13 Kasım 2013 Çarşamba

Neler sığar iki haftalık şubat tatiline?..


Altı ay önce planladık şubat tatilimizi... Her daim özlemle andığımız İsviçre’mize gidip arkadaşlarımızla beraber tatil yapacaktık. Anneannemin ‘İnsan plan yapar, kader gülermiş...’ lafı bir kez daha doğruluğunu kanıtladı. Bu sefer de annenin sağlık soruları başlayınca tatil turizmi kapsamına sağlık turizmi de ekleniverdi. Anne, ani bir şekilde kapalı kalp ameliyatı oluyor İsviçre’de... Oğuz’un bütün bunlardan etkilenmemesi için herşeyi yapmaya çalışıyoruz. Adeta tatil programının içine annenin operasyonunu gömüyoruz. Oğuz halinden çok memnun görünüyor... Ama biliyor ki annesi artık onu taşıyamıyor ve biraz da hasta. Babaya çoook iş düşüyor. Babaya zaten düşkün olan Oğuz artık babasının ayrılmaz bir parçası. ‘Ben, babaya benzemiyorum. Ben babanın aynısıyım. Bu evde iki Alper var, biri Alper baba, biri Oğuz Alper...’

Anne çoook ama çoook mutlu, bu muhteşem ikiliyi böyle görmekten dolayı... Arada bir korkmuyor da değil.  Nasıl olacak bundan sonra hayat? Sağlık sorunları o zamana kadar hiç akla gelmeyen kaygılar getiriyor...

Seyahate çıkışımız da pek bir maceralı oluyor.

Babamız vizesini evde unuttuğu için uçağın kapısından geri çevriliyoruz... Valizlerimizi indirtiyoruz. Havaalanından çıkıp, eve dönüp vizeyi alıyoruz. Anne yorgunluktan bayılacak, ama Oğuz bir melek. Her ne kadar saklamaya çalışsak da, annenin babaya çoook kızdığının da farkında olacak ki babasını her fırsatta öpüp duruyor.  Neyse ki bir sonraki uçağa yetişip (ve neyse ki yer bulup) akşam vakti varıyoruz Cenevre’mize. Organizasyon büyük. Ertesi sabah 5 aile İtalya’ya doğru yola çıkacağız. Bilgehan Amcamız’ın 40. yaşgününü kutlayıp, oraya yakın bir outletten alışverişimizi yapacağız.

Oğuz tüm gün süren alışverişte bir melek. Çok da geride olmayan günleri düşünüyorum. Devamlı kaçıp giden bir Oğuz, ‘Kaçıyoruuuuuum’... Daha yazın aynı yerde Bilgehan Amca’sını peşinden koşturuşu geliyor gözümün önüne. ‘Ebru, bu kaçıyor... Yavruuuum dur, kaçma!’  Bilgehan, Bilgehan olalı, iki oğlan çocuğu büyütüyor olmasına rağmen böyle bir kovalamaca yapmamıştır hayatında.

Şimdi ise bize kıyafetler buluyor.
-          Bunu beğendin mi?
-          Beğendim yavrum. Ne yapacaksın?
-          Senin için alıcam...

 Alışverişten dağılmış şekilde otele giriyoruz. Üstümüzü değişip Bilgehan Amca’nın doğumgünü yemeğine ineceğiz. Bütün gün yorulan ve doğumgünü partisi lafını duyan Oğuz tutturuyor, ‘Ben odada kalıcam, çok yoruldum uyuyacağım.’ diye. Haklı, çok yorgun. Ama bütün amaç da bu organizasyon. Anne biliyor ki işin aslı doğumgünü partisi. ‘Ben doğumgünü partilerini hiç sevmem...’ diyor da başka birşey demiyor.

Maalesef iki arkadaşının Ulus Gymboree’deki cıstak cıstak, avaz avaz, bağır çağır, sıcak mı sıcak doğumgünü partisinde gürültüden ve organizasyonsuzluktan o kadar bunalmıştı ki, bu Oğuz’da bir doğumgünü partisi fobisi olarak ortaya çıktı. Aslında o gürültü ve karmaşa bende bile aynı etkiyi yarattı. Memleketimde sesler kulağı delecek seviyede olmadan eğlence anlayışı olamıyor nedense. Oğuz’u ikna etmeye çalışıyoruz. Binbir güçlükle iniyoruz aşağıya. Bize ait bir salon, daha da iyisi çocuklara ait ayrı bir masa... Hemen getiriyorlar çocukların yemeklerini...  Saat 00:30 oluvermiş... Yaşları 2 ile 9 arasında değişen 7 çocuk yan salonda hiçbir anne-baba supervizörlüğü olmadan ve hiç kavga etmeden deliler gibi eğleniyor, yerlerde sürünüyor, hayvan taklitleri yapıyor, saklambaç oynuyorlar. Arada bir gidiyoruz bakmaya, asayiş berkemal mi diye... Oğuz’u tuvalete bile götüremiyorum... ‘Anne oyunumuzu bozma!’ diyor... Saat 00:31... ‘Yatmak istemiyorum, oynamak istiyorum.’ Oğuz’un hayatında bir milad...Saat 00:32; Oğuz yatağında horul horul uyuyor.

Ertesi akşam gece yarısı, karanlık, ıssız, karlı dağ yollarından Bern’e doğru ilerliyoruz. Saint Bernard Tüneli tıpkı Stephen King romanlarından fırlamış gibi. Alışveriş kısmını biraz abarttık ve geç saatte dönüş yoluna geçtik. İtalya-Bern arasındaki  o araba yolculuğu, manzaraların büyüsü, ıssızlığı, korkunçluğu bize şunu söyletiyor. ‘Şu saatte, bu hava koşullarında bu yolculuk, yarın sabah beni beleyen ameliyattan daha riskli herhalde...’ Ve bir şekilde o yoğun haftasonu programı İstanbul’daki kaygılarımızı unutturuyor. Sabahın köründe  Bern Kardiyoloji Hastanesi’ndeyiz, bütün gün Oğuz da bizimle. Arkadaşlarımıza da bırakamıyoruz; çünkü Oğuz’un da tetkikleri yapılacak. Allah’a şükür oğlumun kalbi sapasağlam. Anneden ayrılma vakti geliyor. O zamana kadar pek de yüzüme bakmıyor zaten. Varsa yoksa baba ve zor anların kurtarıcısı Ipad. Ama ayrılma vakti gelince odadan çıkmak istemiyor. Yanımdan ayrılırken geliyor, kolumdan öpüyor beni;  ‘...Annemm...’ diyor... Anlıyor...  3,5 yaşında herşeyin farkında kocaman minik oğlum. ‘Ben minik değilim, sen miniksin!’ der böyle anlarda benim oğlum.

Operasyon başarılı geçiyor.  Gece yatmayacağız...  Gecenin bir vakti dağda kalacağımız otele gidiyoruz. Babamızın bu tatildeki görevi; karanlık, karlı, ıssız, sisli daracık dağ yollarında bizi oradan oraya taşımak oluyor. Oğuz’a o bölgenin dağ keçisini hediye ediyorlar. O gün bugündür Oğuz, geceleri Sid ve Winnie yerine keçisi ile yatıyor. Annesi gibi o da hayvanlarına isimler takmak konusunda pek yaratıcı değil. Ayıcık, kuzucuk, aslan diye isimler takar hep. Keçisine ‘Ebru’ adını koyuyor daha ilk geceden. ‘Keçisi biraz hastaymış...’ hep öyle diyor. Geçen akşam her zamanki gibi sabah 2:00’de ‘annee’ diye beni çağırıyor.

-          ‘Annee, keçim hasta oldu. O bir bebek, doktorun dediklerini anlayamaz, iyileşemez. Ya düşerse annnee keçim?...’
-          ‘Annecim, keçin iyileşti. Doktorun dediklerini de çok güzel yapıyor, biz keçine çok iyi bakıyoruz... Merak etme sen.’
-          ‘Sırtımı sev, anne. Bir parmakla sev, anne. Şimdi de beş parmakla sev, anne...’ diyerek iki dakika içinde uyuyor.
Uyumadan önce...
-          ‘ Keçimi çoook seviyorum... Ebru keçim hiç hasta olmasın...’ diyor; bilse ki içimi nasıl burkuyor.

İgluya gidemiyoruz, köpeklerin çektiği kızaklara binemiyoruz, Oğuz’u başlatmayı düşündüğümüz kayak macerası bir başka seyahate kalıyor; ama Oğuz yine de teleferiğe biniyor, dağlara çıkıyor, babası ile yamaçlardan popo üstü kayıyor, anneye kar topu atıyor, kafasında bonesi, üzerinde de Şimşek Mcqueen beresi ile  kar altında kaplıca havuzlarında yüzüyor... Havuzda artık kendi kendine takılmak istiyor. Artık Oğuz koca bir çocuk oluyor... Sanki annesinin rahatsızlıkları ile beraber o da olgunlaşıyor.


Çocuklarda uzun süre geçmeyen, ilaç tedavisine cevap vermeyen kulak içi sıvı birikimi ihmale gelmiyor... Kulakta sıvı varken yapılan basınç testleri durumun ciddiyetini ortaya koyuyor.


Bütün bunların üstüne, daha doğrusu başına, bir de Oğuz’un kulak sıkıntısı çıkıyor. Bir yıldır Oğuz’un kulaklarında sıvı birikimi var. Çocuk doktorumuz, kulak burun boğaza yönlendiriyor. Her defasında ‘Kulak, sıvı dolu olunca birşey yapılmaz.’ diyerek, basit soğuk algınlığı ilaçları ile evimize gönderiliyoruz. Artık annesinin canına tak ediyor ve ikinci bir isme gitmeye karar veriyoruz zaten tatil (?) dönüşünde. Ama Oğuz’un kulakları bizi beklemiyor. İsviçre’ye gideceğimiz sabah acilde buluyoruz kendimizi. Oğuz ‘Duyamıyorum, duyamıyorum.’ diye çırpınıyor. Kulak burun boğaz doktoru, iki kulağının da çok ciddi şekilde su dolu olduğunu söylüyor, basınç testleri yapılıyor, bir çuval ilaç yazılıyor; mutlaka dönüşte ameliyat deniyor... Zaten bu testler kulak su dolu olunca yapılırmış ve bizimkiler de inanılmaz derecede su doluymuş. (Bu durum oluruna daha uzun süre bırakılırsa, duyma kaybı, çekiç-örs-üzengi kemiklerinde erime yapabiliyormuş. Kısaca kulağın içinde hava dolu olması gereken yer tamamen su dolmuş ve bu sıvı kulaklarında bir tıkaç varmış gibi duymasına neden oluyormuş. Yapılacak işlem; kulaklardaki sıvının boşaltılması, havalandırmayı sağlamak için minik tüpler yerleştirilmesi ve geniz etinin de alınması...) Doktorlar açısından standart, gayet kolay bir işlem. Bir de anne-babaya sorun...  Tüplerin yaklaşık 6 ay kulak içinde kalıp havalandırmayı sağlaması gerekiyor. İstenen o ki görevini bitirince kendi kendine kulak tüpleri atsın. Atmadığı durumlarda da maalesef ikinci bir operasyon ile (tabi ki operasyon demek bir kez daha anestezi demek) tüpler alınıyor. Benim jaguarım şubat tatilinin ikinci haftasında daha 3,5 yaşına gelmeden üçüncü kez genel anesteziye giriyor ve ameliyat oluyor. Günler rahat, geceler biraz ağrılı... Ama sonuçta operasyon başarılı...

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + İnsanın çocuğunun olması yaşlanma fikrini ne kadar da sevimli gösteriyor...

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok: