Altı ay
önce planladık şubat tatilimizi... Her daim özlemle andığımız İsviçre’mize
gidip arkadaşlarımızla beraber tatil yapacaktık. Anneannemin ‘İnsan plan yapar,
kader gülermiş...’ lafı bir kez daha doğruluğunu kanıtladı. Bu sefer de annenin
sağlık soruları başlayınca tatil turizmi kapsamına sağlık turizmi de
ekleniverdi. Anne, ani bir şekilde kapalı kalp ameliyatı oluyor İsviçre’de...
Oğuz’un bütün bunlardan etkilenmemesi için herşeyi yapmaya çalışıyoruz. Adeta
tatil programının içine annenin operasyonunu gömüyoruz. Oğuz halinden çok
memnun görünüyor... Ama biliyor ki annesi artık onu taşıyamıyor ve biraz da
hasta. Babaya çoook iş düşüyor. Babaya zaten düşkün olan Oğuz artık babasının
ayrılmaz bir parçası. ‘Ben, babaya benzemiyorum. Ben babanın aynısıyım. Bu evde
iki Alper var, biri Alper baba, biri Oğuz Alper...’
Anne çoook
ama çoook mutlu, bu muhteşem ikiliyi böyle görmekten dolayı... Arada bir
korkmuyor da değil. Nasıl olacak bundan
sonra hayat? Sağlık sorunları o zamana kadar hiç akla gelmeyen kaygılar
getiriyor...
Seyahate çıkışımız da pek bir maceralı oluyor.
Babamız vizesini evde unuttuğu için uçağın kapısından geri
çevriliyoruz... Valizlerimizi indirtiyoruz. Havaalanından çıkıp, eve dönüp
vizeyi alıyoruz. Anne yorgunluktan bayılacak, ama Oğuz bir melek. Her ne kadar
saklamaya çalışsak da, annenin babaya çoook kızdığının da farkında olacak ki
babasını her fırsatta öpüp duruyor. Neyse
ki bir sonraki uçağa yetişip (ve neyse ki yer bulup) akşam vakti varıyoruz
Cenevre’mize. Organizasyon büyük. Ertesi sabah 5 aile İtalya’ya doğru yola
çıkacağız. Bilgehan Amcamız’ın 40. yaşgününü kutlayıp, oraya yakın bir outletten
alışverişimizi yapacağız.
Oğuz tüm gün süren alışverişte bir melek. Çok da geride olmayan
günleri düşünüyorum. Devamlı kaçıp giden bir Oğuz, ‘Kaçıyoruuuuuum’... Daha
yazın aynı yerde Bilgehan Amca’sını peşinden koşturuşu geliyor gözümün önüne. ‘Ebru,
bu kaçıyor... Yavruuuum dur, kaçma!’ Bilgehan, Bilgehan olalı, iki oğlan çocuğu
büyütüyor olmasına rağmen böyle bir kovalamaca yapmamıştır hayatında.
Şimdi ise bize kıyafetler buluyor.
-
Bunu beğendin mi?
-
Beğendim yavrum. Ne yapacaksın?
-
Senin için alıcam...
Alışverişten dağılmış
şekilde otele giriyoruz. Üstümüzü değişip Bilgehan Amca’nın doğumgünü yemeğine
ineceğiz. Bütün gün yorulan ve doğumgünü partisi lafını duyan Oğuz tutturuyor, ‘Ben
odada kalıcam, çok yoruldum uyuyacağım.’ diye. Haklı, çok yorgun. Ama bütün
amaç da bu organizasyon. Anne biliyor ki işin aslı doğumgünü partisi. ‘Ben
doğumgünü partilerini hiç sevmem...’ diyor da başka birşey demiyor.
Maalesef iki arkadaşının Ulus Gymboree’deki cıstak cıstak, avaz
avaz, bağır çağır, sıcak mı sıcak doğumgünü partisinde gürültüden ve
organizasyonsuzluktan o kadar bunalmıştı ki, bu Oğuz’da bir doğumgünü partisi
fobisi olarak ortaya çıktı. Aslında o gürültü ve karmaşa bende bile aynı etkiyi
yarattı. Memleketimde sesler kulağı delecek seviyede olmadan eğlence anlayışı
olamıyor nedense. Oğuz’u ikna etmeye çalışıyoruz. Binbir güçlükle iniyoruz
aşağıya. Bize ait bir salon, daha da iyisi çocuklara ait ayrı bir masa... Hemen
getiriyorlar çocukların yemeklerini... Saat 00:30 oluvermiş... Yaşları 2 ile 9
arasında değişen 7 çocuk yan salonda hiçbir anne-baba supervizörlüğü olmadan ve
hiç kavga etmeden deliler gibi eğleniyor, yerlerde sürünüyor, hayvan taklitleri
yapıyor, saklambaç oynuyorlar. Arada bir gidiyoruz bakmaya, asayiş berkemal mi
diye... Oğuz’u tuvalete bile götüremiyorum... ‘Anne oyunumuzu bozma!’ diyor... Saat
00:31... ‘Yatmak istemiyorum, oynamak istiyorum.’ Oğuz’un hayatında bir
milad...Saat 00:32; Oğuz yatağında horul horul uyuyor.
Ertesi akşam gece yarısı, karanlık, ıssız, karlı dağ yollarından
Bern’e doğru ilerliyoruz. Saint Bernard Tüneli tıpkı Stephen King romanlarından
fırlamış gibi. Alışveriş kısmını biraz abarttık ve geç saatte dönüş yoluna
geçtik. İtalya-Bern arasındaki o araba
yolculuğu, manzaraların büyüsü, ıssızlığı, korkunçluğu bize şunu söyletiyor. ‘Şu
saatte, bu hava koşullarında bu yolculuk, yarın sabah beni beleyen ameliyattan
daha riskli herhalde...’ Ve bir şekilde o yoğun haftasonu programı
İstanbul’daki kaygılarımızı unutturuyor. Sabahın köründe Bern Kardiyoloji Hastanesi’ndeyiz, bütün gün
Oğuz da bizimle. Arkadaşlarımıza da bırakamıyoruz; çünkü Oğuz’un da tetkikleri
yapılacak. Allah’a şükür oğlumun kalbi sapasağlam. Anneden ayrılma vakti
geliyor. O zamana kadar pek de yüzüme bakmıyor zaten. Varsa yoksa baba ve zor
anların kurtarıcısı Ipad. Ama ayrılma vakti gelince odadan çıkmak istemiyor.
Yanımdan ayrılırken geliyor, kolumdan öpüyor beni; ‘...Annemm...’ diyor... Anlıyor... 3,5 yaşında herşeyin farkında kocaman minik
oğlum. ‘Ben minik değilim, sen miniksin!’ der böyle anlarda benim oğlum.
Operasyon başarılı geçiyor. Gece yatmayacağız... Gecenin bir vakti dağda kalacağımız otele
gidiyoruz. Babamızın bu tatildeki görevi; karanlık, karlı, ıssız, sisli daracık
dağ yollarında bizi oradan oraya taşımak oluyor. Oğuz’a o bölgenin dağ keçisini
hediye ediyorlar. O gün bugündür Oğuz, geceleri Sid ve Winnie yerine keçisi ile
yatıyor. Annesi gibi o da hayvanlarına isimler takmak konusunda pek yaratıcı
değil. Ayıcık, kuzucuk, aslan diye isimler takar hep. Keçisine ‘Ebru’ adını
koyuyor daha ilk geceden. ‘Keçisi biraz hastaymış...’ hep öyle diyor. Geçen
akşam her zamanki gibi sabah 2:00’de ‘annee’ diye beni çağırıyor.
-
‘Annee, keçim hasta oldu. O bir bebek,
doktorun dediklerini anlayamaz, iyileşemez. Ya düşerse annnee keçim?...’
-
‘Annecim, keçin iyileşti. Doktorun dediklerini
de çok güzel yapıyor, biz keçine çok iyi bakıyoruz... Merak etme sen.’
-
‘Sırtımı sev, anne. Bir parmakla sev, anne.
Şimdi de beş parmakla sev, anne...’ diyerek iki dakika içinde uyuyor.
Uyumadan önce...
-
‘ Keçimi çoook seviyorum... Ebru keçim hiç
hasta olmasın...’ diyor; bilse ki içimi nasıl burkuyor.
İgluya gidemiyoruz, köpeklerin çektiği kızaklara binemiyoruz,
Oğuz’u başlatmayı düşündüğümüz kayak macerası bir başka seyahate kalıyor; ama
Oğuz yine de teleferiğe biniyor, dağlara çıkıyor, babası ile yamaçlardan popo
üstü kayıyor, anneye kar topu atıyor, kafasında bonesi, üzerinde de Şimşek
Mcqueen beresi ile kar altında kaplıca
havuzlarında yüzüyor... Havuzda artık kendi kendine takılmak istiyor. Artık
Oğuz koca bir çocuk oluyor... Sanki annesinin rahatsızlıkları ile beraber o da olgunlaşıyor.
Çocuklarda uzun süre geçmeyen, ilaç tedavisine
cevap vermeyen kulak içi sıvı birikimi ihmale gelmiyor... Kulakta sıvı varken
yapılan basınç testleri durumun ciddiyetini ortaya koyuyor.
Bütün bunların üstüne, daha doğrusu başına, bir de Oğuz’un kulak
sıkıntısı çıkıyor. Bir yıldır Oğuz’un kulaklarında sıvı birikimi var. Çocuk
doktorumuz, kulak burun boğaza yönlendiriyor. Her defasında ‘Kulak, sıvı dolu
olunca birşey yapılmaz.’ diyerek, basit soğuk algınlığı ilaçları ile evimize
gönderiliyoruz. Artık annesinin canına tak ediyor ve ikinci bir isme gitmeye
karar veriyoruz zaten tatil (?) dönüşünde. Ama Oğuz’un kulakları bizi
beklemiyor. İsviçre’ye gideceğimiz sabah acilde buluyoruz kendimizi. Oğuz
‘Duyamıyorum, duyamıyorum.’ diye çırpınıyor. Kulak burun boğaz doktoru, iki
kulağının da çok ciddi şekilde su dolu olduğunu söylüyor, basınç testleri yapılıyor,
bir çuval ilaç yazılıyor; mutlaka dönüşte ameliyat deniyor... Zaten bu testler
kulak su dolu olunca yapılırmış ve bizimkiler de inanılmaz derecede su
doluymuş. (Bu durum oluruna daha uzun süre bırakılırsa, duyma kaybı, çekiç-örs-üzengi
kemiklerinde erime yapabiliyormuş. Kısaca kulağın içinde hava dolu olması
gereken yer tamamen su dolmuş ve bu sıvı kulaklarında bir tıkaç varmış gibi
duymasına neden oluyormuş. Yapılacak işlem; kulaklardaki sıvının boşaltılması,
havalandırmayı sağlamak için minik tüpler yerleştirilmesi ve geniz etinin de
alınması...) Doktorlar açısından standart, gayet kolay bir işlem. Bir de
anne-babaya sorun... Tüplerin yaklaşık 6
ay kulak içinde kalıp havalandırmayı sağlaması gerekiyor. İstenen o ki görevini
bitirince kendi kendine kulak tüpleri atsın. Atmadığı durumlarda da maalesef ikinci
bir operasyon ile (tabi ki operasyon demek bir kez daha anestezi demek) tüpler
alınıyor. Benim jaguarım şubat tatilinin ikinci haftasında daha 3,5 yaşına
gelmeden üçüncü kez genel anesteziye giriyor ve ameliyat oluyor. Günler rahat,
geceler biraz ağrılı... Ama sonuçta operasyon başarılı...
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + İnsanın çocuğunun olması
yaşlanma fikrini ne kadar da sevimli gösteriyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder