13 Kasım 2013 Çarşamba

Barış Eğitimi... Peace Education...




‘Çocukluğum, devri hatırladığım ilk saf mekteptir.’ Atatürk


Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlı olarak 2007 yılında Barış Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi kuruldu. WINPEACE (Women’s Initiative for Peace -  Türkiye ve Yunanistan’dan Kadınların Barış Girişimi) öncülüğünde kurulan bu merkez, pekçok akademisyen ve barış gönüllüsünün özverili çabaları ile faaliyet gösteriyor.  Düzenledikleri seminerler ve eğitimler ile medyaya, öğretmenlere, annelere, gençlere, kısaca barış eğitimine katkısı olabilecek geniş tabanlara ulaşmaya çalışıyorlar. Bu amaçla, çeşitli üniversitelerde ‘Şiddet İçermeyen Eğitim’, ‘Çatışma Çözümü’ gibi dersler de verilmeye başlandı. Sınırlı da olsa yuvalarda da pilot çalışmalar yapılıyor.

Beni bu merkezle tanıştıran Boğaziçi Üniversitesi emekli öğretim görevlisi, merkezin kurucularından, hayatını insanlara yardıma adamış, her daim adalet peşinde olmuş sevgili hocam Nur Bekata Mardin’e sonsuz teşekkürler...

  

‘Barış eğimi oyun parkında başlar...’ diyerek biz de mayıs sayımızı bu konuya ayırdık.


Barış eğitimi için gerekli beceriler

(Boğaziçi Üniversitesi, Barış Kültürü ve Eğitimi Çalıştayı, 11 Mayıs 2012)

1.       Empati kurabilmek. (Kendini karşısındakinin yerine koyarak, o kişinin neler hissedebileceğini anlamak.)

2.       Ön yargılarımızın farkında olmak ve kendimizi tanımak.

3.       Tüm insanların haklarına ve doğaya saygı göstermeyi öğrenmek.

4.       Eleştirel düşünceye sahip olmak. (Çocuklarımızı araştıran, sorgulayan bir kişiliğe sahip olarak yetiştirmek, onların yanlış seçimler yapmalarına, körü körüne bir akımın peşinden gitmelerine engel olacaktır.)

5.       Aktif dinleme ve şiddetsiz iletişim becerilerini geliştirmek. (Rosenberg, 2003) Karşısındakini sadece dinleyebilmek bile öfkeyi azaltır, çatışmayı yumuşatır.

6.       Öfkeyi yönetebilmek, özür dileyebilmek, affedebilmek.

7.       Uyuşmazlık durumlarında yaratıcı çözüm yolları üretebilmek. (Çatışma çözüm becerilerine sahip olmak; sorunları herkesin çıkarlarına çözebilme yöntemleri bulabilmek.)


Peki ya çocuklarımız, barış eğitimi ile nasıl tanışıyorlar? Tanışıyorlar mı?

Barış eğitimi evde başlar, yuvada başlar, oyun parkında başlar...

Peki ya televizyonlardaki, çizgi filmlerindeki, bilgisayar oyunlarındaki ve hatta çocuk kitaplarındaki şiddet?..


Sayfamızı takip edenler bilir; Oğuz’un televizyon izlemesi, hem süre hem de izlediği programlar açısından son derece sınırlı. Mickey’nin Kulüp Evi’ni, Winnie the Pooh’u, Caillou’yu ve Pepee’yi seviyoruz. (Pepee’de bile bazı şeylerin olumsuzdan yola çıkarak öğretilmesi  bazen beni rahatsız etmiyor değil.)

Oğuz, bu yıl okula başladıktan sonra hiç bilmediği, şimdiye kadar hiçbir şekilde izlemediği, Ben10, Spiderman, Sonic ve bilumum kahramanların sevdalısı oldu. Bir oğlan çocuğu için son derece normal bir açıdan. (Barbie Bebek istese, özellikle babamız karaları bağlardı mesela.) Ama işin garip tarafı, bu karakterlerin savaşçı olduğunu, kötü ve çirkin olduklarını söylüyor ve ‘savaşın, kötü olmanın, çirkin olmanın’ özenilecek şeyler olduğunu düşünüyor.


Anlıyoruz ki evde kendi çocuğumuzu ne kadar korumaya çalışırsak çalışalım, malesef bütün çocuklar (kimse alınmasın, darılmasın) o kadar da özenle korunmuyor. Hele ki bakıcı elinde büyüyorlarsa... Bakıcı rahatça çayını, kahvesini içsin; sabahtan akşama kadar televizyon kontrolsüz bir şekilde açık kalsın. Yeter ki çocuk sessiz, uslu dursun... (Sessiz ve uslu durmuyor aslında... O ses, o kontrolsüz uyarı bombardımanı, çizgi filmlerin, haberlerin, reklamların o vahşi dünyası; acımasız, savaşçı, güç odaklı, çözüm üretemeyen büyüklerin temellerini atıyor. ‘Bu kadar basit mi?’ dedi geçende bir arkadaşım... Basit olmasa da etkisi yadsınamaz bence.


Oğuz’un erkek arkadaşlarını eve çağırdık geçenlerde. Bir çete kurmuşlar aralarında. Minik Oğlum, Superman olmuş, her biri başka bir süper kahraman. Superman, benim de çocukluğumdan beri en sevdiğim süper kahramanlardan biriydi. Bu yüzden oğlumun Superman’i seçtiğine çok sevindim. Şimdilerde Oğuz’a, Superman’in iyi bir süper kahraman olduğunu ve hep iyi insanlara yardım ettiğini anlatmaya çalışıyoruz.

-          ‘Süper Kahramanlar çok güçlüdür ve kahramanlar insanlara yardım eder.’
-          ‘Hayır, yardım etmez. O savaşııır. O kötüdüüür...’

cevabını daha az duymaya başlıyoruz. Baktık ki bir oğlan çocuğunu süper kahramanlar dünyasından uzak tutmak mümkün değil, bizim kontrolümüzde olsun istiyoruz.


Arkadaşlarından biri (...ki evimizdeki ziyarette çetenin lideri olduğunu ilk dakikalarda anladık.) bizim Oğuz’a anlattığımız ‘iyi, yardımsever süper kahraman’ yaklaşımına tamamen karşı.
Dün akşam Oğuz bu arkadaşının Winnie the Pooh’u hiç bilmediğini söyledi. Bence 4 yaşındaki bir çocuk için çok büyük kayıp. Ben bile, hatta anneannemiz bile severek izliyoruz.

Arkadaşı için çok üzüldüm, bütün savaş çizgi filmlerini bilen, diğer çocuklara anlatıp, öğreten, bakıcısının sabahtan akşama kadar televizyonun başından kaldıramadığını söylediği küçük, güzel çocuk...
Sanırım o yüzdendir ki, arkadaşları ona ilk boyun eğmediğinde, arkadaşlarına vurdu, bakıcısına vurdu, bana vurdu... hırsını alamadı, yerleri tekmeledi... Ne acı birşey ki, doğduğu günden beri ona bakan bakıcısı sadece ‘bakmak’la yetinip, ‘Bu hep böyle, inanın kollarımdaki morlukların biri geçmeden öteki başlıyor.’ demekle yetindi. Ne acı, bu kadar imkana sahip bir çocuk, ama kendisini kontrol edecek imkanı hiç bulamamış. Belki de ihtiyacı olan tek şey, o kriz anı gelmeden ona yol gösterecek bir yetişkin. O krizde yanlız bırakılmamak, arkadaşlarının arasında liderken, en güçlü o iken, öfkeyi kontrol edememenin çaresizliğine düşmemek. O zor anda tek başına olmayı küçük omuzlarında hissetmemek. Arkadaşlarının başka bir oyun oynamak istemelerini kendisine ihanet olarak görmemek.

Oğuz ve diğer çocuklar açısından da kaygı ile gözlemledim ortamı... Lider ne derse yapıyorlar, ne yapılmayacak derse yapmıyorlar.

-          ‘Araba oynanılmayacak!’

Arabalar ilk emirle bırakılıyor, diğer tüm çocuklar liderin gözünün içine bakıyor, ikinci emir ne diye?..
Toplumumuzun bir küçük örneğini gördüm o oyun gününde. Üzüldüm.

Biraz da uyumlu, kibar, saygılı çocuk yetiştirmeye çalışırken;  bu çocukların aynı zamanda lideri (?) sorgulayan, kendini ezdirmeyen, dayak yemeyen, kaydırakta küçükleri korurken, koca koca arkadaşlarının kendilerini  itip geçmesine izin vermeyen çocuklar olarak da yetişmesindeki hassas dengeyi sağlamanın zorluğu çöküverdi omuzlarıma...


Akşam eşime anlatıyorum. ‘Sen o çocuk için üzülme, kendi çocuğun için üzül, diyor. Memleket bu!..’

Biz nasıl bir toplumuz?

Bu mu gerçekten? Bizler öfkemizi kontrol edemeyen, kendi haklarımızdan başka hak tanımayan, güce boyun eğip, güçsüzü ezen, bir güzel selama güzel bir selam ile karşılık vermekten aciz bir toplum muyuz?  Hac vazifesinden neşe ve gururla gelirken havaalanında önündeki 2 yaşındaki çocuğu itekleyen insanlar mıyız? Mevlana’yı Mevlana ruhundan eser taşımayacak bir maneviyatla (?) gezerken önündeki çocuğu göz göre göre ezen, ‘Teyzem, daha iyi görmek için çocuğu ezmeyeceksin, değil mi?’ dediğimde ters ters bakan bir toplum muyuz biz gerçekten?..

Galatasaray Adası’na gidiyorduk, annelergünü yemeğine... Teknenin gelmesini bekliyoruz iskede. Yanı başımızda bir anne-baba, 7-8 yaşlarında bir oğlan çocuğu. Ayakkabıdan, çantaya, tüm kıyafet pahalı bir marka... Belli ki iyi eğitimli, iyi bir gelir düzeyine sahip, kariyer sahibi bir çift... (Nedense belirtmek istedim; önemi var mı gerçekten?.. bilemedim.)  Çocuk soruyor:

-          Baba, tekne biletli mi, biletsiz mi?

Cevap bizi dehşete düşürüyor. Baba, çocuğun kafasına vurarak,

-           ‘Sus dedim, sana... Kes sesini!’

Anne elinde Iphone’u istifini bile bozmadan mesaj yazıyor... Tekneye biniyoruz. Çocuk binerken dengesini kaybediyor. Adam çocuğu kolundan tuttuğu gibi oturulacak yere fırlatıyor. Eşim, Oğuz’u teknenin iç tarafına doğru adeta kaçırıyor, daha fazla tanık olmasın bu dehşete diye.

Çocuk boğazda birşey gösteriyor. Baba kendinden geçiyor.

-          ‘Ben sana konuşmayacaksın demedim mi? Senin sesini bile duymaya dayanamıyorum...’

diyerek çocuğun kafasını yumruklamaya başlıyor. Çocuk da babasının kafasına yumruk atmaya çalışıyor. Küçüçük bileği bükülüyor. Anne, elinde hala Iphone’u mesaj yazmaya devam ediyor. O kadar doğal demek anne için bu durum.

Çocuk susuyor. Susuyor. Sonra elini babasının elinin üstüne koyuyor. Az önce kafasına yumruk atan o eli, bileğini büken o eli tutuyor; barış istercesine... Öylece duruyor...


Yeğenim Bengisu, tir tir titriyor; bir yandan da gözünü onlardan ayıramıyor. Teknenin iç tarafında eşim bir yandan Oğuz’a martıları gösteriyor; bir yandan beni gözlüyor. İçinden ne geçirdiğini biliyorum. Zira gecenin ilerleyen saatlerinde itiraf ediyor.

-          ‘Ebru, şimdi dayanamayıp; adama girişecek.’ dedim o anda içimden.
-          ‘Deli misin?’ diyorum.  ‘Adamın elindeki şemsiyeyi görmedin mi? Ağzımı açsam, semsiye ile girişecek bana.’ Bir de yanımda korumakla yükümlü olduğum iki çocuk var.
-          ‘Afferin akıllanmışsın.’ diyor eşim.


Bilmem, bu akıllanmak mı?..

Bilse ki artık Ebru’nun 20 yaşlarındaki idealleri yok; memleketinde biraz tırsmaya başladı zira. Geçenlerde gittiği bir konferansta ‘barış, özgürlük, demokrasi...’ diye bağıran gazetecilerin kendilerini anlamayan (?) ya da kendileri ile tamamen aynı fikirde olmayan izleyicilere (bu kişiler de profesörler, öğretim görevlileri falan) nasıl kızdıklarını, aşağıladıklarını izleyip, tırsıp, soru soramamıştı Ebru... Kimse fark etti mi, bilmem; ama o konferansta öğrenciler hiç soru sormadı, soramadı. Onlar 20 yaşlarındaydı. Bir zamanlar ben de o sıralarda 20 yaşlarındaydım ve sormaktan korkacağım hiçbir soru, belirtmekten korkacağım hiçbir düşünce yoktu. Ama ben 40’ıma geliyorum ve ülkemde yabancılaşıyorum, korkuyorum. Biliyorum ki oğlumu her gördüğünde, kendi evimizde dahil olmak üzere ‘defol git’ diyen çocuk günü gelince, bakan, milletvekili olacak... Allah ömür versin, yazacak kalemimiz, tuşlarımız kırılmasın, iletecek medyamız susmasın... ve ben o gün yeniden bu sayfayı yayınlayayım.

İnsanlar, 20’li yaşlarında 40’lı yaşlarında olduklarından daha çok ideal sahibi olurlarmış. 20’li yaşlarımda bu cümleyi okuduğumda katılmamış olsam da 40’ıma hayli yaklaştığım şu günlerde ‘susmam gerektiği zamanları öğrendim’.

Öfkeyi yönetmek...

Öfkelenmeden, Tibet’te bir rahip misali yaşamak mümkün değil. Tıpkı bizim kocaman dünyamızın bir yığın stresi ve bizim kocaman omuzlarımızın taşımakta zorlandığı bir yığın sorumluluk olduğu gibi; çocuklarımızın da minik dünyalarının bir yığın stresi, sorumluluğu var. Oyun ortamı bile malesef kimi zaman stresli bir iş hayatı gibi zorluklarla dolu olabiliyor. Dışlamalar, alaylar, şiddet, paylaşamama, haksızlık ve daha kim bilir neler neler...

-          Anlaşmazlıklarımızı biz nasıl çözüyoruz, çocuklarımıza nasıl örnek oluyoruz?
-          Öfkemizi biz nasıl yönetiyoruz, yönetiyor muyuz, çocuklarımıza nasıl örnek oluyoruz?
-          Çocuklarımızı gönderdiğimiz okullar, bu okullardaki sistem, çözüm odaklı bir ortam yaratmayı ne kadar ve nasıl sağlıyor? Bu konuda çocuklarımıza eğitici, öğretici bir alt yapı sunuyor mu? Yoksa her şey gelişine bırakılıyor, var olma mücadelesi verilen bir oyun grubunun ötesine geçmiyor mu anaokulunda geçirilen zamanlar?..


Hayatımızın bu önemli soruları; biz kendimize sorsak da, sormasak da orada. Cevabını gönül rahatlığı ile, kendimizi kandırmadan versek de vermesek de, bugün bu sorulardan kaçsak da kaçmasak da, yarın daha kocaman sorunlar olarak hep burada...


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Pekçok şeyden tırsar oldum.

Hiç yorum yok: