13 Kasım 2013 Çarşamba

Okulda Romalı askerler yürüyor, dışarıda neler oluyor?..



1 Haziran cumartesi günü, okulumuzda yıl sonu gösterisi... Haftalardır inanılmaz bir ciddiyet ile bu güne hazırlanılıyor. Oğuz, bir ‘Romalı asker’... Bir tek cümle için hazırlanıyoruz... ‘All hail the emperor!’ ‘Herkes imparatoru selamlasın!’

 
Okulumuzun güzide, güvenli dünyasında küçük Romalı askerler; kimi gururlu, kimi ürkek, kimi neşeli, kimi heyecanlı, ama hepsi birbirinden tatlı, tiyatro salonuna giriyorlar; rap, rap, rap...  Anne tiyatro salonunda koltuklarda değil. Neden mi? Benim sevgili Romalı askerim onca coşku ile çalışmasına rağmen, sınıfların önünde anne-babadan ayrılma ve hazırlanma vakti geldiğinde ‘Anneee, anneee...’ diye pantalonuma yapışıyor. ‘Ben Romalı asker olmak istemiyorum.’ diyor da başka birşey demiyor. Bir an yakamı paçamı bırakmıyor. Oğuz’un ilk deneyimi, ‘yarım bırakmak’ olmamalı. Bir anlaşma yapıyoruz; öğretmenlerimizin de desteği ile. Anne sınıfta Oğuz’u hazırlıyor. Bembeyaz köfte ayaklara beyaz Romalı asker sandaletleri giyiliyor. Kostüm ve aksesuarlar... hepsi tamam. ‘Bilmem bu şapka kafadan düşer mi? Acaba bir toka ile tuttursak mı?’ Toka bulunamıyor.

(Ve... Tabi ki tiyatro gösterisinden sonra şarkılar ve danslar sırasında şapka sahnede kafadan düşecektir. Oğuz’un gözü sahnenin yan tarafında büyük bir heyecanla bekleyen annesine kitlenecek ve şapka elinde soran gözler ile anneye bakacaktır; ‘Anne, şapkam düştü. Neden gelip takmıyorsun?’)


Oğuz sanki arkadaşlarını hayatında yeni görmüş gibi çekingen. Kaynaştırmak, havaya sokmak annenin işi. Sınıfta bir üçüncü öğretmen oluyor anne adeta. Kızlar ve oğlanlar farklarını yine hemen belli ediyorlar. Kızlar bana sandaletlerini gösterip, saçlarını düzelttirirken; oğlanlar ellerine geçen her şeyi araba ve uçak yapıp ortalıkta vınlayıp duruyorlar. Arada bir ‘Çişim geldi.’ diye yanıma gelen de olmuyor değil. Her biri ile Oğuz’u da götürüyorum ama Oğuz her seferinde ‘Çişim yok.’ deyip, tam sahneye çıkmadan önce ‘Anne, tuvalet’ diyor. Allah’tan sahnenin hemen yanına tuvalet yapmışlar. Allah bu planlamayı yapan ince akıldan razı olsun.

 
Anne ziyadesi ile yoruluyor; ama okuldaki düzeni, çocuklara saygıyı, sanki bir futbol takımını şampiyonluk maçına hazırlar gibi uygulanan motivasyon taktiklerini görünce, bu sefer gerçekten de doğru seçimi yaptığını görerek bir kez daha mutlu oluyor.

 
Ve... sahnedeyiz. Anne yan tarafta. Oğuz’un arkadaşları
-Romans!.. (Romalılar!) diye bağırıyor.

 
Öğretmeni mikrofonu Oğuz’a uzatıyor. Oğuz mikrofona bakıyor, bakıyor... Derin bir sessizlik, bizim açımızdan da gergin bir bekleyiş. Tansiyon yükseliyor. Bu çocuk ne yapacak acaba? Ve bu çocuk, ki o çocuk benim kocaman minik Romalı askerim, mikrofonu bir eli ile tutuyor, öteki el hitap için havaya kalkıyor... Tane tane, yüksek sesle ‘All hail the emperor!/Herkes imparatoru selamlasın!’ diyor. ‘İmparator’u öyle bir coşku ile, tam da babası ile çalıştıkları vurgu ile söylüyor ki bütün salon alkışkıyor. Ve...sevimli imparator sahneye minik ayaklarını vura vura giriyor... Selamlanmanın coşkusu, gururu ile.

 
Dışarıda bir yerlerde başka bir imparator (?), kocaman ayaklarını vura vura başka bir sahneye giriyor. Herkes onu alkışlamıyor. Herkes onu, bu minik imparator gibi sevimli bulmuyor. İmparator öfkeleniyor.  Geçen ayki sayfamızı okumamış olacak ki, öfkesini kontrol etmeyi bilmiyor, ‘Barış eğitimi’nden ise zaten bihaber yaşıyor.

 
Miniklerimiz böyle heyecanlı, coşkulu bir günde, anne-babalarını bu kadar gururlandırmış, içinde babamızın da olduğu bir grubu ağlatmış olmanın haklı gururu ile muhteşem bir gösteri sunuyorlar bize. Okul müdürü bir konuşma yapmış. Sahne arkasında duyamıyor tabi ki anne. Anafikir şöyle: ‘Çocuklarımızın bazıları bu sahnede ağlayabilir, sözlerini unutabilir... Ama önemli olan bu gösteri arkasında çok büyük bir çaba olmasıdır. Her bir çocuk diğerinden farklıdır ve hepsi özeldir. Bugün için çok çalıştılar ve her birini tek tek kutluyorum.’

 
‘Çaba’ ne güzel bir sözdür, çaba göstermek ne onurlu bir davranıştır; sonucu her ne olursa olsun.

Babamız iki önemli toplantısına gitmedi bu şova katılmak için. Bir gün gözlerimizi yumduğumuzda kaçırılan toplantılar, ertelenen işler değil bu günün anısı olacak kalplerimizde. İnşallah o gün geldiğinde güvenli, huzurlu bir yurt kalır miniklerimize.


O akşam için büyük planlarımız vardı.  Oğuz sorar; ‘Anne neden gitmiyoruz Taksim’e?’ Annenin doğumgünü kutlanılacaktı zira. Önce Nevizade’de erken bir akşam yemeği... Oğuz, ahtapotları midesine indirmenin hayallerini kuruyordu günlerdir. Sonra Şişhane’deki otellerin çatılarına çıkıp, ‘Ey güzel İstanbul...’ diyecektik. Karanlık, çirkinlikleri örtecek, ışıklar sanki her şeyi büyülü gösterecekti şehrimde. Ultra şık ablalar, abiler normalde 20:00’da sızmış olan, annesinin doğumgünü hatırına gece hayatına akan bu yakışıklının dansları ile eğleneceklerdi, kendi danslarını unutup. Biz birer yeşil çay veya sade bol köpüklü Türk kahvesi yudumlayacaktık muhtemelen. Gece her şeyi örtecek, ışıklar bizi büyüleyecek, eve giderkenki trafik biraz keyfimizi kaçıracaktı. Oğuz oto koltuğuna otururken ‘Eve gitmek istemiyorum. Başka gezme, başka gezme...’ diye ağlayacak, araba çalışır çalışmaz sızacaktı. Anne bir yaş daha yaşlanmış olacaktı. Karanlığın hiç bir çirkinliği örtemediği günlerde 40’ına hayli yaklaştı anne. Anne, kendi doğumgünlerini epeydir sevmezdi zaten. Doğumgünü yaklaşıyor diye strese girerdi hatta. Bu 31 Mayıs da ülkeme kapkaranlık bir anı ile çöktü işte.

 
Benim oğlum bilir ki, otoban kenarlarını yeşillendirmek, ağaçlandırmak güzeldir. Ama yok edilen ormanların yerini tutmaz o birkaç çalı, 100 yıllık ağaçların kesilmesini haklı kılmaz. Benim oğlum bilir ki 100 yılık ağaçların, 100 yıllık emeklerin çok zor korunduğu bir ülkede yaşamaktadır. Benim oğlum sorgular, ‘Haydi ipad’den araştıralım anne’, der. Benim oğlum, bir gün öğrenecek ki kendi geleceği uğruna gidemedi o akşam Taksim’e; her güzel şey vahşice katledilmesin diye. Benim oğlum bilir ‘takım tutmak’gibi değildir, imparator tutmak, bir akımı tutmak. Takımını sever insan, destekler;  iyi oynasa da kötü oynasa da, kazansa da, kaybetse de. Benim oğlum ‘Her ne olursa olsun, her ne yaparsa yapsın doğrudur.’ diye hiçbir düşüncenin arkasından gitmez.

 
Çocuklar sıcacık güvenli yataklarında uyumak yerine mitinglere götürülmez! Ama benim oğlum Ata’sının sarayına giremez, mitinglerdeki çocuklar girebilir ama. Çünkü onun annesi, 100 yıllık ağacın değerini, çalıdan gölge olmayacağını bilen bir annedir. Ateşe verilen çadırları görmezden gelemeyen, yüreği sızlayan, umursayan, sorgulayan, çocuğunu sıcacık yatağından, oyunundan alıp mitinge götürmeyen bir annenin oğludur.

 
Bülent Ortaçgil’in muhteşem şarkısı ile tamamladılar çocuklarımız şovlarını...

Oynarım seninle... Sen ne olursan ol, yeter ki ‘zalim’ olma, ‘adaletsiz’ olma. Ben, ne olursan ol oynarım seninle.

 
Su olsam, ateş olsam
Göklerdeki güneş olsam
Konuşmasam, taş olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Sus olsam, kusur olsam
Ağızdaki küfür olsam
Doğuştan esir olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Sayılmasam, kaç olsam
Topraktaki güç olsam
Aptal gibi suç olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Benimle oynar mısın?
Benimle oynar mısın?


Çocuklarımıza oyun parkında barış eğitimi almış liderlerin yönettiği bir ülke bırakmak dileği ile...
Oyun parkında barış eğitimi almış liderleri seçebilme donanımında çocuklar yetiştirebilmek dileği ile...

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey  + Memleketimin ‘park’ anlayışının ne kadar kıt, ne kadar zavallı olduğunu fark ettim.

 

Hiç yorum yok: