Hep doğal doğum istedim. Daha özel diye düşündüm. ‘Bebeğim
dünyaya gelirken ben de zihnen, ruhen orada olmalıyım, ona ilk merhabayı ben
demeliyim.’ dedim. Zor geçen bir hamilelikten ve 7 aylıkken çıkıp gelmeye
kalkan bir bebeği taşıyan bir anne adayı olduktan sonra bebeğimi sağlıkla
kucağıma almaktan daha önemli hiçbir şey olmadığını anladım.
Hamileliğimin
o son 3 gününü sanırım hayatım boyunca özleyeceğim. Nişantaşı’nda yağmur
altında sırıl sıklam ıslanmak, teyzelerin ‘Ah evladım, yazık, bir de hamilesin,
hemen üstünü değiştir.’ diyen sevimli tavsiyeleri... Her akşam iftar
yemeklerine gitmek ve oruçlu olmadığım halde oruç tutanlardan daha fazla yemek
yemek… Oğlum karnımda... Kendimi çoook özel hissetmek…
15 Eylül sabahı
saat 9:00’da ameliyathanede olacaktık. Bir akşam önce eşim, annem-babam şahane
bir yemeye gittik. Heyecanım akşamdan başlamıştı. Şiş göbeğimle, karnımda artık
‘çıkmaya hazırım’ der gibi kafasını aşağılara güm güm diye vuran, devamlı
hıçkıran, kollarını gerinir gibi devamlı yanlara açan oğlumla birkaç gün daha
böyle kanguru ve yavrusu misali zamana ihtiyacım vardı sanki. Gece saat
22:00’den sonra bir şey yiyip, içmem yasak... Zaten bir haftalık yemek yemiştim;
ama her gece neredeyse 2 lt su içmeye alışmış bir hamile olarak ağzım kurumaya
başlıyor. Heyecanım, kıpır kıpır oğlum, üstüne de susuzluk eklenince bütün gece
uyuyamıyorum. Sabaha karşı salondaki kanepede 45 dakika uyuyakalmışım ki saatin
alarmı çalmaya başlıyor. Göreve hazır bir asker gibi fırlıyorum kanepeden; o
karınla ne kadar fırlanabiliyorsa tabi.
Bir aylık
bir tatile gider gibi hazırlanıyoruz. 1 yastık, 1 koca valiz, bebek için bir
küçük valiz, (Zira bir hafta öncesinde bebek hemşireleri ile konuşup kendi
getireceğim kıyafetleri bebeğime giydirme konusunda söz almıştım.) 1 CD player,
bebeğimize karnımdayken dinlediği ve daha sonra da uyurken dinleyeceği Baby
Einstein serisinden klasik müzik CD’si, 1 profesyonel dijital fotoğraf
makinası, 1 kompakt fotoğraf makinası, doğum için aldığımız yeni son model
kameramız ve ne olur ne olmaz diye eski kameramız, epiduralin baş ağrısı
yaptığı duyumu üzerine eşimin yurtdışından aldığı bir kafa masaj aleti… (ki
böyle bir ağrı hiç olmayacaktı.)
Aldığımız doğum
paketinde 3 gece kalınıyordu doğum yapacağımız hastanede. Doktorlarımız iki
gecenin yeterli olduğunu söylemişlerdi; ama madem parasını verdik ‘kalalım
bari’ diye bir karar almıştık. (...ki çok doğru bir kararmış. Bebeğin emmeye
alışması, annenin emzirmeye alışması, bebeğin kontrolleri için daha uzun bile
olabilirmiş bence.) Bunun bilincinde olmayan bir çift olarak ‘3 gün de epey
uzunmuş, canımız sıkılırsa falan...’ diyerek ‘acaba yanımıza tavla alsak mı?’
diye konuşmadık değil. Sonra zar sesinin bebeği rahatsız edeceğini düşünüp
vazgeçtik. Böyle biraz geyik, biraz saf ve biraz da sapşal bir noktadaymışız
anlaşılan…
Bu kadar
eşyayı yerleştirirken arabaya, yarım saat gecikmeli yola çıkınca ve üstüne
hasta kayıt işlemleri de uzayınca birden her şey pek hızlı gelişiverdi. Bir
hemşire son tetkikleri yapıyor, diğeri formları dolduruyor, bir diğeri koluma
damar yolu açmaya çalışıyor.
Neyse
doktorlarımın ikisi de burada deyip seviniyorum. Zira hamileliğimin son
haftalarının klasik rüyası; ‘Doktorlarım doğuma gelmiyorlar ve beni hemşireler
doğurtuyor.’ idi.
Ameliyathaneye
alınmadan önce eşimle ayrılıyoruz. Son kamera çekimlerindeki yüzümün dehşet
ifadesi görülmeye değer. ‘Şu anda elimden gelse bir kuytu köşeye kaçıp suyum
gelene kadar orada bekleyeceğim ve doğal doğum yapacağım.’ diyorum. Birden
‘epidural başarısız olursa; operasyon başladığında acı hissedersem?’ diye bir
korku kaplıyor içimi. Aslında belden aşağı uyuşmanın tam olup olmadığını
anlamadan gerçek işleme başlanmadığını anlatmıştı doktorlarım. Ama o an,
insanın hayatta en rasyonel olabildiği an değil kesinlikle. Küçük bir ihtimal
de olsa epidural başarısız olursa, genel anestezi vermek zorunda
kalabileceklerini söylemişlerdi önceden. O kadar çok istiyordum ki bebeğimin
dünyaya ilk geliş anını görmeyi, ağlamasını duymayı, bu dünyaya geldiği anda
hemen benim kucağıma gelmesini, sıcaklığını hissetmeyi... ‘Epidural başarısız
bile olsa dişimi sıkıp sesimi çıkartmayacağım.’ diyorum kendi kendime. Öylesine
kuvvetli ve biraz da saf (!) bir duyguydu bebeğimi karşılama isteği…
Böyle diyen
ben, ilk epidural denemesinde o kadar ahlıyorum, ohluyorum ki bilemezsiniz. Omuriliğime
incecik teller sokuluyor, her yanımı elektrik çarpıyor gibi oluyor. İkinci
deneme ise başarı ile gerçekleşiyor. Epidural olanlar bilir, henüz olmayanların
da kulaklarına küpe… İşlem sırasında ‘kedi duruşu’ denilen omuzlarınızı
düşürdüğünüz, biraz kambur durduğunuz bir pozisyonda durmanız ve asla ama asla
kımıldamamanız gerekiyor. (ki tahmin edebileceğiniz gibi hele ki ilk denemeniz
ise heyecandan, korkudan, ‘Bana ne oluyor?’ merakından, sırtınıza sokulan tellerin
verdiği rahatsızlık hissinden vs… aksine pek bir kımıl kımıl oluyorsunuz elde
olmadan. Omuzlarımdan kımıldamayayım diye bastıran ve kollarını sıkmaktan
morartmış olabileceğim hasta bakıcıya teşekkürler bu arada…
Ameliyat
odasına alındığımda ‘epiduralci’ dediğim doktor, ‘Hangi müziği istersin?’ diye
sorduğunda konfor beklentisi yüksek bir insan olmama rağmen şaşırıyorum. Olabileceğine
hiç ihtimal vermeden ‘Ezgi'nin Günlüğü İlk Aşk albümü var mı?’ diye soruyorum. (Bizim
için anlamı çok büyük bir albümdü. Değişimi, alışmayı, sevmeyi, çok uzakları
anlatan, biraz Polonya, biraz İsviçre, biraz hüzün, biraz umut kokan bir
albümdür.) Odanın içini Ezgi’nin Günlüğü’nün sıcacık ezgisi dolduruyor.
Eşim geliyor
bu arada ameliyathaneye; iki fotoğraf makinası ve bir kamera ile. Doktorumla
doğumdan 3 gün önceki son kontrolümde, ameliyathaneye üç ayak koyup doğumu
kameraya çekme fikri konusunda anlaşamamıştık; ama doğumdan sonra hasta
bakıcının video performansını izleyince ‘İkinci kamerayı 3 ayağa kurma
konusunda bir parça daha ısrarcı olsaymışım keşke.’ diye düşünmedim değil.
Doktorlarımız
giriyor içeri güle oynaya, hamilelik anılarımla dalga geçe geçe, başlamışlar
beni kesmeye biçmeye... Ben hasta
bakıcıları ve eşimi ‘Sen şuradan çek. Sen bu açıdan...’ diye uzaktan kumanda
etmeye başlamıştım bile... Derken doktorum ‘Şimdi bir basınç hissedeceksin
karnında.’ diyor. Karnımdan birşeyi söküp çıkartıyorlar sanki... 9 aylık
beraberliğimiz bebeğimle bambaşka bir boyuta geçiyor...
Nnnaaaaa,
nnnnaaaaa diye ağlama sesleri duyuyorum önce ve ben de başlıyorum ağlamaya...
Eşim yani başımda 'Ebru, şahane bir bebek....' diyor ard arda, adeta haykırıyor
tüm dünyaya. Ailemizdeki romantik ve duygulu kişinin kendisi olduğunu iddia
etmesine rağmen hiç mi hiç ağlamıyor. Dünyaya mutluluğunu, coşkusunu
haykırıyor.
İddiaya girmiştik
doğumdan önce; bebek saçlı mı, saçsız mı doğacak diye. (Zira ikimiz de kel
bebekmişiz zamanında.) Ben ‘saçsız’ deyince, eşime de tek seçenek olan ‘saçlı
bebek’ kalıyor. Tabi ki iddia bedeli Cenevre'de tatil. Hafif saçlı doğdu
bebeğimiz; ne annesini, ne babasını kırdı; ‘ortaya karışık’ misali, tepesi
kabak, yanları sapsarı, yüzü pembe beyaz, dudakları fiyonk gibi çıkıverdi karnımdan…
Şak şak şak…
her bir yandan flaşlar patlıyor. Ben ağlıyorum, eşim hiç durmadan 'Ebru, şahane
bir bebek bu…’ diyor ve kendisinden hiç beklenmeyecek bir şekilde ard arda
fotoğraflar çekiyor... (Zira doğumdan önce o heyecanla fotoğraf falan
çekemeyeceğini, eğer istiyorsam bir doğum fotoğrafçısı tutabileceğini, sonra
‘bebeğimin bir tane bile doğum fotoğrafı yok’ diye arıza çıkartmamamı, gayet açık
ve net bir şekilde ifade etmişti. Ben de bu anı bir yabancının ‘Bu tarafa
bakın, şöyle durun…’ diyen sesi ile
bozmamak için ‘Ne olursa olsun doğum fotoğrafçısı istemiyorum.’ demiştim. Sonuçta
bebeğimin doğum anının 200 civarında pozu oldu ki, bu 200 pozun fotoğrafçısı dünyanın
en coşkulu, en mutlu fotoğrafçısı ‘sevgili kocam’ oldu.
Doktorlarımızın
ikisi de birbirinden iyi, tatlı, yetenekli ve de farklı karakterli... Biri
doğumun başından beri vıdı vıdı konuşuyor, benimle dalga geçiyor. İkincisi
gayet ciddi, kesip biçiyor, hiç konuşmuyor… Bebeği sağlıkla çıkartır çıkartmaz
onun da yüzü gülmeye başlıyor, rahatlıyor. Doktorlarımız habersiz, poz vermeden
girmişler bir kareye, sevgi ile bakmışlar oğluma, oğlum dünyaya ‘merhaba’
derken. O anı yakalamış hasta bakıcı... Maalesef çok az insan mesleğinde
böyle... Çok değerli bir kare benim için. Çok zor günlerimizi, umutlarımızı
onlara emanet ettik ve iyi ki de Onlar’a emanet etmişiz dedik...
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Unutulmak korkusu çöktü içime...
Uzun bir yol vardı nehir boyunca
Derin yamaçlardan dağlara doğruBir çocuk bulutlara çıkardı
Gördüğü düşün kanadıyla
Saçlarında bir yaz yağmuruydu
Ellerinde nergis kokusu
Dünya inan ki bildiğin gibi değil çocuk
Bir dümensiz sancak,
Belki oyuncak bir kayık,
Leyla sensin, sevdiğin hayal değil
çocuk
Eski bir sevdadır akıntıya karşı
yolculuk
Geceydi, ay vardı
Bütün hayatımız uzak bir yıldızdan
düşmüş gibiydi
Ellerimde bir gençlik şarkısıyla
aradım eski hayalleri
Vakitsiz gelip giden trenlerde
sevgili arkadaş yüzleri…
Ezginin
Günlüğü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder