13 Kasım 2013 Çarşamba

İşte benim doğum hikayem...


Hep doğal doğum istedim. Daha özel diye düşündüm. ‘Bebeğim dünyaya gelirken ben de zihnen, ruhen orada olmalıyım, ona ilk merhabayı ben demeliyim.’ dedim. Zor geçen bir hamilelikten ve 7 aylıkken çıkıp gelmeye kalkan bir bebeği taşıyan bir anne adayı olduktan sonra bebeğimi sağlıkla kucağıma almaktan daha önemli hiçbir şey olmadığını anladım.

 
Hamileliğimin o son 3 gününü sanırım hayatım boyunca özleyeceğim. Nişantaşı’nda yağmur altında sırıl sıklam ıslanmak, teyzelerin ‘Ah evladım, yazık, bir de hamilesin, hemen üstünü değiştir.’ diyen sevimli tavsiyeleri... Her akşam iftar yemeklerine gitmek ve oruçlu olmadığım halde oruç tutanlardan daha fazla yemek yemek… Oğlum karnımda... Kendimi çoook özel hissetmek…

 
15 Eylül sabahı saat 9:00’da ameliyathanede olacaktık. Bir akşam önce eşim, annem-babam şahane bir yemeye gittik. Heyecanım akşamdan başlamıştı. Şiş göbeğimle, karnımda artık ‘çıkmaya hazırım’ der gibi kafasını aşağılara güm güm diye vuran, devamlı hıçkıran, kollarını gerinir gibi devamlı yanlara açan oğlumla birkaç gün daha böyle kanguru ve yavrusu misali zamana ihtiyacım vardı sanki. Gece saat 22:00’den sonra bir şey yiyip, içmem yasak... Zaten bir haftalık yemek yemiştim; ama her gece neredeyse 2 lt su içmeye alışmış bir hamile olarak ağzım kurumaya başlıyor. Heyecanım, kıpır kıpır oğlum, üstüne de susuzluk eklenince bütün gece uyuyamıyorum. Sabaha karşı salondaki kanepede 45 dakika uyuyakalmışım ki saatin alarmı çalmaya başlıyor. Göreve hazır bir asker gibi fırlıyorum kanepeden; o karınla ne kadar fırlanabiliyorsa tabi.

 
Bir aylık bir tatile gider gibi hazırlanıyoruz. 1 yastık, 1 koca valiz, bebek için bir küçük valiz, (Zira bir hafta öncesinde bebek hemşireleri ile konuşup kendi getireceğim kıyafetleri bebeğime giydirme konusunda söz almıştım.) 1 CD player, bebeğimize karnımdayken dinlediği ve daha sonra da uyurken dinleyeceği Baby Einstein serisinden klasik müzik CD’si, 1 profesyonel dijital fotoğraf makinası, 1 kompakt fotoğraf makinası, doğum için aldığımız yeni son model kameramız ve ne olur ne olmaz diye eski kameramız, epiduralin baş ağrısı yaptığı duyumu üzerine eşimin yurtdışından aldığı bir kafa masaj aleti… (ki böyle bir ağrı hiç olmayacaktı.)

 
Aldığımız doğum paketinde 3 gece kalınıyordu doğum yapacağımız hastanede. Doktorlarımız iki gecenin yeterli olduğunu söylemişlerdi; ama madem parasını verdik ‘kalalım bari’ diye bir karar almıştık. (...ki çok doğru bir kararmış. Bebeğin emmeye alışması, annenin emzirmeye alışması, bebeğin kontrolleri için daha uzun bile olabilirmiş bence.) Bunun bilincinde olmayan bir çift olarak ‘3 gün de epey uzunmuş, canımız sıkılırsa falan...’ diyerek ‘acaba yanımıza tavla alsak mı?’ diye konuşmadık değil. Sonra zar sesinin bebeği rahatsız edeceğini düşünüp vazgeçtik. Böyle biraz geyik, biraz saf ve biraz da sapşal bir noktadaymışız anlaşılan…

 
Bu kadar eşyayı yerleştirirken arabaya, yarım saat gecikmeli yola çıkınca ve üstüne hasta kayıt işlemleri de uzayınca birden her şey pek hızlı gelişiverdi. Bir hemşire son tetkikleri yapıyor, diğeri formları dolduruyor, bir diğeri koluma damar yolu açmaya çalışıyor.

Neyse doktorlarımın ikisi de burada deyip seviniyorum. Zira hamileliğimin son haftalarının klasik rüyası; ‘Doktorlarım doğuma gelmiyorlar ve beni hemşireler doğurtuyor.’ idi.

 
Ameliyathaneye alınmadan önce eşimle ayrılıyoruz. Son kamera çekimlerindeki yüzümün dehşet ifadesi görülmeye değer. ‘Şu anda elimden gelse bir kuytu köşeye kaçıp suyum gelene kadar orada bekleyeceğim ve doğal doğum yapacağım.’ diyorum. Birden ‘epidural başarısız olursa; operasyon başladığında acı hissedersem?’ diye bir korku kaplıyor içimi. Aslında belden aşağı uyuşmanın tam olup olmadığını anlamadan gerçek işleme başlanmadığını anlatmıştı doktorlarım. Ama o an, insanın hayatta en rasyonel olabildiği an değil kesinlikle. Küçük bir ihtimal de olsa epidural başarısız olursa, genel anestezi vermek zorunda kalabileceklerini söylemişlerdi önceden. O kadar çok istiyordum ki bebeğimin dünyaya ilk geliş anını görmeyi, ağlamasını duymayı, bu dünyaya geldiği anda hemen benim kucağıma gelmesini, sıcaklığını hissetmeyi... ‘Epidural başarısız bile olsa dişimi sıkıp sesimi çıkartmayacağım.’ diyorum kendi kendime. Öylesine kuvvetli ve biraz da saf (!) bir duyguydu bebeğimi karşılama isteği…

 
Böyle diyen ben, ilk epidural denemesinde o kadar ahlıyorum, ohluyorum ki bilemezsiniz. Omuriliğime incecik teller sokuluyor, her yanımı elektrik çarpıyor gibi oluyor. İkinci deneme ise başarı ile gerçekleşiyor. Epidural olanlar bilir, henüz olmayanların da kulaklarına küpe… İşlem sırasında ‘kedi duruşu’ denilen omuzlarınızı düşürdüğünüz, biraz kambur durduğunuz bir pozisyonda durmanız ve asla ama asla kımıldamamanız gerekiyor. (ki tahmin edebileceğiniz gibi hele ki ilk denemeniz ise heyecandan, korkudan, ‘Bana ne oluyor?’ merakından, sırtınıza sokulan tellerin verdiği rahatsızlık hissinden vs… aksine pek bir kımıl kımıl oluyorsunuz elde olmadan. Omuzlarımdan kımıldamayayım diye bastıran ve kollarını sıkmaktan morartmış olabileceğim hasta bakıcıya teşekkürler bu arada…


Ameliyat odasına alındığımda ‘epiduralci’ dediğim doktor, ‘Hangi müziği istersin?’ diye sorduğunda konfor beklentisi yüksek bir insan olmama rağmen şaşırıyorum. Olabileceğine hiç ihtimal vermeden ‘Ezgi'nin Günlüğü İlk Aşk albümü var mı?’ diye soruyorum. (Bizim için anlamı çok büyük bir albümdü. Değişimi, alışmayı, sevmeyi, çok uzakları anlatan, biraz Polonya, biraz İsviçre, biraz hüzün, biraz umut kokan bir albümdür.) Odanın içini Ezgi’nin Günlüğü’nün sıcacık ezgisi dolduruyor.

 
Eşim geliyor bu arada ameliyathaneye; iki fotoğraf makinası ve bir kamera ile. Doktorumla doğumdan 3 gün önceki son kontrolümde, ameliyathaneye üç ayak koyup doğumu kameraya çekme fikri konusunda anlaşamamıştık; ama doğumdan sonra hasta bakıcının video performansını izleyince ‘İkinci kamerayı 3 ayağa kurma konusunda bir parça daha ısrarcı olsaymışım keşke.’ diye düşünmedim değil.

 
Doktorlarımız giriyor içeri güle oynaya, hamilelik anılarımla dalga geçe geçe, başlamışlar beni kesmeye biçmeye...  Ben hasta bakıcıları ve eşimi ‘Sen şuradan çek. Sen bu açıdan...’ diye uzaktan kumanda etmeye başlamıştım bile... Derken doktorum ‘Şimdi bir basınç hissedeceksin karnında.’ diyor. Karnımdan birşeyi söküp çıkartıyorlar sanki... 9 aylık beraberliğimiz bebeğimle bambaşka bir boyuta geçiyor...

 
Nnnaaaaa, nnnnaaaaa diye ağlama sesleri duyuyorum önce ve ben de başlıyorum ağlamaya... Eşim yani başımda 'Ebru, şahane bir bebek....' diyor ard arda, adeta haykırıyor tüm dünyaya. Ailemizdeki romantik ve duygulu kişinin kendisi olduğunu iddia etmesine rağmen hiç mi hiç ağlamıyor. Dünyaya mutluluğunu, coşkusunu haykırıyor.

 
İddiaya girmiştik doğumdan önce; bebek saçlı mı, saçsız mı doğacak diye. (Zira ikimiz de kel bebekmişiz zamanında.) Ben ‘saçsız’ deyince, eşime de tek seçenek olan ‘saçlı bebek’ kalıyor. Tabi ki iddia bedeli Cenevre'de tatil. Hafif saçlı doğdu bebeğimiz; ne annesini, ne babasını kırdı; ‘ortaya karışık’ misali, tepesi kabak, yanları sapsarı, yüzü pembe beyaz, dudakları fiyonk gibi çıkıverdi karnımdan…

 
Şak şak şak… her bir yandan flaşlar patlıyor. Ben ağlıyorum, eşim hiç durmadan 'Ebru, şahane bir bebek bu…’ diyor ve kendisinden hiç beklenmeyecek bir şekilde ard arda fotoğraflar çekiyor... (Zira doğumdan önce o heyecanla fotoğraf falan çekemeyeceğini, eğer istiyorsam bir doğum fotoğrafçısı tutabileceğini, sonra ‘bebeğimin bir tane bile doğum fotoğrafı yok’ diye arıza çıkartmamamı, gayet açık ve net bir şekilde ifade etmişti. Ben de bu anı bir yabancının ‘Bu tarafa bakın, şöyle durun…’  diyen sesi ile bozmamak için ‘Ne olursa olsun doğum fotoğrafçısı istemiyorum.’ demiştim. Sonuçta bebeğimin doğum anının 200 civarında pozu oldu ki, bu 200 pozun fotoğrafçısı dünyanın en coşkulu, en mutlu fotoğrafçısı ‘sevgili kocam’ oldu.

 
Doktorlarımızın ikisi de birbirinden iyi, tatlı, yetenekli ve de farklı karakterli... Biri doğumun başından beri vıdı vıdı konuşuyor, benimle dalga geçiyor. İkincisi gayet ciddi, kesip biçiyor, hiç konuşmuyor… Bebeği sağlıkla çıkartır çıkartmaz onun da yüzü gülmeye başlıyor, rahatlıyor. Doktorlarımız habersiz, poz vermeden girmişler bir kareye, sevgi ile bakmışlar oğluma, oğlum dünyaya ‘merhaba’ derken. O anı yakalamış hasta bakıcı... Maalesef çok az insan mesleğinde böyle... Çok değerli bir kare benim için. Çok zor günlerimizi, umutlarımızı onlara emanet ettik ve iyi ki de Onlar’a emanet etmişiz dedik...

 

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey  + Unutulmak korkusu çöktü içime... 


Uzun bir yol vardı nehir boyunca
Derin yamaçlardan dağlara doğru
Bir çocuk bulutlara çıkardı
Gördüğü düşün kanadıyla
Saçlarında bir yaz yağmuruydu
Ellerinde nergis kokusu
Dünya inan ki bildiğin gibi değil çocuk
Bir dümensiz sancak,
Belki oyuncak bir kayık,
Leyla sensin, sevdiğin hayal değil çocuk
Eski bir sevdadır akıntıya karşı yolculuk
Geceydi, ay vardı
Bütün hayatımız uzak bir yıldızdan düşmüş gibiydi
Ellerimde bir gençlik şarkısıyla aradım eski hayalleri
Vakitsiz gelip giden trenlerde sevgili arkadaş yüzleri…
                                                               Ezginin Günlüğü

Hiç yorum yok: