‘Çocukluğum, devri hatırladığım ilk
saf mekteptir.’ Atatürk
Boğaziçi
Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlı olarak 2007 yılında Barış Eğitimi Uygulama ve
Araştırma Merkezi kuruldu. WINPEACE (Women’s Initiative for Peace - Türkiye ve Yunanistan’dan Kadınların Barış
Girişimi) öncülüğünde kurulan bu merkez, pekçok akademisyen ve barış gönüllüsünün
özverili çabaları ile faaliyet gösteriyor.
Düzenledikleri seminerler ve eğitimler ile medyaya, öğretmenlere,
annelere, gençlere, kısaca barış eğitimine katkısı olabilecek geniş tabanlara ulaşmaya
çalışıyorlar. Bu amaçla, çeşitli üniversitelerde ‘Şiddet İçermeyen Eğitim’, ‘Çatışma
Çözümü’ gibi dersler de verilmeye başlandı. Sınırlı da olsa yuvalarda da pilot
çalışmalar yapılıyor.
Beni bu merkezle
tanıştıran Boğaziçi Üniversitesi emekli öğretim görevlisi, merkezin kurucularından,
hayatını insanlara yardıma adamış, her daim adalet peşinde olmuş sevgili hocam Nur
Bekata Mardin’e sonsuz teşekkürler...
‘Barış eğimi oyun
parkında başlar...’ diyerek biz de mayıs sayımızı bu konuya ayırdık.
Barış eğitimi için
gerekli beceriler
(Boğaziçi
Üniversitesi, Barış Kültürü ve Eğitimi Çalıştayı, 11 Mayıs 2012)
1.
Empati kurabilmek. (Kendini karşısındakinin yerine koyarak, o kişinin neler
hissedebileceğini anlamak.)
2.
Ön yargılarımızın farkında olmak ve kendimizi tanımak.
3.
Tüm insanların haklarına ve doğaya saygı göstermeyi öğrenmek.
4.
Eleştirel düşünceye sahip olmak. (Çocuklarımızı araştıran, sorgulayan bir
kişiliğe sahip olarak yetiştirmek, onların yanlış seçimler yapmalarına, körü
körüne bir akımın peşinden gitmelerine engel olacaktır.)
5.
Aktif dinleme ve şiddetsiz iletişim becerilerini geliştirmek. (Rosenberg,
2003) Karşısındakini sadece dinleyebilmek bile öfkeyi azaltır, çatışmayı
yumuşatır.
6.
Öfkeyi yönetebilmek, özür dileyebilmek, affedebilmek.
7.
Uyuşmazlık durumlarında yaratıcı çözüm yolları üretebilmek. (Çatışma çözüm
becerilerine sahip olmak; sorunları herkesin çıkarlarına çözebilme yöntemleri
bulabilmek.)
Peki ya çocuklarımız,
barış eğitimi ile nasıl tanışıyorlar? Tanışıyorlar mı?
Barış eğitimi evde başlar, yuvada başlar, oyun
parkında başlar...
Peki ya televizyonlardaki, çizgi filmlerindeki,
bilgisayar oyunlarındaki ve hatta çocuk kitaplarındaki şiddet?..
Sayfamızı
takip edenler bilir; Oğuz’un televizyon izlemesi, hem süre hem de izlediği
programlar açısından son derece sınırlı. Mickey’nin Kulüp Evi’ni, Winnie the
Pooh’u, Caillou’yu ve Pepee’yi seviyoruz. (Pepee’de bile bazı şeylerin
olumsuzdan yola çıkarak öğretilmesi bazen beni rahatsız etmiyor değil.)
Oğuz, bu yıl
okula başladıktan sonra hiç bilmediği, şimdiye kadar hiçbir şekilde izlemediği,
Ben10, Spiderman, Sonic ve bilumum kahramanların sevdalısı oldu. Bir oğlan
çocuğu için son derece normal bir açıdan. (Barbie Bebek istese, özellikle
babamız karaları bağlardı mesela.) Ama işin garip tarafı, bu karakterlerin
savaşçı olduğunu, kötü ve çirkin olduklarını söylüyor ve ‘savaşın, kötü
olmanın, çirkin olmanın’ özenilecek şeyler olduğunu düşünüyor.
Anlıyoruz ki
evde kendi çocuğumuzu ne kadar korumaya çalışırsak çalışalım, malesef bütün
çocuklar (kimse alınmasın, darılmasın) o kadar da özenle korunmuyor. Hele ki
bakıcı elinde büyüyorlarsa... Bakıcı rahatça çayını, kahvesini içsin; sabahtan
akşama kadar televizyon kontrolsüz bir şekilde açık kalsın. Yeter ki çocuk
sessiz, uslu dursun... (Sessiz ve uslu durmuyor aslında... O ses, o kontrolsüz
uyarı bombardımanı, çizgi filmlerin, haberlerin, reklamların o vahşi dünyası;
acımasız, savaşçı, güç odaklı, çözüm üretemeyen büyüklerin temellerini atıyor. ‘Bu
kadar basit mi?’ dedi geçende bir arkadaşım... Basit olmasa da etkisi
yadsınamaz bence.
Oğuz’un erkek arkadaşlarını
eve çağırdık geçenlerde. Bir çete kurmuşlar aralarında. Minik Oğlum, Superman
olmuş, her biri başka bir süper kahraman. Superman, benim de çocukluğumdan beri
en sevdiğim süper kahramanlardan biriydi. Bu yüzden oğlumun Superman’i
seçtiğine çok sevindim. Şimdilerde Oğuz’a, Superman’in iyi bir süper kahraman
olduğunu ve hep iyi insanlara yardım ettiğini anlatmaya çalışıyoruz.
-
‘Süper Kahramanlar çok güçlüdür ve kahramanlar insanlara yardım eder.’
-
‘Hayır, yardım etmez. O savaşııır. O kötüdüüür...’
cevabını daha
az duymaya başlıyoruz. Baktık ki bir oğlan çocuğunu süper kahramanlar
dünyasından uzak tutmak mümkün değil, bizim kontrolümüzde olsun istiyoruz.
Arkadaşlarından
biri (...ki evimizdeki ziyarette çetenin lideri olduğunu ilk dakikalarda anladık.)
bizim Oğuz’a anlattığımız ‘iyi, yardımsever süper kahraman’ yaklaşımına tamamen
karşı.
Dün akşam Oğuz
bu arkadaşının Winnie the Pooh’u hiç bilmediğini söyledi. Bence 4 yaşındaki bir
çocuk için çok büyük kayıp. Ben bile, hatta anneannemiz bile severek izliyoruz.
Arkadaşı için
çok üzüldüm, bütün savaş çizgi filmlerini bilen, diğer çocuklara anlatıp,
öğreten, bakıcısının sabahtan akşama kadar televizyonun başından kaldıramadığını
söylediği küçük, güzel çocuk...
Sanırım o yüzdendir
ki, arkadaşları ona ilk boyun eğmediğinde, arkadaşlarına vurdu, bakıcısına
vurdu, bana vurdu... hırsını alamadı, yerleri tekmeledi... Ne acı birşey ki,
doğduğu günden beri ona bakan bakıcısı sadece ‘bakmak’la yetinip, ‘Bu hep
böyle, inanın kollarımdaki morlukların biri geçmeden öteki başlıyor.’ demekle
yetindi. Ne acı, bu kadar imkana sahip bir çocuk, ama kendisini kontrol edecek
imkanı hiç bulamamış. Belki de ihtiyacı olan tek şey, o kriz anı gelmeden ona
yol gösterecek bir yetişkin. O krizde yanlız bırakılmamak, arkadaşlarının
arasında liderken, en güçlü o iken, öfkeyi kontrol edememenin çaresizliğine
düşmemek. O zor anda tek başına olmayı küçük omuzlarında hissetmemek.
Arkadaşlarının başka bir oyun oynamak istemelerini kendisine ihanet olarak görmemek.
Oğuz ve diğer
çocuklar açısından da kaygı ile gözlemledim ortamı... Lider ne derse yapıyorlar,
ne yapılmayacak derse yapmıyorlar.
-
‘Araba oynanılmayacak!’
Arabalar ilk
emirle bırakılıyor, diğer tüm çocuklar liderin gözünün içine bakıyor, ikinci
emir ne diye?..
Toplumumuzun bir
küçük örneğini gördüm o oyun gününde. Üzüldüm.
Biraz da
uyumlu, kibar, saygılı çocuk yetiştirmeye çalışırken; bu çocukların aynı zamanda lideri (?)
sorgulayan, kendini ezdirmeyen, dayak yemeyen, kaydırakta küçükleri korurken,
koca koca arkadaşlarının kendilerini itip geçmesine izin vermeyen çocuklar olarak da
yetişmesindeki hassas dengeyi sağlamanın zorluğu çöküverdi omuzlarıma...
Akşam eşime
anlatıyorum. ‘Sen o çocuk için üzülme, kendi çocuğun için üzül, diyor. Memleket
bu!..’
Biz nasıl bir
toplumuz?
Bu mu
gerçekten? Bizler öfkemizi kontrol edemeyen, kendi haklarımızdan başka hak
tanımayan, güce boyun eğip, güçsüzü ezen, bir güzel selama güzel bir selam ile
karşılık vermekten aciz bir toplum muyuz?
Hac vazifesinden neşe ve gururla gelirken havaalanında önündeki 2
yaşındaki çocuğu itekleyen insanlar mıyız? Mevlana’yı Mevlana ruhundan eser taşımayacak
bir maneviyatla (?) gezerken önündeki çocuğu göz göre göre ezen, ‘Teyzem, daha
iyi görmek için çocuğu ezmeyeceksin, değil mi?’ dediğimde ters ters bakan bir
toplum muyuz biz gerçekten?..
Galatasaray
Adası’na gidiyorduk, annelergünü yemeğine... Teknenin gelmesini bekliyoruz
iskede. Yanı başımızda bir anne-baba, 7-8 yaşlarında bir oğlan çocuğu.
Ayakkabıdan, çantaya, tüm kıyafet pahalı bir marka... Belli ki iyi eğitimli,
iyi bir gelir düzeyine sahip, kariyer sahibi bir çift... (Nedense belirtmek
istedim; önemi var mı gerçekten?.. bilemedim.) Çocuk soruyor:
-
Baba, tekne biletli mi, biletsiz mi?
Cevap bizi
dehşete düşürüyor. Baba, çocuğun kafasına
vurarak,
-
‘Sus dedim, sana... Kes sesini!’
Anne elinde Iphone’u
istifini bile bozmadan mesaj yazıyor... Tekneye biniyoruz. Çocuk binerken
dengesini kaybediyor. Adam çocuğu kolundan tuttuğu gibi oturulacak yere
fırlatıyor. Eşim, Oğuz’u teknenin iç tarafına doğru adeta kaçırıyor, daha fazla
tanık olmasın bu dehşete diye.
Çocuk boğazda
birşey gösteriyor. Baba kendinden geçiyor.
-
‘Ben sana konuşmayacaksın demedim mi? Senin sesini bile duymaya
dayanamıyorum...’
diyerek
çocuğun kafasını yumruklamaya başlıyor. Çocuk da babasının kafasına yumruk
atmaya çalışıyor. Küçüçük bileği bükülüyor. Anne, elinde hala Iphone’u mesaj
yazmaya devam ediyor. O kadar doğal demek anne için bu durum.
Çocuk susuyor.
Susuyor. Sonra elini babasının elinin üstüne koyuyor. Az önce kafasına yumruk
atan o eli, bileğini büken o eli tutuyor; barış istercesine... Öylece duruyor...
Yeğenim
Bengisu, tir tir titriyor; bir yandan da gözünü onlardan ayıramıyor. Teknenin
iç tarafında eşim bir yandan Oğuz’a martıları gösteriyor; bir yandan beni
gözlüyor. İçinden ne geçirdiğini biliyorum. Zira gecenin ilerleyen saatlerinde
itiraf ediyor.
-
‘Ebru, şimdi dayanamayıp; adama girişecek.’ dedim o anda içimden.
-
‘Deli misin?’ diyorum. ‘Adamın
elindeki şemsiyeyi görmedin mi? Ağzımı açsam, semsiye ile girişecek bana.’ Bir
de yanımda korumakla yükümlü olduğum iki çocuk var.
-
‘Afferin akıllanmışsın.’ diyor eşim.
Bilmem, bu
akıllanmak mı?..
Bilse ki artık
Ebru’nun 20 yaşlarındaki idealleri yok; memleketinde biraz tırsmaya başladı
zira. Geçenlerde gittiği bir konferansta ‘barış, özgürlük, demokrasi...’ diye
bağıran gazetecilerin kendilerini anlamayan (?) ya da kendileri ile tamamen aynı
fikirde olmayan izleyicilere (bu kişiler de profesörler, öğretim görevlileri
falan) nasıl kızdıklarını, aşağıladıklarını izleyip, tırsıp, soru soramamıştı
Ebru... Kimse fark etti mi, bilmem; ama o konferansta öğrenciler hiç soru
sormadı, soramadı. Onlar 20 yaşlarındaydı. Bir zamanlar ben de o sıralarda 20
yaşlarındaydım ve sormaktan korkacağım hiçbir soru, belirtmekten korkacağım
hiçbir düşünce yoktu. Ama ben 40’ıma geliyorum ve ülkemde yabancılaşıyorum,
korkuyorum. Biliyorum ki oğlumu her gördüğünde, kendi evimizde dahil olmak
üzere ‘defol git’ diyen çocuk günü gelince, bakan, milletvekili olacak... Allah
ömür versin, yazacak kalemimiz, tuşlarımız kırılmasın, iletecek medyamız
susmasın... ve ben o gün yeniden bu sayfayı yayınlayayım.
İnsanlar, 20’li
yaşlarında 40’lı yaşlarında olduklarından daha çok ideal sahibi olurlarmış.
20’li yaşlarımda bu cümleyi okuduğumda katılmamış olsam da 40’ıma hayli
yaklaştığım şu günlerde ‘susmam gerektiği zamanları öğrendim’.
Öfkeyi yönetmek...
Öfkelenmeden,
Tibet’te bir rahip misali yaşamak mümkün değil. Tıpkı bizim kocaman dünyamızın
bir yığın stresi ve bizim kocaman omuzlarımızın taşımakta zorlandığı bir yığın
sorumluluk olduğu gibi; çocuklarımızın da minik dünyalarının bir yığın stresi,
sorumluluğu var. Oyun ortamı bile malesef kimi zaman stresli bir iş hayatı gibi
zorluklarla dolu olabiliyor. Dışlamalar, alaylar, şiddet, paylaşamama,
haksızlık ve daha kim bilir neler neler...
-
Anlaşmazlıklarımızı biz nasıl çözüyoruz, çocuklarımıza nasıl örnek
oluyoruz?
-
Öfkemizi biz nasıl yönetiyoruz, yönetiyor muyuz, çocuklarımıza nasıl örnek
oluyoruz?
-
Çocuklarımızı gönderdiğimiz okullar, bu okullardaki sistem, çözüm odaklı
bir ortam yaratmayı ne kadar ve nasıl sağlıyor? Bu konuda çocuklarımıza eğitici,
öğretici bir alt yapı sunuyor mu? Yoksa her şey gelişine bırakılıyor, var olma
mücadelesi verilen bir oyun grubunun ötesine geçmiyor mu anaokulunda geçirilen
zamanlar?..
Hayatımızın bu
önemli soruları; biz kendimize sorsak da, sormasak da orada. Cevabını gönül
rahatlığı ile, kendimizi kandırmadan versek de vermesek de, bugün bu sorulardan
kaçsak da kaçmasak da, yarın daha kocaman sorunlar olarak hep burada...
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Pekçok şeyden tırsar
oldum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder