yaptıklarını söyledi. ‘Oyun oynadık.’ dedi.


Oğuz’un ilk piyano resitali...

Çocuklarımızda özgüveni, doğru ve sağlam bir şekilde geliştirmenin en güzel yolu onları yetenekleri doğrultusunda spor ve sanat aktivitelerine yönlendirmek. Sayfamızı takip edenler bilir; Oğuz bu yıl okulunda piyano dersleri almaya başladı.

Öğretmenimizin de sevecenliği ve ortak disiplin anlayışımız ile düzenli olarak haftada iki gün piyanoya devam ettik. Konu yıl sonu konserine gelince ‘Anaokulu öğrencilerimizi kendileri ister ise konsere çıkartıyoruz; ama istemezler ise kesinlikle zorlamıyoruz. Önemli olan piyanoyu sevmeleri ve devam etmeleri.’ dediler.

Oğuz’un annesini dört yıldır bu sayfalardan tanımış olanların tahmin edebileceği üzere konsere çıkmamak bizim için bir seçenek değil, ancak kaçırılan bir fırsat olurdu.

Bize düşen Oğuz’u konsere çıkmayı isteme konusunda ‘motive’ etmek oldu. Arada bir, zayıf bir sesle de olsa ‘İstemiyorum.’ dedi. Duyduk, anladık. Ama ‘Bir canı isterse, bir canı istemez ise’ yapmadık. Sticker ile, övgü ile, Daninolu içecek ile ödüllendirerek devam ettik piyano eğitimine.

Konser parçasını Oğuz kendi seçti; Old McDonald Had a Farm. Uzun uzun haftalarca (arada değişiklik adına başka parçalara geçsek de) hep ama hep bu parçaya hazırlandık.

Konser günü yaklaştı. Oğuz öğretmeni ile beraber çıkmak istedi sahneye. ‘İstersen öğretmenin ile çıkabilirsin sahneye ve hatta istersen öğretmenin ile çalabilirsin parçanı. Sen çok iyi hazırlandın. İstersen kendi başına da hepsini yapabilirsin.’ dedik. Gayet ‘cool’ bir şekilde ‘Eğer istersem...’ dedi. Seçim yapabilme hakkı olduğunu öğrendi ve seçim yapabilme rahatlığını yaşadı.

Büyük günden bir gün önce zaten piyano konser provalarını yapmışlardı. Son birkaç dersini de  sahnedeki ‘büyüüüük’ piyanoda yaptırmıştı zaten öğretmeni. Dolayısıyla hiç bir çocuk için ilk defa gördükleri, ne yapılacağını heyecanla bekledikleri bir ortam değil.

Konser günü yarım saat önce çocukları kapıda öğretmenlerine teslim ettik; salonda en öndeki yerimizi aldık, daha doğrusu heyecanla kaptık. Oğuz sonlarda çıktı sahneye, elinde notaları... Tek başına piyanosunun başına gitti; oturdu. Şöyle bir çapkın çapkın bize baktı. Hatasız parçasını çaldı. Kalktı, o komik selamını verdi. Salonda alkış koptu ve notalarını piyanonun üzerinde unutarak sahne arkasına pek bir hızlı adımlarla geri döndü. Babası Oğuz’a üzerinde ‘En iyi piyanist ödülü’ yazdığımız mini kupasını verdi.

O gün bugündür Oğuz evde de sık sık piyano çalmak istiyor. Bizi kanepeye diziyor. ‘Tıpkı konserdeki gibi yapacağım.’ diyor. Selamını veriyor, konser parçasını ve ardından da ‘şimdi kendi bestelerim’ diyerek çılgınlar gibi kendi bestelerini çalıyor.

Bir grup minik, katılmadı konsere. Onların öğretmeni, ‘Bu yaş grubunda konser baskısını yaşayıp, yapamazlar ise piyanodan soğumalarını istemiyorum.’ demiş ailelere. Çocuklarımıza baskı yaşatmamak konusunda hem fikirim. Ama biz onlara inanmazsak, onlar da kendilerine inanamaz. Bir konserde ya da bir gösteride başarı; notalarını hatasız çalmak, sözlerini, hareketlerini hatasız sergilemek değil sadece. Önemli olan ve hayat boyu kalacak olan; hata yapsa bile süreçten keyif almak, o küçücük ayakları ile o sahneye çıkabilme cesaretini gösterebilmektir. Bizlere düşen ise miniklerimize destek olmak ve onlara özgüvenlerinin gelişebileceği bir ortam hazırlayabilmek. (...ve bu da çook emek ister...)

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Çocukların ne kadar zor bir dünyası olduğunu anladım.  (ya da hatırladım...)

2 Haziran 2014 Pazartesi

Hayata Renk Ver Derneği... Baby & You Şubat 2014


‘...çünkü çocuklar kanser ile kendileri savaşamazlar!’

Hayata Renk Ver Derneği, bir avuç gönüllü tarafından Mart 2013 tarihinde kuruldu. Bir yıldan az bir süre içinde sosyal medyada binlerce takipçisi, ödüllü projeleri, Çapa Tıp Fakültesi Çocuk Servisi’nde düzenli etkinlik programları ve aynı servisteki Hematoloji Bölümü’nü yenilemeleri ile geniş bir etki alanları oldu.  Amaçları, başta kanser hastası çocuklar olmak üzere uzun süreli tedavi gören tüm çocuklara psiko-sosyal destek sağlamak ve toplumda bu konuda farkındalık yaratmak için projeler üretip hayata geçirmek.

Başlangıç noktaları kemoterapi tedavisi gören çocuklara renkli, desenli (ve tabi ki sağlıklı) maskeler üretilmesine öncü olmaktı. Ülkemizde bu maskeler genellikle yeşil ya da beyaz. Malesef hasta çocuklar; adeta hastalık, hastane kokan bu tıbbi maskeleri takmak, bu maskeler ile dışarı çıkmak istemiyorlar.

Derneğin projelerine ışık tutması için yapılan anket çalışmalarının sonuçları çok vahim. Toplumumuz malesef bu konuda da çok bilinçsiz.

Renkli Umutlar Projesi

Oyun parkında ya da çocuğunuzun sınıfında maske takan bir çocuk olsa ne yaparsınız?

Kemoterapi ve getirdikleri konusunda bilinçsiz olan şanslı çoğunluk, ya kayıtsız duruyor ya da bir çocuk maske takıyorsa ondan uzak durmayı tercih ediyor. Kendi çocuğunu da uzak tutmak istiyor; çünkü bu çocukların hastalık bulaştırabileceğini düşünüyor. Maske takmak zorunda olan çocuklar ise, hasta olmanın ağır yükü ile beraber bir de yalnızlığa sürükleniyor.

Kanser ile mücadele eden çocukların; hem bu korkutucu hastalık, hem de gördükleri ağır tedavi nedeni ile bağışıklık sistemleri çok zayıf. Bu çocukların, kendilerini  bulaşıcı hastalıklardan korumak için maske takmak zorunda olduğunu bilmeyen bir toplumuz ne yazık ki. 

Oğuz, babasından istiyor. ‘Baba, bu küçük arabadan istiyorum. Sarı istiyorum, yeşil, mavi, kırmızı, turuncu, siyah, mor... istiyorum.’ Baba dayanamıyor. Dinazor t-shirtlerinin her cinsinden, her renginden istiyor.

Kemoterapi tedavisi gören çocuklar ise zaten küçük yaşlarında hayatlarının pek çok rengi soluklaşırken hiç olmazsa rengarenk maskeler takmak istiyorlar. Zorunlu oldukları bu sevimsiz nesneye bir nebze olsun renk katmak, belki bu sayede oyun parkında bir nebze ‘cool’ olmak, belki bu sayede kendilerinden kaçmayan arkadaşlar bulmak istiyorlar.

İnstagram’da ilkokul çocuklarından, Erdil Yaşaroğlu’nun tasarımlarına kadar çok geniş bir yelpazede maske tasarımları halen oylanıyor. Seçilen tasarımların üretime geçirilebilmesi için ise maske üreten, sorumluluk sahibi bir firmanın bu üretimi üstlenmesi ve tabi ki sağlığa zararı olmayan boyalar ile bu projeyi hayata geçirmesi gerekiyor. Bu yüzden derneğin, sorumlu ve kar dışında hedefleri olan bir üretici arayışları halen devam ediyor.

Konu toplumun bilinçlendirilmesi, eğitilmesi olunca annelere ve öğretmelere tabi ki çok iş düşüyor. Derneğin gönüllü öğretmenleri aracılığı ve Milli Eğitim Bakanlığı desteği ile ‘çocukluk çağı kanseri konusunda toplumun bilinçlendirilmesi’ için Türkiye’nin dört bir yanındaki okullarda eğitimler planlanıyor. Bu konuda yayınlar hazırlanıyor.

Hayata Renk Ver Derneği Çapa Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Bölümü’nü Yeniliyor...

1999 depremi ile hasar gören bölüm o gün bugündür, eskiden depo olarak kullanılan “geçici” yerinde faaliyet gösteriyor. Hastane koşullarının yetersizliğinin üstüne bir de ailelerin maddi imkansızlıkları eklenince içler acısı bir durum ortaya çıkıyor.

Şimdilerde bu bölüm, dernek gönüllüleri ve bağışçıların katkıları ile kansorojen içermeyen özel boyalar ile rengarenk boyanmış, aydınlatmalarından yataklarına kadar çocuk dostu haline getirilmiş durumda. Ayrıca, dernek gönüllüleri tarafından devamlı yeni kitaplarla beslenen sevimli kütüphanesi, her daim çocuklar ve refakat eden anneler için dopdolu.

Bayramlarda ve yılbaşı gibi özel günlerdehediyeleri, pijama, nevresim gibi elzem ve sık sık değiştirilmesi gereken malzeme destekleri ve sıcacık gülümsemeleri ile Hayata Renk Ver Derneği üyeleri orada. ‘...çünkü çocuklar kanser ile kendileri savaşamazlar!’

 

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Sağlığın her an elden kayıp gidecek bir lütuf olduğunu öğrendim.  Bir lütfa sahip olmak sorumluluk getirir.

Başladığını Bitirmek... Baby & You Mart 2014


Pes etme şansı olduğunu bilse idi pes ederdi belki de benim minik oğlum... Yoruldum diyor bazı bazı, kimi gerçek, kimi oyun... Ama böyle bir annesi olunca, başladığını bitirmek zorunda olmak dışında bir şansı olduğunu hiç bilmedi benim mücadeleci küçük oğlum...

 
Şubat tatilinde kayağa gittik. Anne-baba kayak tutkunu değil. İsviçre’de yaşadığımız dönemde ‘kayak memleketinde ayıp olmasın’ diye bir parça kaymışlığımız var elbet. Dağı, karı, doğayı severiz her daim. Ama ne yalan söylemeli; ‘O taş gibi sert, ağır, insanın kemiklerini ezen kayak ayakkabılarını giy; kaskıydı, çubuğu idi, kayakları idi; taşı et. Tırsa tırsa kay. Sonra bir hafta dizlerin ağrısın, babaannem gibi sızlan dur...’ diye düşünmeden de olmuyor. Her şeye rağmen ‘Madem bu kayak memleketini bu kadar seviyoruz, Oğuz’un buradaki tüm arkadaşları da kayıyor... Öyleyse kaymayı yerinde, doğru düzgün, güvenli bir şekilde öğrenmeli.’ dedik. Oğuz da heyecanla bu kayak tatilini beklemişti. Kayak dersine de ihtiyacı olmadığını, zaten kaymayı bildiğini söylüyordu. Zira Caillou’yu kayarken izlemişti ve bu işi çok eğlenceli ve kendince kolay bulmuştu.

Kayakları ayağına takıyor, kayak öğretmeninin elinden tutup kaya kaya gidiyor. Bu iş gerçekten de çoook kolay başlıyor. Kendi ilk seferimi düşününce, ‘Ağaç yaşken eğilir; dizler, kemikler sağlamken kayak işi küçük yaşta öğrenilir ve sevilir.’ diyorum. Pistlerin yanındaki sevimli kafede dışarıda buz gibi havada sıcak sıcak kahvemi yudumluyorum. Sonra çocukların fotoğraflarını çekmek için telesiyejlerin olduğu yere doğru gidiyorum. (Zira yeğenim Bengisu da bizimle geldiği için iki çocuklu idik bu tatilde.) Oğuz, bacağının arasına kıstırmış çubuğu, bir güzel tutunup çıkıyor yamacı. Anne gururla çekimler yaparken Oğuz anneyi fark ediyor. ‘Mummy, I am tired.../ Anneee, yoruldum.’ diye ağlamaya başlıyor ve öğretmeni de anlasın ister gibi İngilizce ağlıyor. ‘Hadi oğlum, süper kayıyorsun.’ deyip uzaklaşıyor hain anne. Sonradan öğreniyorum ki telesiyejden inerken tepede birkaç kez düşmüş. ‘Düşüp kalkmadan kaymayı ya da herhangi bir şeyi kim öğrenmiş...’ diye geçiştiriyor hain anne.

Bu arada da gerçekten de gayet iyi kayıyor, azman oğlum; ama 1,5 saatin sonunda yüzü pek bir ekşimiş olarak geliyor.  

Ertesi gün çok daha sempatik olduğunu düşündüğümüz diğer öğretmenden alıyoruz özel dersi. Anne de kayacak o gün. Ayağını demir testeresi gibi kesen kayak ayakkabıları ile yürümeye çalışırken Oğuz  ‘Kaymayacağım, kaymak çünkü çooook zor...’ diye ağrıza çıkartıyor. Ne mümkün hem kendi kayaklarına, hem de Oğuz’a sahip çıkmak.  Annenin sırtından o ayazda ter damlarken çıkartıyor kendi kayaklarını ve Oğuz’u ağlata ağlata, binbir gazla kayak öğretmenine teslim ediyor. Oğuz yaşında kendi torunları da olan, amma velakin dede demeye taş çıkartan Claude, ‘Let’s dance/hadi dans edelim.’ deyip Oğuz’u bacaklarının arasında telesiyeje çıkartıyor. 1,5 saatin sonunda Oğuz gayet başarılı, bu sefer ekşimeden, nötr bir memnuniyetle geri geliyor. Sonra kısa bir öğle yemeği ve Piou Piou denilen 2,5 saatlik küçük minikler için Kayak Okulu ve de tabi ki Fransızca konuşuluyor sadece. Hiç durmadan bir çocuk ağlıyor sırada, hain Fransız anne-baba bırakıp gidiyorlar zavallı çocuğu. Çocuğun ağlaması kafeye kadar geliyor. ‘Yazıııık...’ diyoruz.

Ertesi gün Oğuz, daha pistlere gitmek için arabaya binmeden başlıyor mızlanmaya. Yarım saat boyunca saniye durmadan ‘Ben kaymak istemiyorum. Ben kaymak is-te-mi-yo-rum.’ deyip duruyor. Böyle durumlarda ne kadar az laf, o kadar iyi, diye düşünürüm hep. Oğuz’un git gide monotonlaşan protestosu eşliğinde, bu sefer kayak okuluna biz bırakıyoruz ağlayan biricik oğlumuzu. Karşı koymuyor, ama ağlıyor da ağlıyor. ‘...Çünkü kayak çok zor...’  ‘Güzel şeyler zordur. Ama sen çoook iyi kayıyorsun. Ve sen kaymak istediğin için buradayız annecim.’

Bu sefer bizim oğlumuzun ağlama sesi kafede. Bir süre sonra malumun ilanı olarak ses kesiliyor. Minikler sıra olmuş, yürüyen bantlarda kayakları ile gidiyorlar, sonra mini yamaçlara geliyorlar. Etrafı kapalı, son derece güvenli, rüya gibi bir oyun parkı. 2,5 saat kayak dersinin maliyeti de 25 CHF (65 TL yaklaşık). Koca ayıların altından eğilerek kayıyorlar, derken bir iglu çıkıyor karşılarına. İglunun içinden bir tünelden geçiyorlar, sonra bir penguen... Macera dolu parkurlar... Böyle bir imkanı memleketimizde bulamayacağımızı bilerek ‘Buralara kadar geldik; değerlendirmeli.’ diye düşünüyoruz. Bir süre sonra pistin yanına gidip izliyoruz. Dersin başında ağlayarak bıraktığımız minik oğlum gururla gülümsüyor şimdi bize. Ders bitiminde ‘Nasıl kaydığımı çektin mi anne? Hiç düşmedim.’ diyor. Bir de öğretmenlerin bir tek Türkçe‘hadi’ demeyi bildiklerini anlatıyor. ‘Allez...’ yi hadi diye anlamış olacağını düşünerek gülüyoruz.

Kayak gerçekten de zahmetli, zor bir spor. Çok yoruldu Minik Oğuz, ama başardı. Başardığını gördü. Tamamladı. Ağlayarak birşeylerden kaçamadığını zaten biliyordu. Yine de şansını denedi. Bir kez daha anladı ağlamakla birşey elde edemeyeceğini. Anne ve baba da o kayak dersindeyken başbaşa süper keyifli. Zira baba da daha önceki günlerde kaydığı için çoook yoruldu.


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Kayak anne için eskisinden de zor bir spor oldu.

4+4’ün getirdikleri... Baby & You Nisan 2014


Bir yıl daha hazırlık sınıfı mı? İlkokul mu?

Bundan yaklaşık üç yıl önce, Oğuz henüz iki yaşındayken okulumuzun 3 yaş sınıfı için ön kayıt yaptırdık. Bu arada her tarafta bir 4+4 tartışması başladı. Bir baktık ki Eylül 2009 doğumlu olan minik oğlum 3 yaşını yeni doldurmuşken, 4 yaş sınıfına gitmek zorunda kalıvermiş. Yeni kanunu uygulamayan okullar oldu, her nasılsa. Turuncu sınıf, mavi sınıf dediler, yaşları araya kaynattılar. Bizim okulumuz, ‘Yeni kanun böyle. Oğuz’u 4 yaş grubuna almak zorundayız.’ dedi. ‘Elle gelen düğün bayram...’ diye bir laf vardır güzel dilimizde... Bu durumdan çok mutlu olmasak da, yas tutmadık. 13 ay büyük çocuklar vardı Oğuz’un sınıfında, bizden birkaç hafta büyükler de...

 
Ertesi yıl sistem (?) yine, yeniden değişiverdi. Arkada herkesin malumu başka hesaplar vardı. İstenilen alındı; 4+4’ün ilk senesinde 5 yaşında ilkokula başlamak zorunda kalan çocuklar, malesef telef oldu. Zira güzide ülkem minikleri için hazırlık yapmayı zaten acendasına almamıştı. Bu eğitim-öğretim yılının başında ise Oğuz’un dönemindeki  çocuklar için esneklik geldi. Bu gruptaki çocuklarda ilkokula başlama kararı ailelere bırakıldı.


Bu konuda iki farklı görüş var:

Çocuk, ne olursa olsun kanuni zorunluluk yaşından önce ilkokula başlamamalı. Sınıfının en küçüğü olacağına, en büyüğü olsun. İlkokul belli bir olgunluk, dikkat seviyesi gerektirir. Pedagoglar, okul yönetimleri genellikle bu görüşü benimsiyor.

Hele bizim okulumuzda hazırlık sınıfında her gün 1,5 saat okuma-yazma çalışması yapılıyor. Hep konuşulan ‘İlkokula başlayan çocuklar, okuyor ve yazıyor olacak.’ (Aslında profile baktığımızda tam da öyle olmadığını görüyoruz.) Diğer küçük çocuklar onların yanında ezilir. Ezilmesin.

Öte yandan... (ki bu benim görüşüm...)
Her çocuğun ihtiyaçları aynı mıdır? Her çocuk aynı seviyede mi gelişir?

Aynı program, aynı deneyler, aynı geziler, aynı konular...
Hazırlık sınıfını tekrar eden çocuklar aynı şeyleri yapmaktan sıkılmaz mı?

‘Ben bebeklerle neden yeniden bu sınıftayım?’ demezler mi? Çünkü bu yaş grubu jargonu böyle; bir alt sınıflara ‘bebek sınıfı’ diyorlar. Zira geçen yıl Oğuz’un sınıfından bir arkadaşı esneklik sağlanınca bu yıl hazırlığa atlamayıp 4 yaşı yeniden okudu. Oğuz, arkadaşının neden bebek sınıfında kaldığını hala sorup duruyor.

Ne yapalım? Seneye ilkokula başlayacak arkadaşları ile bağımızı mı keselim? Çünkü o zaman da biz bebek sınıfında kalmış olmayacak mıyız? İki yıldan beri aynı sınıflarda, aynı bahçede ve doğumgünlerinde beraber değiller miydi?

‘Neden?’ diye sormaz mı Oğuz yatmadan önce, işler ciddiye binince. Bizim tüm duygu paylaşımlarımız yatakta yarım saat kitap okuyup, ‘iyi geceler’ dedikten sonra başlıyor zira. Uyuma vaktini uzattıkça uzatmak için mi bilinmez; okuldaki havadisler, paylaşımlar, kaygılar tam uykuya dalmadan önce dökülüveriyor ortaya.
 

Daha kısa bir zaman önce Büyük Açı’ya gitmek istediğini söyleyen Oğuz, şimdi Küçük Açı’da kalmak istiyor. İçli içli ‘...Çünkü Küçük Açı’mı çooook seviyorum.’ diyor.

Anne malum ‘ilerleme’ yanlısı. Soruyor. ‘... Ama ya arkadaşlarının hepsi Büyük Açı’ya giderse, o zaman hangisini istersin?’

‘O zaman yine Küçük Açı’yı isterim. Ben de orada kalan insanlarla oynarım.’ diyor. Aslında haftada üç kez büyük Açı’ya gidiyor; piyano ve jimnastik dersleri için. Okulun bahçesinde oynuyor, okulun içini dışını biliyor. Güvenlikteki Fenerbahçeli abiler ile ‘En büyük Cimbom...’ muhabbeti  bile yapıyor.

Ama bir yandan da 1. sınıfları gördü. Sınıfta dinazorlar, legolar yok!

‘Ne olur, doğumgünüm gelmesin. Çünkü doğumgünüm geldiğinde yaz tatili bitecek ve okullar açılacak. O zaman beni Büyük Açı’ya gönderme. Çünkü Küçük Açı’mı çoook seviyorum.’ diyor.

Nasıl yorumlamalı? Bilemiyorum... Büyümek de istemiyor. Çünkü büyüyünce öleceğini öğrenmiş. Büyüyünce evden de ayrılmak istemiyor. Büyüyünce arkadaşları ile tatile gitmek de istemiyor. ‘Hep böyle küçük kalmak istiyorum.Çünkü her şey hep aynı kalsın, istiyorum.’ diyor. Kaydettim. 10-15 yıl sonra Allah ömür verirse kanıtım olsun diye...

Arkasında yatan kaygıları iyi anlamak, doğru yorumlamak lazım. Karar verdik mi? Hala iki arada bir derede... Önümüzdeki aylarda  paylaşmak üzere...

 
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + ‘Koca koca adamlar ince hesaplar peşinde; bunun bir çocuğun uyku vaktinde yarattığı stresten bihaber yaşayıp nasıl rahat uyuyorlar?’ diye bir düşüncem oldu.

Anne olunca başka biri olur insan... Baby&You Mayıs 2014



Oğuz doğduktan sonra neler değiştiğini yazmışım 2011 yılı Temmuz ve Ağustos sayılarında... Tatiller, çantaların, bavulların içindekiler. İnsan da değişiyormuş meğer; çantaların, bavulların içine konulanlar değişirken, bir çocuk doğarken ve büyürken...

İnsanın ne kadar az uyku ile ne kadar uzun süre dayanabileceğine ilişkin sanki bir sınav başladı. Nasıl bir duyguydu ‘Annneeee...’ diye bağıran bir canavar olmadan uyanmak? Unuttum. Sabahları kolay kolay toparlanamayan bir insan olarak tam ‘Rahat ettik.’ diyorduk ki  4,5 yaşında ‘karanlık, hayalet ve canavar korkusu’ ile sanki yeni doğan uyku düzenine dönüverdik. Dünyanın en tatlı sesi, annesinin yanına gelmesinin verdiği rahatlama ile ‘Hadi sokulalım.’ deyince katlanıyor demek insan.

İki ay öncesine kadar epey bir zayıflamış, hatta tartıda gördüğüm kiloda sabitlendiğim hayaline kapılmıştım. Yaş 35’i geçince insanın vücudu çok hain olmaya başlıyor. Allah beterinden saklasın, ama vücut ufak tefek arızalar yaratıyor, daha çok şarj edilmek istiyor. Hele bir de hamilelik kilolarınızda uzunca bir dönem kaldıysanız, en ufak bir gevşemede ibre hemen o uzun dönem kilosuna doğru tırmanıyor. Tehlike çanları çalınca geçen gün sahilde 8 km yürümüşüz Oğuz’un eski okulundan bir arkadaşımla. Anne olduktan sonra yeni sosyal çevrenizi çocuğunuzun arkadaş çevresinden oluşturuyorsunuz doğal olarak. Ve yine doğal olarak bu yeni arkadaşlar ile daha çok görüşülüyor. Ortak konular bolca olup, çocuklardan konuşa konuşa 8 km. bir çırpıda yürünüyor.  

Bu yeni insanlarla ‘anne’ rolünüzle tanışıyorsunuz ve kaynaşıyorsunuz. Ne siz onları, ne de onlar sizi eski kimliklerinizle tanıyor. Evlendikten sonra insanın nüfus cüzdanı değişiyor; memleketiniz her nedense hiç bilmediğiniz ve belki de hayatınız boyunca hiç gitmeyeceğiniz bir yer oluveriyor.Evlilik de elbette sizi değişik şekillere sokmaya çalışıyor. Evlenince bocalamayan var mı bu yeni şekillerde, normlarda?.. Aksini iddia eden varsa kesinlikle yalan söylüyor. Ama ancak ‘anne’ olunca ‘başka bir insan’ oluyorsunuz. Evlendiğinizde memleketinizi, soyadınızı zorla değiştiren sistem, hayatınızın en büyük değişikliği olduğunda nüfus cüzdanınızda hiç birşeyi değiştirmiyor nedense.  Ama o küçük, ağlayan, pırtlayan, kimi mis, kimi kusmuk ve kaka kokan yeni varlık sizi tamamen, geri dönüşü olmayacak şekilde başka bir insan yapıyor.

8 km’lik parkurun sonunda anne, uzaktan üniversitedeki kulüp arkadaşını görüyor. 20 yıl önce kendisine baktığında görmekten korkacağı, ama şimdi çoğu zaman çok güzel ve anlamlı bulduğu bir hayatı yaşıyor. Ama 20 yıl öncesi ile yüzleşmekten korkuyor. Görseydi beni arkadaşım, kocasının kariyerini desteklemek için Ebru’nun kendi kariyerini bırakıp ordan oraya gittiğini ve sonra ‘bir oğlan anası’ olduğunu, şu anda ilkokula kayıt yaptırmaya gittiğini ve çoook yorgun olduğunu, bunun nedeninin de az önce yürüdüğü 8 km olmadığını tahmin edebilir miydi? Hatta o anda kafasından şu düşüncelerin geçtiğini ve bu düşüncelerle haftalardır uykusuz kaldığını da asla tahmin edemezdi.

-          Minik oğlum sadece 5 yaşında. Acaba annesi hırslı bir insan olduğu için mi ilkokula başlıyor seneye? Oyun zamanından mı çalıyorum? Ama ilerlemeli... Aynı sınıflar, aynı hedefler bir kere daha, ne faydası var?

-          Oğlum adına benim yaptığım bir seçim bu. Ya bir gün gelir de ‘keşke’ dersem? Ya onun adına bir hata yaparsam, yapıyorsam?..

Ya da bir kaç dakika önce kendi kendime yürürken yüzümdeki şapşal gülümsemeyi görseydi, fark etseydi ne düşünürdü kulüp arkadaşım? Tahmin edemez herhalde dün akşam yaşanan şöyle bir konuşmayı hatırlayıp, ona gülümsediğimi...

-          Oğuz, Minion hakkında bu kadar çok kuralı nasıl biliyorsun?

-          Çünkü ben bir çocuğum. Tabi ki Minion ile ilgili her kuralı bilirim.

(Minion, pek çoğunuzun aşina olduğu ya da olacağı I-pad’de bir oyun. Son günlerde akşam yemeğinden sonra üçümüz birer tur Minion yarışı yapıyoruz. Bu arada dün akşam Oğuz’u uyuttuktan sonra da bu yarışa karı-koca devam ettik... Aklımız nerede? Çocuk uyurken biz de uyumalıyız oysa.)

Hala kafamda listeler ile dolaştığımı söyleyebilirdim arkadaşıma... Sadece listelerin içeriklerinin biraz değiştiğini...Kettle ve minik süpürge aylardır bozuk, tamir edilmeli. Kombi bakımı, yazdığım çocuk kitapları, gelecek yazı konuları, karanlık korkusu, canavarlar, kaygı, özgüven... Eğlenceli, verimli yaz tatili planları... (Ve bu planların hiçbir yerinde güneşin altında şezlongta yatmak olmadığını fark eder miydi acaba?)

Arkadaşım hırslı, çalışkan biri idi; bizden iki alt sınıfta, stajlarda, kariyer seçimlerinde benden fikir alan çok akıllı bir kızdı. O’nun arkadaşı Ebru da farklı biri idi. O zamanlarda da yazmak hep vardı... ‘O günlerden bana bir tek yazı kaldı.’ demek geldi içimden arkadaşıma; sanki yüz yüze gelsek  ağzımdan bunlar dökülüverecekti. Sonra bir baktım ki benzetmişim. Rahatladım. Açıklama yapmak zorunda kalmadım. Belki o da anneydi ve değişmişti. Belki de değişmemişti. 20 yıl geçer ve insan değişmeden yaşayabilir miydi?..
 

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Ben

Özgüven ve Futbol... Baby & You Haziran 2014


Kendine güven kazanmanın biricik yolu, başarısızlığa yer vermeyecek derecede bir şeye iyi hazırlanmaktır. F. Nietzsche

Yapabileceğinizi düşünüyorsanız yapabilirsiniz, yapamayacağınızı düşünüyorsanız, haklısınız. M. T. Cicero

Biz; Nietzsche ve Cicero arasında bir yerlerde... Yıkıcı mükemmelliyetçilikten uzakta, yapabileceğinin en iyisi olma çabasında...

Oğuz’un çok sevdiği iki arkadaşı okulda bahçe zamanlarında hep futbol oynuyorlar(mış). Oğuz sınıfta devamlı bu arkadaşları ile oynuyor, ama bahçede futbola katılmayıp onları seyretmeyi tercih ediyor. Ya da böcekleri araştırmayı, karıncalara ev yapmayı, gemiciliği ya da korsan oyununu...

Ailece günümüzün en sevdiğimiz ve pek de sevmediğimiz olaylarını paylaşmaya başlayalı Oğuz da pek bir anlatır oldu. (Daha öncesinde hep ‘Her şeyi çok sevdim...’ diyordu.) Büyüklerin o koca dünyasında da olumsuz şeyler olduğunu anlayalı (Tabi uygun bir formatta...) Oğuz da kendi hayatından hoşuna gitmeyen şeyleri dillendirmeye başladı. Yanında her zaman güzel bir şeyi de anlatarak.
Dedi ki: ... Ama onlar çok iyi futbol oynuyorlar.

Dedi ki: ... Ama ben onlar kadar iyi futbol oynayamam ki. (‘...oynayamıyorum’ değil, ‘oynayamam ki...’ idi bizim için alarm kelime.

Başka bir akşam, hiç bu konu açılmamış, tam da gevşemiş uykuya dalmak üzere iken yine dedi ki:  ‘Ben neden okulda futbol oynamıyorum, biliyor musun? Çünkü belki gol yiyebilirim diye.’

O kadar önemli idi futbol onun için aslında. Kafası, o minik avcu kadar yüreği hala bu konuyla meşguldü. Bizimle her akşam futbol oynuyordu oysa. Ve çok da güzel oynuyordu. Ama hala arkadaşlarının ne kadar güzel oynadığını anlatıp duruyordu bize.

Başka bir gün başka iki arkadaşı ile haftasonu okulun bahçesinde futbol oynuyorlar. (Anne, teşvik etmek için top getiriyor bahçeye ve oyunu başlatıyor.) Oğuz gol atıyor. Arkadaşı, ‘Ama sayılmaz; çünkü çok yakından attın.’ diyor. Oğuz fazlası ile kibar ve çekingen bir sesle ‘Ama ama yakından da sayılabilir.’ diyor. Arkadaşı kararlı bir şekilde ‘Hayır sayılmaz!’ diyor ve oyun devam ediyor. Birazdan arkadaşı yakından bir gol atıyor ve bu sayılıyor. Oğuz itiraz etmiyor.  Anne-baba için ikinci alarm.

Arkadaşı da aslında Oğuz tarzında bir çocuk; yani bıçkın, hırçın değil. (ki malesef güzel yurdumuzda bıçkınlar ve hırçınlar kazanıyor. Özgüven bu sanılıyor.) Demek ki bıçkın ve hırçınlarla futbol ne kadar zorlu bir mücadele alanı miniklerin dünyasında.

Haftasonu okulumuzda Aile Spor Günü idi. Üçümüz de Brezilya formalarımızı giyerek gittik. Tabi ki seçtiğimiz aktivitelerden biri ‘futbol’ idi. Spor salonundayız. Çocuklar annelere karşı ve çocuklar babalara karşı iki maç yapıldı. Çocuklar biraz fazla kalabalık bir ekip oldu. Anne-babalardan çoğu nedense kenarda; bazıları video çekiyor, bazıları telefonda uzun uzun konusuyor. Bir de Aile Spor Gününe dadı ile katılan küçük bir grup vardı ki akıllara ziyan. Neyse ki dadılar sahadan kibarca kenara alınıyor.

Oğuz bu iki oyunun sonunda da çocuklar kazanmasına rağmen hiç mutlu olmadı, arada hatta ağlamaklı bile oldu. ‘... Ama hep arkadaşlarım benim ayağımdan topu alıp alıp durdu. Ama, ama, ama biz aynı takımız...’ Arada okul müdürü de aynı hatırlatmayı çok kibar bir şekilde yaptı çocuklara... Tahmin edileceği gibi sonuç çok fazla değişmedi. Oğuz 10 kişinin birden girdiği toplara girmedi. ‘Ama zaten o benim ekibimdendi...’ dedi. Bu arada grubun içinde gerçek bir Ronaldinho vardı. Tek kelime ile muhteşemdi; ondan top alabilecek bir baba yoktu sahana...

Anneler takımı ise kaleci dahil 4 kişi. Annelerden birinin ayağında çizme; spor ayakkabı ve rahat kıyafet duyuruda belirtilmiş olmasına rağmen. (ki lüzumsuz bir hatırlatma olduğunu düşünmüştüm duyuruyu okudumda.) O anne de ekibi ile paslaşması gerektiğini ve 5 yaşındaki bir çocuğun ayağından topu çalacağım derken çizmesi ile çocuğun uyluk kemiğine geçirmemesi gerektiğini bilmiyor. Bilmediği için kendi oğluna da öğretemiyor. Fark etmiyor. Ve hatta belki de bundan gurur duyuyor. Ve armut dibine düşüyor ne yapalım. Senin armut ağacın da benim Sevgili Oğlum... Ve biz akça armut ağacıyız ne çare ki ve ne mutlu ki.

Özgüvenin tanımı üzerinde hem fikir miyiz? Bu gruba dışarıdan bakıldığında kim özgüvenli?.. Temmuz sayısına. Mailım tartışmalara açık...


Sonuç, her Türk oğlan çocuğu Ronaldinho olmasa da futbol ile şu veya bu şekilde tanışır. Ve bu tanışıklık farkında olalım ya da olmayalım, arkadaş kabulü, ‘cool’ olma açısından önemlidir. Özgüvenini arttırır, yaralar ya da alabora eder.


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Çocukların ne kadar zor bir dünyası olduğunu anladım (ya da hatırladım...)