1 Haziran cumartesi günü, okulumuzda yıl sonu
gösterisi... Haftalardır inanılmaz bir ciddiyet ile bu güne hazırlanılıyor.
Oğuz, bir ‘Romalı asker’... Bir tek cümle için hazırlanıyoruz... ‘All hail the
emperor!’ ‘Herkes imparatoru
selamlasın!’
Okulumuzun
güzide, güvenli dünyasında küçük Romalı askerler; kimi gururlu, kimi ürkek,
kimi neşeli, kimi heyecanlı, ama hepsi birbirinden tatlı, tiyatro salonuna
giriyorlar; rap, rap, rap... Anne
tiyatro salonunda koltuklarda değil. Neden mi? Benim sevgili Romalı askerim onca
coşku ile çalışmasına rağmen, sınıfların önünde anne-babadan ayrılma ve
hazırlanma vakti geldiğinde ‘Anneee, anneee...’ diye pantalonuma yapışıyor.
‘Ben Romalı asker olmak istemiyorum.’ diyor da başka birşey demiyor. Bir an
yakamı paçamı bırakmıyor. Oğuz’un ilk deneyimi, ‘yarım bırakmak’ olmamalı. Bir
anlaşma yapıyoruz; öğretmenlerimizin de desteği ile. Anne sınıfta Oğuz’u
hazırlıyor. Bembeyaz köfte ayaklara beyaz Romalı asker sandaletleri giyiliyor.
Kostüm ve aksesuarlar... hepsi tamam. ‘Bilmem bu şapka kafadan düşer mi? Acaba
bir toka ile tuttursak mı?’ Toka bulunamıyor.
(Ve... Tabi ki
tiyatro gösterisinden sonra şarkılar ve danslar sırasında şapka sahnede kafadan
düşecektir. Oğuz’un gözü sahnenin yan tarafında büyük bir heyecanla bekleyen
annesine kitlenecek ve şapka elinde soran gözler ile anneye bakacaktır; ‘Anne,
şapkam düştü. Neden gelip takmıyorsun?’)
Oğuz sanki
arkadaşlarını hayatında yeni görmüş gibi çekingen. Kaynaştırmak, havaya sokmak
annenin işi. Sınıfta bir üçüncü öğretmen oluyor anne adeta. Kızlar ve oğlanlar
farklarını yine hemen belli ediyorlar. Kızlar bana sandaletlerini gösterip,
saçlarını düzelttirirken; oğlanlar ellerine geçen her şeyi araba ve uçak yapıp ortalıkta
vınlayıp duruyorlar. Arada bir ‘Çişim geldi.’ diye yanıma gelen de olmuyor
değil. Her biri ile Oğuz’u da götürüyorum ama Oğuz her seferinde ‘Çişim yok.’
deyip, tam sahneye çıkmadan önce ‘Anne, tuvalet’ diyor. Allah’tan sahnenin
hemen yanına tuvalet yapmışlar. Allah bu planlamayı yapan ince akıldan razı
olsun.
Anne ziyadesi
ile yoruluyor; ama okuldaki düzeni, çocuklara saygıyı, sanki bir futbol
takımını şampiyonluk maçına hazırlar gibi uygulanan motivasyon taktiklerini
görünce, bu sefer gerçekten de doğru seçimi yaptığını görerek bir kez daha
mutlu oluyor.
Ve...
sahnedeyiz. Anne yan tarafta. Oğuz’un arkadaşları
-Romans!..
(Romalılar!) diye bağırıyor.
Öğretmeni
mikrofonu Oğuz’a uzatıyor. Oğuz mikrofona bakıyor, bakıyor... Derin bir
sessizlik, bizim açımızdan da gergin bir bekleyiş. Tansiyon yükseliyor. Bu
çocuk ne yapacak acaba? Ve bu çocuk, ki o çocuk benim kocaman minik Romalı
askerim, mikrofonu bir eli ile tutuyor, öteki el hitap için havaya kalkıyor...
Tane tane, yüksek sesle ‘All hail the emperor!/Herkes imparatoru selamlasın!’ diyor. ‘İmparator’u öyle bir coşku
ile, tam da babası ile çalıştıkları vurgu ile söylüyor ki bütün salon
alkışkıyor. Ve...sevimli imparator sahneye minik ayaklarını vura vura
giriyor... Selamlanmanın coşkusu, gururu ile.
Dışarıda bir yerlerde başka bir imparator (?), kocaman
ayaklarını vura vura başka bir sahneye giriyor. Herkes onu alkışlamıyor. Herkes
onu, bu minik imparator gibi sevimli bulmuyor. İmparator öfkeleniyor. Geçen ayki sayfamızı okumamış olacak ki,
öfkesini kontrol etmeyi bilmiyor, ‘Barış eğitimi’nden ise zaten bihaber
yaşıyor.
Miniklerimiz
böyle heyecanlı, coşkulu bir günde, anne-babalarını bu kadar gururlandırmış,
içinde babamızın da olduğu bir grubu ağlatmış olmanın haklı gururu ile muhteşem
bir gösteri sunuyorlar bize. Okul müdürü bir konuşma yapmış. Sahne arkasında
duyamıyor tabi ki anne. Anafikir şöyle: ‘Çocuklarımızın bazıları bu sahnede
ağlayabilir, sözlerini unutabilir... Ama önemli olan bu gösteri arkasında çok
büyük bir çaba olmasıdır. Her bir çocuk diğerinden farklıdır ve hepsi özeldir. Bugün
için çok çalıştılar ve her birini tek tek kutluyorum.’
‘Çaba’ ne
güzel bir sözdür, çaba göstermek ne onurlu bir davranıştır; sonucu her ne olursa
olsun.
Babamız iki
önemli toplantısına gitmedi bu şova katılmak için. Bir gün gözlerimizi
yumduğumuzda kaçırılan toplantılar, ertelenen işler değil bu günün anısı olacak
kalplerimizde. İnşallah o gün geldiğinde güvenli, huzurlu bir yurt kalır miniklerimize.
O akşam için büyük
planlarımız vardı. Oğuz sorar; ‘Anne
neden gitmiyoruz Taksim’e?’ Annenin doğumgünü kutlanılacaktı zira. Önce
Nevizade’de erken bir akşam yemeği... Oğuz, ahtapotları midesine indirmenin
hayallerini kuruyordu günlerdir. Sonra Şişhane’deki otellerin çatılarına çıkıp,
‘Ey güzel İstanbul...’ diyecektik. Karanlık, çirkinlikleri örtecek, ışıklar
sanki her şeyi büyülü gösterecekti şehrimde. Ultra şık ablalar, abiler
normalde 20:00’da sızmış olan, annesinin doğumgünü hatırına gece hayatına akan
bu yakışıklının dansları ile eğleneceklerdi, kendi danslarını unutup. Biz birer
yeşil çay veya sade bol köpüklü Türk kahvesi yudumlayacaktık muhtemelen. Gece
her şeyi örtecek, ışıklar bizi büyüleyecek, eve giderkenki trafik biraz
keyfimizi kaçıracaktı. Oğuz oto koltuğuna otururken ‘Eve gitmek istemiyorum.
Başka gezme, başka gezme...’ diye ağlayacak, araba çalışır çalışmaz sızacaktı. Anne
bir yaş daha yaşlanmış olacaktı. Karanlığın hiç bir çirkinliği örtemediği
günlerde 40’ına hayli yaklaştı anne. Anne, kendi doğumgünlerini epeydir sevmezdi
zaten. Doğumgünü yaklaşıyor diye strese girerdi hatta. Bu 31 Mayıs da ülkeme
kapkaranlık bir anı ile çöktü işte.
Benim oğlum bilir ki, otoban kenarlarını yeşillendirmek, ağaçlandırmak
güzeldir. Ama yok edilen ormanların yerini tutmaz o birkaç çalı, 100 yıllık ağaçların kesilmesini haklı
kılmaz. Benim oğlum bilir ki 100 yılık ağaçların, 100 yıllık emeklerin çok zor
korunduğu bir ülkede yaşamaktadır. Benim oğlum sorgular, ‘Haydi ipad’den
araştıralım anne’, der. Benim oğlum, bir gün öğrenecek ki kendi geleceği uğruna
gidemedi o akşam Taksim’e; her güzel şey vahşice katledilmesin diye. Benim
oğlum bilir ‘takım tutmak’gibi değildir, imparator tutmak, bir akımı tutmak. Takımını
sever insan, destekler; iyi oynasa da
kötü oynasa da, kazansa da, kaybetse de. Benim oğlum ‘Her ne olursa olsun, her
ne yaparsa yapsın doğrudur.’ diye hiçbir düşüncenin arkasından gitmez.
Çocuklar sıcacık
güvenli yataklarında uyumak yerine mitinglere götürülmez! Ama benim oğlum Ata’sının
sarayına giremez, mitinglerdeki çocuklar girebilir ama. Çünkü onun annesi, 100
yıllık ağacın değerini, çalıdan gölge olmayacağını bilen bir annedir. Ateşe
verilen çadırları görmezden gelemeyen, yüreği sızlayan, umursayan, sorgulayan,
çocuğunu sıcacık yatağından, oyunundan alıp mitinge götürmeyen bir annenin
oğludur.
Bülent
Ortaçgil’in muhteşem şarkısı ile tamamladılar çocuklarımız şovlarını...
Oynarım
seninle... Sen ne olursan ol, yeter ki ‘zalim’ olma, ‘adaletsiz’ olma. Ben, ne
olursan ol oynarım seninle.
Su olsam, ateş
olsam
Göklerdeki
güneş olsamKonuşmasam, taş olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Sus olsam, kusur olsam
Ağızdaki küfür olsam
Doğuştan esir olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Sayılmasam, kaç olsam
Topraktaki güç olsam
Aptal gibi suç olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Benimle oynar mısın?
Benimle oynar mısın?
Çocuklarımıza
oyun parkında barış eğitimi almış liderlerin yönettiği bir ülke bırakmak dileği
ile...
Oyun parkında
barış eğitimi almış liderleri seçebilme donanımında çocuklar yetiştirebilmek
dileği ile...
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Memleketimin ‘park’ anlayışının ne kadar
kıt, ne kadar zavallı olduğunu fark ettim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder