02.11.2004
Varşova?...
Hiç görmediğim bir şehirdi Varşova… Polonya’nın başkenti… Şimdi ise hiç bilmediğim ve hatta haritada yerine bile hiç bakmamış olduğum bu ülkede bir hayat kuracaktım.
Oysa ne kadar çok emek harcamıştık bir yıldan az bir süredir yaşadığımız evimizde, İstanbul’da. Mecidiyeköy’ün arka sokaklarında, üç yıl boyunca yalnız yaşadığım yıllarda, hep derdim ki ‘camımdan baktığımda yeşilliklere bakan, en azından bir ağaç gören bir evim olacak mı benim de? Mutfağı karanlığa bakmayan, yan apartman komşusu her gece sabahlara kadar içip içip kavga çıkartmayan?...’
Ve her içten edilen duanın kabul edilme vakti geldiği gibi benim duam da kabul olmuştu işte… Henüz 8 ay olmuştu evleneli ve İstanbul’un o yorucu çalışma ortamında tam anlamı ile de yerleşememiştik evimize. Aramızda espri yapıyorduk: ‘Bazı kolileri iyi ki açmamışız, bak şimdi olduğu gibi Varşova’ya göndeririz?...’ diye…
Varşova’ya…
Orda bir ev var diyorduk, bizi bekliyor işte. Bazen gözümü kapatıp hayal etmeye çalışıyordum Varşova’yı. Uzaklarda – ne de olsa uçakla iki saat diyorduk hep – sokaklar var, üzerinde yürüyeceğimiz; dükkanlar var alışveriş edeceğimiz; bir ev var gidip onu yuva yapmamızı bekleyen; bir gökyüzü var altında yeni hayaller, yeni bir hayat kuracağımız…
İstanbul’daki mutfak camından gördüğüm ay, Varşova göğünü de aydınlatıyor mu şimdi? O ‘ay’ mutfağımın camından gördüğüm ayın aynısı mı? Bizi bekleyen sokaklar, dükkanlar, gezilecek tarihi yerler, - ‘göller falan da var’ diyorlar -, bizi bekleyen o ev…
…ama ya insanlar?... orda bizi bekleyen birileri yok işte. Bu yokluğun yaratacağı boşluk korkusu…
Bir yandan işi bırakacağım. Herkes imreniyor bana. Sabahın köründe kalkıp İstanbul’un trafiğini çekmeyeceğim, haftasonları tamamen ‘benim’ olacak. Aslında tüm zamanlar ‘benim’: İşte! yapmak isteyip de yapamadıklarımı gerçekleştirme fırsatı. İşte; yeni yerler gezmek, öğrenmek için bulunmaz fırsat. Doğa ile iç içe sağlıklı bir yaşam, kim bilir belki de bahçeli bir ev, babamınkilerden bile daha kırmızı, daha iri, daha lezzetli domatesler yetiştirmek için fırsat işte. Fotoğraf çekmek, yeni bir dil öğrenmek… yeni bir kültür… Yeninin getirdiği heyecan, kıpırtı…
Sanki herkes benim yerimde olmak istiyor.
Ya ben?...
İşimi bırakacağım sıra sanki daha bir sarılıyorum işime. Sanki oflaya puflaya işe gittiğim cumartesi günleri, her değişen bütçe planları için beni bekleyen mesailer, laftan, stratejiden anlamaz ajanslar… sanki özleyecek miyim ne? Sanki içim mi buruluyor bazen? Ya ‘benim başladıklarımı başkası tamamlayacak’ düşüncesi? …
İşteki son günümde Ender Saraç ile konuşuyorum telefonda. Ortak bir proje için çalışmak üzere tanışmıştık. İşten ayrılacağımı, eşimin işi nedeni ile Varşova’ya taşınacağımızı söylüyorum. ‘Şahane bir yer Varşova… Çoğu insan böyle bulmaz Varşova’yı ama dünyanın en romantik şehridir Varşova. Ben hayatımın en güzel bir ayını orada geçirdim’ diyor…
‘Evet, dünyanın en şahane şehrine taşınıyorum ben’ derken önümde masmavi boğaz… Üzerinde milyonlarca pırlanta kırıntısı serpilmiş gibi oynaşan güneş ışınları… Masamda pirinç saplı alüminyum tavada pastırmalı, bol kaşarlı menemen. Önümden geçen haşlanmış mısır satıcıları…
Demek dünyanın en güzel, en romantik şehrine taşınıyorum ben?!
Varşova’da…
Bahçeli iki katlı bir evimiz var. Hem de sivri çatılı… Bizden önce burada Koreli bir aile yaşıyordu. Ne kadar farklıydı bu ev onlar otururken; salonda şöminenin üstünde asılan dev haç, şimdi bizim ofis olarak kullandığımız odada sanki gizli bir ayin mekanı havasını veren mumlar, Meryem Ana heykelleri…. Duvarlarda karanlık tablolar…
Sıcacık bir yuva oldu şimdi bu ev. Aydınlandı sanki, çiçeklendi, soğuyan havaya rağmen bahar koktu sanki… Onu yuva yapmamızı bekleyen evi bulduk yani…
Yürümemizi bekleyen sokaklar, alışveriş edeceğimiz dükkanlar… Evet artık İstiklal Caddesi, Ortaköy, Bebek yerine ‘o sokaklarda’ yürüyoruz. Artık ‘o dükkanlardan’ alışveriş ediyoruz. Bir de marketlerdeki şu domuz kokusu olmasa…
‘Ay’ da farklı Varşova’da, gökyüzünün rengi de. Varşovalılar’a ‘Sizin ayınız farklı’ diyoruz da şaşırıp gülüyorlar. Koca bir ay Varşova’nınki, ‘Ben buradayım, beni fark edin!’ diye bağıran bir ay… Sanki gökyüzündeki yerinden memnun değilmiş ya da sanki orada biraz yalnızmış gibi yere yakın durmaya çalışan bir ay…
Varşova’da insan ‘ay’ misali bazen … Biraz gökte, biraz yere yakın… ikisine de tam ait değilmiş gibi… düşmeme çabasında.
12 Kasım 2008 Çarşamba
… Türk gözü ile Polonya …

Varşova, 09.01.2005
Polonya’ya 2 Mayıs 2004 tarihinde geldim. Avrupa Birliği’ne girmelerinin ertesi günü… Bu eski Doğu Bloğu, yeni AB üyesi ülkede bir-kaç yıllığına bir hayat kurmaya, eşim ve ben…
İlk geldiğimde - ev arama sürecinde - 231 metre ve 30 hectar karelik bir alan ile Polonya’nın en yüksek ve en büyük binası olan ünlü Kültür Sarayı’nın tam karşısında bir otelde kalıyorduk. 1952-1955 yılları arasında yapımında 40 milyon tuğla kullanılan Kültür Sarayı, Polonyalılar için bu günlerde bile buram buram komünizm kokan bir anı. – The Palace of Culture and Science / Palac Kultury i Nauki. (Nedense ben en başından beri bu yüksek heybetli binaya ‘Saat Kulesi’ demeyi tercih ettim.) Ülkenin tarihini anlatan turistik kitaplarda yazmasa da halkın söylediğine göre Stalin, Almanlar’a karşı kazandıkları başarıdan (?) dolayı benzerleri Moskova’da da bulunan bu heybetli binayı diktirmiş Polonyalılar’a hediye olarak. Komünizmin kaleleri olan topraklarda birer komünizm anıtı olarak yükselmiş Kültür Sarayları…
Aslına bakılırsa yine Polonya tanıtım kitaplarında yazmasa da Polonya halkından hediye olarak bir seçim yapmaları istenmiş: Metro hattı veya Kültür Sarayı?.. Ve Leh halkı yıllar boyu çektikleri acılarına merhem, bu gösterişli binayı tercih etmişler! Söylenti odur ki aslında bu görkemli binanın parasını da Stalin Polonya’ya ödetmiş. Komünist usulü hediye anlayışı olsa gerek…
Ve… böylece 1 Mayıs 2004 tarihine gelindiğinde Polonya halkının elinde görkemli bir Kültür Sarayı ve Polonya’nın nüfusu 1 milyonun üzerindeki tek şehri, başkent Varşova’da şehrin sadece kuzey-güney hattını birbirine bağlayan kuru bir metro hattı kalmış… Ve bu tarihi günde komünizm sembolü bu bina Avrupa Birliği bayrakları ile panayır yerini aratmayacak şekilde süslenmiş. Polonyalılar Kültür Sarayları’nı o kadar çok sevmişler ki yerden 115 metre yükseklikteki 30. kattaki terası, Varşova’nın en iyi manzarasının seyredildiği yer olarak addetmişler: Çünkü sadece bu noktadan Kültür Sarayı görülmüyormuş!
Dahası da olmalı tabi?... Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra 1989 yılında serbest ekonomiye ilk giren ülke olan Polonya 1 Mayıs 2004 günü şöyle bir tabloya uyanmış:
- 2004 yılının ilk çeyrek verilerine göre arkasında ihracat büyümesi, üretim ve yatırım desteği olan %6.9’luk bir ekonomik büyüme
- 2003 yılında dünyada Çin, ABD ve Meksika’dan sonra en çok doğrudan yatırım olan 4. ülke olması (AT Kearney's Foreign Direct Investment Confidence Index’e göre)
- GSMH büyümesi 2004 yılı için %4.3. (2005 hedefi Polonya İstatistik Enstitüsü verilerine göre %4.5)
- İşsizlik %18
- Enflasyon yaklaşık %2
Türkiye karşılaştırmalarını ekonomistlere bırakarak devam ediyorum 1 Mayıs 2004 gözlemlerime…
1 Mayıs 2004’ten birkaç ay sonra evimizi bulup dilini bilmediğimiz bu garip ülkeye büyük ölçüde yerleşmiştik. Ev temizliğine yardımcı olması için Polonyalı bir bayan bulmuştuk. 40’larının sonlarında veya hiç göstermese de 50’li yaşlarda. (Sonradan öğreniyorum 20’li yaşlarının sonlarında iki erkek annesi olduğunu. )
Eve ilk geleceği sabah kapı çaldığında karşımda bir kadın duruyordu: Kızıl boyalı kısa saçları dik dik yapılmış, gözünde Matrix usulu simsiyah bir gözlük, askılı çok hoş krem rengi keten bir elbise, ayağında sandaletler… Elleri, ayakları French manikürlü… Kendi ellerimi saklama ihtiyacı mı duymuştum acaba o anda? Bileğinde çok hoş inci bir bilezik…
Yan komşumuz Polonya Savunma Bakanı(ymış). Bir an ‘acaba bakanın karısı hoşgeldine falan mı geldi?’ diye düşünüyorum. Ama olamaz ki, böyle sıcak görüşmeler, hoşgeldinler ve hatta taşınana çay demleyip, çorba pişirip getirmeler benim güzel Türkiyem’de olur ancak.
Neyse, sözün kısası evet burası Polonya idi ve kapıda içeri girmeyi bekleyen kadın bakanın karısı değil, evi temizlemeye gelen bayandı. Magda… Bir temizlik böyle asil bir edayla yapılabilir mi bilemiyorum ama Türkiye’deki Fatma Ablamız geldi aklıma. Dul, bir kız, bilmem kaç oğlan ve maalesef bir-iki gelin sahibi…
Ve daha sonra temizliğe gelen kaynanası ile bir türlü yüzü gülmeyen Dilşat. Gerçekten de benden 4 yaş küçük müydü Dilşat? Bana hep ‘ablasıııı…’ diye seslenirdi. 24 yaşında, biri ilkokulda, diğeri temizlik yaparken ayağının dibinde iki çocuk annesi, bu çok konuşan kadın… Bir gün telefonla aradığımda ‘Napıyorsun Dilşat?’ dediğimde, sesinde büyük bir mutlulukla ‘gecekondu yapıyooz’ deyivermişti…
Başka bir gün Polonya’daki temizlikçimiz Magda’yı kocası ile beraber bisiklet gezisinde görmüştük. Hadi dul Fatma Abla’dan geçtim de, Dilşat acaba kocası ile bisiklet gezisi yapmak bir yana, çocuğuna bir bisiklet alabilecek miydi bir gün? Kim bilir belki o da ‘Avrupa Birliği’ne girince…’ diye avutuyordu çocuklarını…
Bu düşünceler aklımda bahçeye çıktım. Bakanın karısı bahçede… ‘Merhaba’laşıyoruz. Üstünde eşofmanları, elinde küreği, makası, toprağı kabartıyor, çiçekleri buduyor, yeni çiçekler ekiyor. Bakanın karısı bunu hep yapıyor. Bizim bakanların hanımlarının böyle bir durumda manikürleri bozulur diye mi acaba bu bakanın karısı farklı gelmişti bana? … ya da şimdiki pek çok bakan hanımının türbanı, bahçe işleri ile uğraşırken başlarından kayar da saçlarının iki teli görünür diye mi bilmem Polonyalı bakan hanımını bahçede görünce şaşırmıştım.
Evet, dönelim 1 Mayıs 2004’ten birkaç gün sonraki Polonya’ya… Alışveriş yapmak için şehir merkezinde dolaşıyorum. Turistik yerlerden, otellere (4-5 yıldızlı oteller dışında), en lüks alışveriş merkezlerinden, halk pazarlarına kadar hiçbir yerde insanların İngilizce bilmediği bu ülkede alışveriş yapmaya çalışıyorum. Oje ve aseton alacağım. Oje tamam kolay, kendim buluyorum; ama asetonun Lehçesini nerden bileyim? Oje alıyorum, pamuk alıyorum, pamukla tırnağımı siliyorum, evrensel (?) beden dili ile türlü şaklabanlıklar yapıyorum; yok, anlatamıyorum. Daha doğrusu sanki anlamaya da çalışmıyorlar. Sadece ifadesiz bir suratla siz karşılarında ne yaparsanız yapın öylece bakıyorlar. Neden sonra bu bakışmanın bir yüzyıl daha sürebileceğine inanarak pes ediyorum ve ‘Polonya’da aseton almak istiyorsam aseton ne demek öğrenmem gerekir’ anlıyorum: Zmywacz! (Bir ses çıkartmak için yan yana dört sessiz harf – ki bazen 13’e kadar da çıkabiliyor – getirmek yerine, o sesi tek bir harfle ifade edebilen uluslar daha mı zekidirler acaba? AB kriterlerinde böyle bir maddenin olmaması ne kötü…)
Benim güzel insanım… diploması falan olmasa da çat pat bilir İngilizceyi. Çat pat da mı bilmiyor, anlar beden dilini, hatta leb demeden leblebiyi… Hele bir de yabancıysanız daha da yardımcı olmaya çalışır. Yardımcı olabilirse gurur duyar kendiyle. Hatta sağdan soldan esnaf da katılır topluca ‘yabancı’nın derdine derman olma çabasına... Anadolu kültürü müdür; Akdeniz’in ruhu da, iletişimi de ılımanlaştıran etkisi mi bilmem…
Hepsi ve dahası Atatürk’ün değdi gibi ‘Türk insanı zekidir!’ galiba…
Alışverişten yorulup dönüş yoluna mı geçiyorsunuz? Siz siz olun Polonya’ya yolunuz düşerse mutlaka elinizde bir harita ile dolaşın ve sakın yolları kaybetmeyin. Hele hava biraz da kararmışsa… Mevsim kışsa ve bir de kar yağıyorsa… Bir Allah’ın kulunun Lehçe sorsanız bile sorunuza cevap vermesini dilerken yollarda donarsınız da sonra ayaklarına takılmamanız için etrafınızı dolaşıp geçerler.
Her neyse adapte olmakla yükümlü olduğumuz bu yeni kültürle ilk tanışma anılarımın eleştiri oklarını bir çırpıda tüketmeyelim ve bırakalım da bu yazının finalini Yahya Kemal yapsın.
1 Mayıs 2004’ten 77 yıl önce Yahya Kemal’in Varşova’daki orta elçiliği sırasında kaleme aldığı mısralarda dediği gibi:
KAR MUSİKİLERİ
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı,
Bir erganun ahengi yayılmakta derinden,
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta.
Birdenbire mes’udum işitmek hevesiyle,
Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece körfezdeyim artık
…Karşıki evde biri var. İçinde yalnızlığı, bir şeyler yazmaya çalışıyor?...
Varşova, Eylül 2004
Hayatım boyunca hep yazmak istedim… Küçük bir kızken masallar yazmak istemiş ve yazmıştım da… Daha sonra küçük hikayeler, anılar… Hatta babamdan bir daktilo istemiştim, o da nasıl yaptı bilmiyorum bana ikinci el bir daktilo getirmişti bir gün. Bir tuşu çalışmıyordu… seri bir şekilde yazmak çok da kolay değildi… ve sanki sonra sonra bahaneler çoğaldı. Dersler daha önemli oldu, arkadaşlarla buluşmalar, üniversite telaşı… Üniversite yıllarında sadece günlüğüme yazardım. O da sadece hüzünlü zamanlarımda…
Şimdi hayallerime kavuştum… ruhumun eşi ile evlendim. Ve Polonya’ya taşındık. İşten ayrıldım. Tüm zamanlar benim… Hep hayalini ettiğim daktiloya hiç kavuşamamış olsam da artık uzun zamandır istediğim bir laptobum var… Eeee?.... Niye yazmıyorum ben artık?... Chopin’in CD’si çalıyor… Galiba Chopin yazı yazmak için pek de uygun bir müzik yapmamış. Hasan Cihat Örter’i koydum yazıma kısa bir ara verip CD çalara. Bakalım Hasan Cihat Örter yazı yazmaya uygun müzikler yapmış mı? Kim bilir belki Türkiye’den kokular getirir burnuma… İçimde özlem alevlenir. Hani duygusal olduğunda daha bir güzel yazar ya insan…? Öyle mi olur gerçekten? Artık mutlu bir hayatım olduğu için mi yazamıyorum ve hatta hep yazacağım deyip yazmaya bile başlamıyorum?...
Dışarıda hava sanırım 5 dereceden daha sıcak değil; ama normalin aksine yaz günü gibi pırıl pırıl bir hava var. Daha doğrusu hani kar yağar ve diner de ardında kendine has bir parlaklık bırakır ya … işte öyle… Yaz günleri artık Varşova’ya çok uzak. Verandada sepet şeklinde bir saksının içinde kırmızı bir sardunya var. Sepet örülen çöpleri, sepetten yukarıya doğru uzun uzun serbest bırakmışlar. Sıcak bir günde kocaman kırmızı bir kurdeleyle hepsini fiyonk şeklinde bağlamıştım. Tıpkı yeğenimin saçlarını palmiye yaptığım gibi. Rüzgar... Kırmızı kurdelem, kırmızı sardunya ile beraber rüzgara meydan okumaya çalışıyor sanki. Karşı evin çatısında (çatılara nedense ‘dam’ demeyi hep daha çok severim) bacanın üstünde alüminyum bir şey var. Rüzgar gülü gibi dönüp duruyor. Sanki bir radar gibi… etrafı tarıyor. İçimdeki yalnızlığı da kaydediyor mudur acaba? Yazmaya çalışma çabamı? Nasıl kaydetmiştir acaba?:
Karşıki evde biri var. İçinde yalnızlığı bir şeyler yazmaya çalışıyor.(?)
Karşıki evde biri var. İçinde yalnızlığı bir şeyler yazıyor.(?)
Elektrik faturaları elimize ulaşmadı. Ev sahibi ödeyecek, biz de ona vereceğiz falan derken bu sabah (bu öğlen aslında) bir uyandım ki elektrikleri kesmişler. Güzel Türkiyem… Evlenmeden önce kendi başıma oturduğum yıllarda elektriği otomatik ödemeye bağladığımı sanıp aylarca ödememiştim. Her faturada kesme parası eklemişler; ama bir türlü kesmemişlerdi. Sonunda tüm birikmiş cezaları ve hiç kesilmediği halde açma-kapama paraları ile beraber ödemiştim birikmiş faturaları.
Evde 3 gün yalnız olacağım. Ancak yarın açılacakmış elektrik. Dolayısı ile ocak, cattle, televizyon, müzik seti, DVD player, garaj kapısı… hiçbiri çalışmıyor… Sanki kalorifer yansaydı, ev sıcacık olsaydı ve böyle kat kat giyinmek zorunda olmasaydım güzel bir şeyler yazabilirdim. …ya da en azından Polonya’daki tüm ocaklar gibi bizim ocağımız da elektrikli olmasaydı da şöyle güzel, bol köpüklü, şekersiz bir Türk Kahvesi olsaydı elimin altında. Hatta annemle babam olsaydı burda. Onlarla içseydim kahvemi. Muhabbet etseydik, biraz dedikodu belki … Kağıt oynasaydık beraber… Türk kahvesinin hayalimdeki kokusu mu, yoksa Hasan Cihat Örter’in o yüreğe sızan melodileri mi, içimde yanmakta başlayan özlemin nedeni?... Demek yazabileceğim!
Hayatım boyunca hep yazmak istedim… Küçük bir kızken masallar yazmak istemiş ve yazmıştım da… Daha sonra küçük hikayeler, anılar… Hatta babamdan bir daktilo istemiştim, o da nasıl yaptı bilmiyorum bana ikinci el bir daktilo getirmişti bir gün. Bir tuşu çalışmıyordu… seri bir şekilde yazmak çok da kolay değildi… ve sanki sonra sonra bahaneler çoğaldı. Dersler daha önemli oldu, arkadaşlarla buluşmalar, üniversite telaşı… Üniversite yıllarında sadece günlüğüme yazardım. O da sadece hüzünlü zamanlarımda…
Şimdi hayallerime kavuştum… ruhumun eşi ile evlendim. Ve Polonya’ya taşındık. İşten ayrıldım. Tüm zamanlar benim… Hep hayalini ettiğim daktiloya hiç kavuşamamış olsam da artık uzun zamandır istediğim bir laptobum var… Eeee?.... Niye yazmıyorum ben artık?... Chopin’in CD’si çalıyor… Galiba Chopin yazı yazmak için pek de uygun bir müzik yapmamış. Hasan Cihat Örter’i koydum yazıma kısa bir ara verip CD çalara. Bakalım Hasan Cihat Örter yazı yazmaya uygun müzikler yapmış mı? Kim bilir belki Türkiye’den kokular getirir burnuma… İçimde özlem alevlenir. Hani duygusal olduğunda daha bir güzel yazar ya insan…? Öyle mi olur gerçekten? Artık mutlu bir hayatım olduğu için mi yazamıyorum ve hatta hep yazacağım deyip yazmaya bile başlamıyorum?...
Dışarıda hava sanırım 5 dereceden daha sıcak değil; ama normalin aksine yaz günü gibi pırıl pırıl bir hava var. Daha doğrusu hani kar yağar ve diner de ardında kendine has bir parlaklık bırakır ya … işte öyle… Yaz günleri artık Varşova’ya çok uzak. Verandada sepet şeklinde bir saksının içinde kırmızı bir sardunya var. Sepet örülen çöpleri, sepetten yukarıya doğru uzun uzun serbest bırakmışlar. Sıcak bir günde kocaman kırmızı bir kurdeleyle hepsini fiyonk şeklinde bağlamıştım. Tıpkı yeğenimin saçlarını palmiye yaptığım gibi. Rüzgar... Kırmızı kurdelem, kırmızı sardunya ile beraber rüzgara meydan okumaya çalışıyor sanki. Karşı evin çatısında (çatılara nedense ‘dam’ demeyi hep daha çok severim) bacanın üstünde alüminyum bir şey var. Rüzgar gülü gibi dönüp duruyor. Sanki bir radar gibi… etrafı tarıyor. İçimdeki yalnızlığı da kaydediyor mudur acaba? Yazmaya çalışma çabamı? Nasıl kaydetmiştir acaba?:
Karşıki evde biri var. İçinde yalnızlığı bir şeyler yazmaya çalışıyor.(?)
Karşıki evde biri var. İçinde yalnızlığı bir şeyler yazıyor.(?)
Elektrik faturaları elimize ulaşmadı. Ev sahibi ödeyecek, biz de ona vereceğiz falan derken bu sabah (bu öğlen aslında) bir uyandım ki elektrikleri kesmişler. Güzel Türkiyem… Evlenmeden önce kendi başıma oturduğum yıllarda elektriği otomatik ödemeye bağladığımı sanıp aylarca ödememiştim. Her faturada kesme parası eklemişler; ama bir türlü kesmemişlerdi. Sonunda tüm birikmiş cezaları ve hiç kesilmediği halde açma-kapama paraları ile beraber ödemiştim birikmiş faturaları.
Evde 3 gün yalnız olacağım. Ancak yarın açılacakmış elektrik. Dolayısı ile ocak, cattle, televizyon, müzik seti, DVD player, garaj kapısı… hiçbiri çalışmıyor… Sanki kalorifer yansaydı, ev sıcacık olsaydı ve böyle kat kat giyinmek zorunda olmasaydım güzel bir şeyler yazabilirdim. …ya da en azından Polonya’daki tüm ocaklar gibi bizim ocağımız da elektrikli olmasaydı da şöyle güzel, bol köpüklü, şekersiz bir Türk Kahvesi olsaydı elimin altında. Hatta annemle babam olsaydı burda. Onlarla içseydim kahvemi. Muhabbet etseydik, biraz dedikodu belki … Kağıt oynasaydık beraber… Türk kahvesinin hayalimdeki kokusu mu, yoksa Hasan Cihat Örter’in o yüreğe sızan melodileri mi, içimde yanmakta başlayan özlemin nedeni?... Demek yazabileceğim!
Auswitz ve Birkenau Kampları
Varşova, 2006
Auswitz ve Birkenau… Tüm dünyanın bildiği bu isimler, 2. Dünya Savaşı’nda Naziler’in Avrupa’yı istenmeyen ırklardan temizleme operasyonuna ya da sonradan Yahudi Soykırımı diye adlandırılan soykırıma misafirlik eden Polonya topraklarında Oswicem (Oşfıyencem) ve Brzezinka olarak geçiyor.
Auswitz, Polonya’nın güney batısında bir küçük kasaba…
Auswitz kampı; adını aldığı küçük, sevimli bir kasabanın hemen yanında, nehir kenarında kurulmuş. Arabayla geçerken ‘Almanlar, böyle soysuz bir soykırım için ne kadar da güzel bir yer seçmiş’ diye düşünmeden edemiyor insan. Tabi ki bu yerin seçilmesi ne tesadüfi, ne de Almanların doğa tutkusundan kaynaklı. Auswitz, Avrupa’nın tam ortasında yer alan ve demir ağlarla tüm Avrupa’ya bağlanan bir lojistik üst. Böylece Avrupa’nın dört bir yanından toplanan Yahudiler, çingeneler, homoseksüeller ve Polonyalılar trenlerle bu merkez noktaya getiriliyor. Çevredeki ağaçlarla kaplı güzel doğa ise buradaki katliamı bir müddet de olsa gözden uzak tutuyor. Nehir ise gaz odalarında yakılan insanların küllerini bağrına basıp serin suları ile harmanlayıp ortadan kaldırıyor ve hatta yatağı kıyısında doğal insan gübresi sayesinde tarıma elverişli alanlar yaratıyor.
Turistler, genellikle önce Polonya’nın tarihi başkenti ve en güzel şehri Krakow’u ziyaret edip, Krakow’dan tüm gün sürecek bir Auswitz-Birkenau turu alıyorlar.
Hitler, Krakow’u Varşova gibi yerle bir etmemiş. Çoğu Yahudi, 1,5 milyon insanı sessizce son yolculuklarına uğurladığı toplama kampını, Krakow’un 60 km batısında, 1940 Nisan’ında kurmuş. Auswitz toplama kampı, ilk olarak Polonyalı politik mahkumlar için düşünülmüş; fakat daha sonra dünyadaki en büyük (olarak kabul edilen) soykırımın ev sahipliğini yapmış.
Burada ilk önünüze çıkan durak Auswitz Müzesi. Auswitz Müzesi ve Birkenau kamplarına giriş aslında ücretsiz. Eğer rehber eşliğinde değil de ‘kendi başıma gezerim’ diyorsanız iki kampı ve müzeyi bedava gezebiliyorsunuz. Arkasında Yahudi desteği var mıdır bilinmez; ama böyle bir yere girişin bedava olması gerçekten ilginç. Aslında Polonya’da 2. Dünya Savaşı ile ilgili pek çok müzenin girişi ya bedava ya da bedava denilecek kadar ucuz. (yaklaşık 2 YTL) Polonyalı yaşadığı dramı hem halkına, hem de tüm dünyaya unutturmamak için her imkanı sağlıyor olsa gerek.
İlk önce 17 Ocak 1945’de kampın, Sovyet ordusu tarafından özgürlüğüne kavuşturulması ile ilgili bir film izliyorsunuz. Tabi bu filmde aslında Almanlar’ın ve Ruslar’ın 1939’da, yani savaşın başlangıcında, Polonya’yı aralarında bölüşmek için anlaşma yaptıkları; Varşova’yı tamamen yerle bir etme kararı alan Hitler’in şehri yerle bir ederken şehri ikiye bölen Wisla Nehri’nin –bugün Praga diye anılan karşı tarafında Rus ordusunun tüm şehrin yıkılmasını beklediği anlatılmıyor. Daha sonra fazla güven hatasına düşen Naziler’in, anlaşmayı ihlal ederek Ruslar’a saldırmasından dolayı, Ruslar’ın bu ülkeyi Naziler’e kaptırmamak için Polonya’nın yanında olmasından da söz edilmiyor tabi ki.
Zaten 17 Ocak 1945’ten sonra Ruslar’ın Polonya halkını ne şekilde özgürleştirdiğini hepimiz biliyoruz.
Günün birinde Polonya sokaklarında dolaşır ve 17 Ocak 1945 gününe ait bu filmi izlerseniz, 1945’lerin Polonyalı kadını ve 2000’lerin Polonyalı orta yaşı geçmiş ve yaşlı kadınları arasında son dere tanıdık ifadeler, tanıdık bakışlar bulursunuz. Sanki o kampların izi düşmüştür yaşlı Polonyalı teyzelerin yüzlerine, 1945’derden bugünlere.
Auswitz Kampı…
Ağaçlar arasında geniş bir yol boyunca sağlı sollu, kırmızı tuğlalardan yapılmış, sivri çatılı sıra sıra bloklar… Klasik Polonya yapılarına benziyor aslında. Bu bloklardan biri Polonyalı politik suçlulular için. Polonyalı bilim adamları, sanatçılar da bu bloğun misafirleri… Müzisyenlerin görevi sabahtan akşama kadar bu yolda klasik müzik çalmak. Diğer mahkumlara göre kısmen de olsa daha rahat bir hayatları olduğunu söyleyebiliriz. Mahkumlar kampın kapısında Arbeit macht frei! / Çalışmak özgürleştirir! yazan girişi geçtikten sonra özgürlüğün farklı bir tanımı olan yeni hayatlarına ilk ve son adımı atıyorlar. Bundan sonrası ağır çalışma koşulları, en ufak nedenlerle (örneğin izinsiz tuvalete gitmek, bir köşede durup birkaç saniye dinlenmek veya yavaş çalışmak) Nazi subaylarının ölüm kokan nefesini enselerinde hissetmek. Cezalar…? Değişiyor. Aslında pek bir standardı yok. Bazen Ölüm Duvarı ’nda Polonya’nın -40’lara varabilen soğuğunda çırılçıplak bir yürüyüşten sonra kurşuna dizilmek, bazen bir metrekarelik hücrelerde 5-6 kişi ayakta; günlerce aç, susuz, ışıksız hapis…
Savaştan iki yıl sonra açılan Auswitz Müzesi, komünist dönemde daha çok anti-faşist bir müze olarak konumlanmış. Buradaki Yahudi katliamı geri plana itilerek daha çok bu kamplarda öldürülen Polonyalılar üzerinde durulmuş ve Sovyetler Birliği’nin Polonya’yı Naziler’den kurtarıp özgürleştirdiği ideolojisine hizmet etmiş. 1979’da Unesco koruması altına (Unesco Word Heritage List) giriyor.
Komünizmin çöküşünden sonra ise Yahudi dramı önem kazanmış. 27 nolu bina burada acı çeken ve mücadele eden Yahudiler’e adanmış.
Blokların içi…
Önce hapishane bloklarını, sonra gaz odalarını ve krematoryumu ziyaret ediyoruz.
Bu fırınlarda yakılan mahkumların külleri tarıma elverişli alanlar yaratmak için gübre olarak kullanılıyor.
Auswitz kampında ölenlerin fotoğraflarının olduğu bir koridordan geçiyoruz. Naziler ilk başlarda her mahkumun fotoğrafını çekip, kampa geliş ve ölüş tarihlerinin kaydını tutmaya çalışmış. Sonraları sayılar o kadar artmış ki bu yöntemden vazgeçmek zorunda kalmışlar.
Koridor duvarlarında o fotoğraf çerçevelerinden o kadar canlı bakıyorlar ki ziyaretçilere. Kifayetsiz ifadeler, korku dolu ifadeler, ağlamaklı ifadelerle… gözleri o kadar canlı ki… insana suçluluk duyduruyor nedense… sanki o fotoğrafların içinde hala yaşıyor o gözler… hala o ızdırabı çekiyor o gözler… ve onlara uzatılmayan her yardım elini suçluyor o gözler…
Koridorun sağında bir başka oda. Sadece çocuklara ayrılmış. İçlerinden biri hala aklımda. 11-12 yaşlarında bir kız çocuğu, bir yıldan az dayanabilmiş kamp hayatına. İzci kampında, yaz kampında olması gerekirken o ölüm kamplarında geçirmiş kısacık ömrünün en uzun yılını. Gözleri; ağlamakla dayanmak arasında… sanki iki yağmur damlası düşmüş gözbebeklerine ve yanaklarına süzülmeye korkup göz pınarlarına sığınmış. Ve işte o fotoğrafta sıkışmış kalmış 1943 kışından bu güne… Suçu Yahudi olmak, aynı Tanrı’ya farklı bir şekilde ibadet etmek… Farklılıklara tahammülü olmayan bir grubun, bir dönem hiç olmaması gerektiği kadar güçlü olduğu topraklarda doğmak, aynı gökyüzü altında tehlikeli topraklarda olmak suçu…
Ve Birkenau…
Auswitz her zaman daha çok bilinip duyulsa da asıl büyük katliamın olduğu kamp Auswitz’in 2 km batısında 1941-42 yılları arasında 175 hectar alan üzerine kurulan Birkenau kampı. Auswitz’in 20 katı büyüklüğünde ve hiçbir zaman tamamlanamamış bu kamp, Auswitz 2 olarak da biliniyor. Bir Alman mühendislik harikası olarak kurulan ve verimliliğin tanımını yeniden yapan bu kampta 300 tahta baraka, 4 büyük gaz odası ve bir de krematoryum bulunuyor. 27 milletten 1,5 milyon insanın (1,3 milyon Yahudi, 150.000 Rus, 75.000 Polonyalı ve 21.000 çingenenin) son durağı olan bu kamp, daha sonra Sovyet askerlerinin yaklaştığını duyan Naziler tarafından delilleri ortadan kaldırmak için yıkılıyor.
Bu tahta barakalarda, her katta 9-10 mahkum uyuyor. Yataklara sığabilmek için enlemesine yatıyorlar. Mücadele ettikleri tek düşman Naziler, soğuk ve zor çalışma koşulları değil. Pislikle, salgın hastalıklarla ve de özellikle gece uykuya daldıklarında atağa geçen farelerle mücadele etmek zorunda kalıyorlar.
Birkenau, Alman mühendislik dehasının bir sonucu. İnsan katliamının en verimli şekilde gerçekleştirilebilmesi için o dönemin tüm mühendislik imkanlarından faydalanılarak inşa edilmiş. Mahkumlar banyo yapmaya götürülmek bahanesi ile gaz odalarına götürülüyor. Kıyafetleri ve üzerlerindeki tüm eşyaları doğal olarak banyoya girmeden önce soyunma odalarında bırakıyorlar. Soyunma odalarında bırakılan bu eşyalar da, hiçbir şeyi ziyan etmeyen Nazi ordusu kaynaklarına aktarılıyor. 2000 kişiye kısa bir süre ev sahipliği yapacak kadar büyük gaz odalarına girince sıcacık bir duş yerine odaya zehirli gaz veriliyor. Odalara verilen zehirli gaz işlevini tamamladıktan sonra, özellikle kadın mahkumların saçları kesiliyor ve cansız bedenleri asansörler ile fırınlara taşınıyor. Almanlar her şeyden, ama her şeyden faydalanıyorlar. Kesilen saçlar Almanya’daki fabrikalara gönderilip, Nazi askerlerini sıcak tutması için kumaş olarak dokunuyor ve üniformalar yapılıyor. Almanya’nın bu kadar kısa zamanda yoktan var edip dev bir ekonomi kurmasında büyükbabalarındaki bu müsriften kaçınma ve verimlilik bilinci büyük önem taşımış olmalı diye düşünmeden edemiyor insan.
Birkenau kampında Ölüm Kapısı’ndan girip demiryolu boyunca yürürseniz gaz odalarının kalıntılarını görebilirsiniz. Bunlardan bir tanesi de ayaklanma çıkartan bir grup Yahudi tarafından ateşe verilmiş.
Birkenau kampında tuvaletler, altları büyük birer kuyu şeklinde oyulmuş delikler. Bu tuvaletleri boşaltmak da genellikle Polonyalı bilim adamları ve sanatçılara verilen görevler arasında. Amaç; düşünen Polonyayı sindirmek, amaç entelektüel Polonyayı aşağılamak.
Birkenau , gözetleme kulesi… Önünüzde uzanan tren yolu… İleride tahta barakalar. Bir çizginin sağı ve solu. Tren rayları ile evlerinden alınıp bu tahta barakalara getirilen milyonlarca insan… Bir çalışma kampına getirildiklerini, savaş bitene kadar orada kalacaklarını sanıyorlar. Bu kampın son yolculukları olacağını bilseler niye çalışsınlar? Bir Alman (Nazi) subayı, trenden indirilenleri parmağını oynatarak çizginin sağına ve soluna ayırıyor. Bir tarafa işe yarayacağına inandığı, daha güçlü gördüğü mahkumlar. Diğer tarafa Birkenau kampına getiren rayların son durağının ölüm olacağını birkaç dakika sonra anlayacak olanlar; çalışacak kadar güçlü gözükmeyenler, kadınlar, hastalar, yaşlılar ve çocuklar. Onlar, bu mühendislik harikası kampa en hızlı katkıda bulunanlar: Saçları ile, yanan bedenlerinden geri kalan küllerinin verimli tarım için topraklarda gübre olarak kullanılması ile, Alman (Nazi) ordusunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere geride bırakacakları ayakkabıları, valizleri, kıyafetleri, diş fırçaları, dişleri, saçları ile…
Sonra parmağını sağa ve sola oynatan Alman (Nazi) subayı, fikrini değiştiriyor. Kampa gelen çocuklardan sarışın, mavi gözlü ve sağlıklı olanlarını parmağının tek bir hareketi ile kalabalıktan ayırıp bilimsel araştırmalar yapılmak üzere Dr. Mengene ‘e teslim ediyor. Amaç güzel Ari ırkın hızlı büyümesine katkıda bulunmak. (Adolf Hitler, kısa, çirkin ve kumraldır. Yaratmaya çalıştığı Ari ırkın hiçbir fiziksel özelliğini bünyesinde barındırmaz aslında…)
Tren rayları boyunca yürüyoruz. 1,5 milyon insanı hayatlarının acı dolu son noktasına taşıyan raylar şimdi turistlerin pahalı ayakkabılarına yol gösteriyor. İleride ellerinde dev İsrail bayrakları olan bir grup liseli İsrailli genç. Filistin’deki terör ve acı dolu ‘kutsal toprakları’ndan çıkıp, atalarının acı dolu 3 yılını geçirdikleri ve can verdikleri topraklara gelmişler. Demiryolu boyunca yürürken geçen yıl gazetede gördüğüm bir fotoğraf aklıma geliyor. Yerle bir edilmiş Filistin sokakları, yaşlı bir teyze elinde ilaçları, enkazın kenarında ağlamaklı. İsrail bakanlarından biri bu fotoğrafı gördüğünde Nazi toplama kamplarını hatırladığını söyleyince İsrail’de yer yerinden oynamış ve Başbakanın sert ihtarları ile bakan susturulmuştu. Dünya Savaşı sona erdikten hemen 2 yıl sonra Auswitz müzesi açılmış. Acaba bir gün Filistin’de de böyle bir müze açılacak mı, Bosna’da, Irak’ta?...
Günün birinde Polonya’ya yolunuz düşer ve Auswitz – Birkenau Kampları’nı ziyaret ederken bulursanız kendinizi kulak kesilin rehberinize…. Acaba bir tek ‘Alman’ lafı duyabilecek misiniz? diye… Ben iki kez gittim. Farklı rehber gruplarına katıldım. 4’er saat boyunca konusunda uzman Polonyalı rehberlerle iki kampı da gezdim. Turdan önce Auswitz müzesinin girişinde sinema salonundaki filmi izledim. Ama hiç ‘Alman ordusu’, ‘Almanlar’ gibi kelimeler duymadım. Sadece ‘Naziler’, SS Subayları… Kimdi bu Naziler?.. Niye tarih boyunca sadece bir ülkenin ordusu ülkenin ismi dışında bir isimle anılır. Bir kitap okuyorum. 2. Dünya Savaşı Polonya’sında geçen. Gerçek bir hayat hikayesine dayanan. Adı Hansel ve Gretel’in Gerçek Öğküsü. Almanlar’dan saklanan iki Yahudi çocuğun hikayesi… Tercüme hatası olmasa gerek kitapta hep Almanlar, Alman ordusu kelimeleri geçiyor. Ama kampın içinde hiç kimseden bu kelimelerin telaffuzunu duyamıyorsunuz. Nedense?...
İki defa gittim Auswitz ve Birkenau kamplarına… Uykularım kaçmadı… Dehşete düşmedim, gözlerimden yaşlar boşanmadı. Vahşeti küçümsemek değil de bugün de pek çok yerde benzer vahşetleri yaşayan insanlar olduğunu ve nedense hiçbirinin sesinin bu kadar güçlü çıkmadığını düşündüğüm için galiba.
‘One who does not remember history, is bound to live through it again.’
Tarihi hatırlamayanlar onu yeniden yaşamaya mahkumdur.
George Santayana
Ebru Verimli Yüksel
Auswitz ve Birkenau… Tüm dünyanın bildiği bu isimler, 2. Dünya Savaşı’nda Naziler’in Avrupa’yı istenmeyen ırklardan temizleme operasyonuna ya da sonradan Yahudi Soykırımı diye adlandırılan soykırıma misafirlik eden Polonya topraklarında Oswicem (Oşfıyencem) ve Brzezinka olarak geçiyor.
Auswitz, Polonya’nın güney batısında bir küçük kasaba…
Auswitz kampı; adını aldığı küçük, sevimli bir kasabanın hemen yanında, nehir kenarında kurulmuş. Arabayla geçerken ‘Almanlar, böyle soysuz bir soykırım için ne kadar da güzel bir yer seçmiş’ diye düşünmeden edemiyor insan. Tabi ki bu yerin seçilmesi ne tesadüfi, ne de Almanların doğa tutkusundan kaynaklı. Auswitz, Avrupa’nın tam ortasında yer alan ve demir ağlarla tüm Avrupa’ya bağlanan bir lojistik üst. Böylece Avrupa’nın dört bir yanından toplanan Yahudiler, çingeneler, homoseksüeller ve Polonyalılar trenlerle bu merkez noktaya getiriliyor. Çevredeki ağaçlarla kaplı güzel doğa ise buradaki katliamı bir müddet de olsa gözden uzak tutuyor. Nehir ise gaz odalarında yakılan insanların küllerini bağrına basıp serin suları ile harmanlayıp ortadan kaldırıyor ve hatta yatağı kıyısında doğal insan gübresi sayesinde tarıma elverişli alanlar yaratıyor.
Turistler, genellikle önce Polonya’nın tarihi başkenti ve en güzel şehri Krakow’u ziyaret edip, Krakow’dan tüm gün sürecek bir Auswitz-Birkenau turu alıyorlar.
Hitler, Krakow’u Varşova gibi yerle bir etmemiş. Çoğu Yahudi, 1,5 milyon insanı sessizce son yolculuklarına uğurladığı toplama kampını, Krakow’un 60 km batısında, 1940 Nisan’ında kurmuş. Auswitz toplama kampı, ilk olarak Polonyalı politik mahkumlar için düşünülmüş; fakat daha sonra dünyadaki en büyük (olarak kabul edilen) soykırımın ev sahipliğini yapmış.
Burada ilk önünüze çıkan durak Auswitz Müzesi. Auswitz Müzesi ve Birkenau kamplarına giriş aslında ücretsiz. Eğer rehber eşliğinde değil de ‘kendi başıma gezerim’ diyorsanız iki kampı ve müzeyi bedava gezebiliyorsunuz. Arkasında Yahudi desteği var mıdır bilinmez; ama böyle bir yere girişin bedava olması gerçekten ilginç. Aslında Polonya’da 2. Dünya Savaşı ile ilgili pek çok müzenin girişi ya bedava ya da bedava denilecek kadar ucuz. (yaklaşık 2 YTL) Polonyalı yaşadığı dramı hem halkına, hem de tüm dünyaya unutturmamak için her imkanı sağlıyor olsa gerek.
İlk önce 17 Ocak 1945’de kampın, Sovyet ordusu tarafından özgürlüğüne kavuşturulması ile ilgili bir film izliyorsunuz. Tabi bu filmde aslında Almanlar’ın ve Ruslar’ın 1939’da, yani savaşın başlangıcında, Polonya’yı aralarında bölüşmek için anlaşma yaptıkları; Varşova’yı tamamen yerle bir etme kararı alan Hitler’in şehri yerle bir ederken şehri ikiye bölen Wisla Nehri’nin –bugün Praga diye anılan karşı tarafında Rus ordusunun tüm şehrin yıkılmasını beklediği anlatılmıyor. Daha sonra fazla güven hatasına düşen Naziler’in, anlaşmayı ihlal ederek Ruslar’a saldırmasından dolayı, Ruslar’ın bu ülkeyi Naziler’e kaptırmamak için Polonya’nın yanında olmasından da söz edilmiyor tabi ki.
Zaten 17 Ocak 1945’ten sonra Ruslar’ın Polonya halkını ne şekilde özgürleştirdiğini hepimiz biliyoruz.
Günün birinde Polonya sokaklarında dolaşır ve 17 Ocak 1945 gününe ait bu filmi izlerseniz, 1945’lerin Polonyalı kadını ve 2000’lerin Polonyalı orta yaşı geçmiş ve yaşlı kadınları arasında son dere tanıdık ifadeler, tanıdık bakışlar bulursunuz. Sanki o kampların izi düşmüştür yaşlı Polonyalı teyzelerin yüzlerine, 1945’derden bugünlere.
Auswitz Kampı…
Ağaçlar arasında geniş bir yol boyunca sağlı sollu, kırmızı tuğlalardan yapılmış, sivri çatılı sıra sıra bloklar… Klasik Polonya yapılarına benziyor aslında. Bu bloklardan biri Polonyalı politik suçlulular için. Polonyalı bilim adamları, sanatçılar da bu bloğun misafirleri… Müzisyenlerin görevi sabahtan akşama kadar bu yolda klasik müzik çalmak. Diğer mahkumlara göre kısmen de olsa daha rahat bir hayatları olduğunu söyleyebiliriz. Mahkumlar kampın kapısında Arbeit macht frei! / Çalışmak özgürleştirir! yazan girişi geçtikten sonra özgürlüğün farklı bir tanımı olan yeni hayatlarına ilk ve son adımı atıyorlar. Bundan sonrası ağır çalışma koşulları, en ufak nedenlerle (örneğin izinsiz tuvalete gitmek, bir köşede durup birkaç saniye dinlenmek veya yavaş çalışmak) Nazi subaylarının ölüm kokan nefesini enselerinde hissetmek. Cezalar…? Değişiyor. Aslında pek bir standardı yok. Bazen Ölüm Duvarı ’nda Polonya’nın -40’lara varabilen soğuğunda çırılçıplak bir yürüyüşten sonra kurşuna dizilmek, bazen bir metrekarelik hücrelerde 5-6 kişi ayakta; günlerce aç, susuz, ışıksız hapis…
Savaştan iki yıl sonra açılan Auswitz Müzesi, komünist dönemde daha çok anti-faşist bir müze olarak konumlanmış. Buradaki Yahudi katliamı geri plana itilerek daha çok bu kamplarda öldürülen Polonyalılar üzerinde durulmuş ve Sovyetler Birliği’nin Polonya’yı Naziler’den kurtarıp özgürleştirdiği ideolojisine hizmet etmiş. 1979’da Unesco koruması altına (Unesco Word Heritage List) giriyor.
Komünizmin çöküşünden sonra ise Yahudi dramı önem kazanmış. 27 nolu bina burada acı çeken ve mücadele eden Yahudiler’e adanmış.
Blokların içi…
Önce hapishane bloklarını, sonra gaz odalarını ve krematoryumu ziyaret ediyoruz.
Bu fırınlarda yakılan mahkumların külleri tarıma elverişli alanlar yaratmak için gübre olarak kullanılıyor.
Auswitz kampında ölenlerin fotoğraflarının olduğu bir koridordan geçiyoruz. Naziler ilk başlarda her mahkumun fotoğrafını çekip, kampa geliş ve ölüş tarihlerinin kaydını tutmaya çalışmış. Sonraları sayılar o kadar artmış ki bu yöntemden vazgeçmek zorunda kalmışlar.
Koridor duvarlarında o fotoğraf çerçevelerinden o kadar canlı bakıyorlar ki ziyaretçilere. Kifayetsiz ifadeler, korku dolu ifadeler, ağlamaklı ifadelerle… gözleri o kadar canlı ki… insana suçluluk duyduruyor nedense… sanki o fotoğrafların içinde hala yaşıyor o gözler… hala o ızdırabı çekiyor o gözler… ve onlara uzatılmayan her yardım elini suçluyor o gözler…
Koridorun sağında bir başka oda. Sadece çocuklara ayrılmış. İçlerinden biri hala aklımda. 11-12 yaşlarında bir kız çocuğu, bir yıldan az dayanabilmiş kamp hayatına. İzci kampında, yaz kampında olması gerekirken o ölüm kamplarında geçirmiş kısacık ömrünün en uzun yılını. Gözleri; ağlamakla dayanmak arasında… sanki iki yağmur damlası düşmüş gözbebeklerine ve yanaklarına süzülmeye korkup göz pınarlarına sığınmış. Ve işte o fotoğrafta sıkışmış kalmış 1943 kışından bu güne… Suçu Yahudi olmak, aynı Tanrı’ya farklı bir şekilde ibadet etmek… Farklılıklara tahammülü olmayan bir grubun, bir dönem hiç olmaması gerektiği kadar güçlü olduğu topraklarda doğmak, aynı gökyüzü altında tehlikeli topraklarda olmak suçu…
Ve Birkenau…
Auswitz her zaman daha çok bilinip duyulsa da asıl büyük katliamın olduğu kamp Auswitz’in 2 km batısında 1941-42 yılları arasında 175 hectar alan üzerine kurulan Birkenau kampı. Auswitz’in 20 katı büyüklüğünde ve hiçbir zaman tamamlanamamış bu kamp, Auswitz 2 olarak da biliniyor. Bir Alman mühendislik harikası olarak kurulan ve verimliliğin tanımını yeniden yapan bu kampta 300 tahta baraka, 4 büyük gaz odası ve bir de krematoryum bulunuyor. 27 milletten 1,5 milyon insanın (1,3 milyon Yahudi, 150.000 Rus, 75.000 Polonyalı ve 21.000 çingenenin) son durağı olan bu kamp, daha sonra Sovyet askerlerinin yaklaştığını duyan Naziler tarafından delilleri ortadan kaldırmak için yıkılıyor.
Bu tahta barakalarda, her katta 9-10 mahkum uyuyor. Yataklara sığabilmek için enlemesine yatıyorlar. Mücadele ettikleri tek düşman Naziler, soğuk ve zor çalışma koşulları değil. Pislikle, salgın hastalıklarla ve de özellikle gece uykuya daldıklarında atağa geçen farelerle mücadele etmek zorunda kalıyorlar.
Birkenau, Alman mühendislik dehasının bir sonucu. İnsan katliamının en verimli şekilde gerçekleştirilebilmesi için o dönemin tüm mühendislik imkanlarından faydalanılarak inşa edilmiş. Mahkumlar banyo yapmaya götürülmek bahanesi ile gaz odalarına götürülüyor. Kıyafetleri ve üzerlerindeki tüm eşyaları doğal olarak banyoya girmeden önce soyunma odalarında bırakıyorlar. Soyunma odalarında bırakılan bu eşyalar da, hiçbir şeyi ziyan etmeyen Nazi ordusu kaynaklarına aktarılıyor. 2000 kişiye kısa bir süre ev sahipliği yapacak kadar büyük gaz odalarına girince sıcacık bir duş yerine odaya zehirli gaz veriliyor. Odalara verilen zehirli gaz işlevini tamamladıktan sonra, özellikle kadın mahkumların saçları kesiliyor ve cansız bedenleri asansörler ile fırınlara taşınıyor. Almanlar her şeyden, ama her şeyden faydalanıyorlar. Kesilen saçlar Almanya’daki fabrikalara gönderilip, Nazi askerlerini sıcak tutması için kumaş olarak dokunuyor ve üniformalar yapılıyor. Almanya’nın bu kadar kısa zamanda yoktan var edip dev bir ekonomi kurmasında büyükbabalarındaki bu müsriften kaçınma ve verimlilik bilinci büyük önem taşımış olmalı diye düşünmeden edemiyor insan.
Birkenau kampında Ölüm Kapısı’ndan girip demiryolu boyunca yürürseniz gaz odalarının kalıntılarını görebilirsiniz. Bunlardan bir tanesi de ayaklanma çıkartan bir grup Yahudi tarafından ateşe verilmiş.
Birkenau kampında tuvaletler, altları büyük birer kuyu şeklinde oyulmuş delikler. Bu tuvaletleri boşaltmak da genellikle Polonyalı bilim adamları ve sanatçılara verilen görevler arasında. Amaç; düşünen Polonyayı sindirmek, amaç entelektüel Polonyayı aşağılamak.
Birkenau , gözetleme kulesi… Önünüzde uzanan tren yolu… İleride tahta barakalar. Bir çizginin sağı ve solu. Tren rayları ile evlerinden alınıp bu tahta barakalara getirilen milyonlarca insan… Bir çalışma kampına getirildiklerini, savaş bitene kadar orada kalacaklarını sanıyorlar. Bu kampın son yolculukları olacağını bilseler niye çalışsınlar? Bir Alman (Nazi) subayı, trenden indirilenleri parmağını oynatarak çizginin sağına ve soluna ayırıyor. Bir tarafa işe yarayacağına inandığı, daha güçlü gördüğü mahkumlar. Diğer tarafa Birkenau kampına getiren rayların son durağının ölüm olacağını birkaç dakika sonra anlayacak olanlar; çalışacak kadar güçlü gözükmeyenler, kadınlar, hastalar, yaşlılar ve çocuklar. Onlar, bu mühendislik harikası kampa en hızlı katkıda bulunanlar: Saçları ile, yanan bedenlerinden geri kalan küllerinin verimli tarım için topraklarda gübre olarak kullanılması ile, Alman (Nazi) ordusunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere geride bırakacakları ayakkabıları, valizleri, kıyafetleri, diş fırçaları, dişleri, saçları ile…
Sonra parmağını sağa ve sola oynatan Alman (Nazi) subayı, fikrini değiştiriyor. Kampa gelen çocuklardan sarışın, mavi gözlü ve sağlıklı olanlarını parmağının tek bir hareketi ile kalabalıktan ayırıp bilimsel araştırmalar yapılmak üzere Dr. Mengene ‘e teslim ediyor. Amaç güzel Ari ırkın hızlı büyümesine katkıda bulunmak. (Adolf Hitler, kısa, çirkin ve kumraldır. Yaratmaya çalıştığı Ari ırkın hiçbir fiziksel özelliğini bünyesinde barındırmaz aslında…)
Tren rayları boyunca yürüyoruz. 1,5 milyon insanı hayatlarının acı dolu son noktasına taşıyan raylar şimdi turistlerin pahalı ayakkabılarına yol gösteriyor. İleride ellerinde dev İsrail bayrakları olan bir grup liseli İsrailli genç. Filistin’deki terör ve acı dolu ‘kutsal toprakları’ndan çıkıp, atalarının acı dolu 3 yılını geçirdikleri ve can verdikleri topraklara gelmişler. Demiryolu boyunca yürürken geçen yıl gazetede gördüğüm bir fotoğraf aklıma geliyor. Yerle bir edilmiş Filistin sokakları, yaşlı bir teyze elinde ilaçları, enkazın kenarında ağlamaklı. İsrail bakanlarından biri bu fotoğrafı gördüğünde Nazi toplama kamplarını hatırladığını söyleyince İsrail’de yer yerinden oynamış ve Başbakanın sert ihtarları ile bakan susturulmuştu. Dünya Savaşı sona erdikten hemen 2 yıl sonra Auswitz müzesi açılmış. Acaba bir gün Filistin’de de böyle bir müze açılacak mı, Bosna’da, Irak’ta?...
Günün birinde Polonya’ya yolunuz düşer ve Auswitz – Birkenau Kampları’nı ziyaret ederken bulursanız kendinizi kulak kesilin rehberinize…. Acaba bir tek ‘Alman’ lafı duyabilecek misiniz? diye… Ben iki kez gittim. Farklı rehber gruplarına katıldım. 4’er saat boyunca konusunda uzman Polonyalı rehberlerle iki kampı da gezdim. Turdan önce Auswitz müzesinin girişinde sinema salonundaki filmi izledim. Ama hiç ‘Alman ordusu’, ‘Almanlar’ gibi kelimeler duymadım. Sadece ‘Naziler’, SS Subayları… Kimdi bu Naziler?.. Niye tarih boyunca sadece bir ülkenin ordusu ülkenin ismi dışında bir isimle anılır. Bir kitap okuyorum. 2. Dünya Savaşı Polonya’sında geçen. Gerçek bir hayat hikayesine dayanan. Adı Hansel ve Gretel’in Gerçek Öğküsü. Almanlar’dan saklanan iki Yahudi çocuğun hikayesi… Tercüme hatası olmasa gerek kitapta hep Almanlar, Alman ordusu kelimeleri geçiyor. Ama kampın içinde hiç kimseden bu kelimelerin telaffuzunu duyamıyorsunuz. Nedense?...
İki defa gittim Auswitz ve Birkenau kamplarına… Uykularım kaçmadı… Dehşete düşmedim, gözlerimden yaşlar boşanmadı. Vahşeti küçümsemek değil de bugün de pek çok yerde benzer vahşetleri yaşayan insanlar olduğunu ve nedense hiçbirinin sesinin bu kadar güçlü çıkmadığını düşündüğüm için galiba.
‘One who does not remember history, is bound to live through it again.’
Tarihi hatırlamayanlar onu yeniden yaşamaya mahkumdur.
George Santayana
Ebru Verimli Yüksel
Geri Sayım...
3 Haziran 2008
Geri sayım başlayalı çok oldu… Geriye sadece 24 gün kaldı.
Sine sine bir yağmur. Son üç haftadır neredeyse her gün, gündüzleri yağmadıysa her gece yağmur… Polonya’da da ne çok yağardı yağmur; insanın içini kaparcasına, güneşi sanki bir daha hiç çıkamayacak gibi bulutlarının ardına saklarcasına. Varşova’nın ayı gibi Cenevre’nin de yağmuru farklı. Toprağı kabartıp, ağaçları, çimenleri yeşertip, çiçekleri diriltircesine; kat kat, kimi gri, kimi yağmura rağmen bembeyaz pofuduk pofuduk bulutlar arasından güneşi bir güldürüp bir kaçırtırcasına… Cenevre’nin yağmuru, küçük bir çocukla ‘ce’ oynar gibi oynar güneşle…
Şimdi yavaşladı yağmur. Alpler’in üstü bulutlarla kaplanmış. Bir kat beyaz, arada mavi bir boşluk, ardından bir kat gri… Aradan güneş çıktım çıkacağım diye uğraşıyor. Bulutların ve griliğin arasından huzmeleri süzülüyor dağların tepesine, ‘görünmesem de, ben yine de buradayım’ diyen bir parlaklık beyaz, gri bulutlar arasında.
‘Ben buradayım!’… Ben Cenevre’deyim, Chemin des Suzettes’te 15 numaralı evimde. Bahçemde kuş sesleri arasında bu satırları yazarken ben güneşin aksine biliyorum ki ‘ben –şimdilik- buradayım’. Aslında tıpkı ‘şimdilik bu hayatta’ olduğumuz gibi. Ve şimdilik burada olduğumun bilinci ile doya doya yaşamaya, gezmeye çalışıyorum buraları, havasını daha bir derin çekiyorum içime, kuşların şakımalarını daha bir huzurla dinliyorum, bahçeye daha bir sık çıkıyorum, daha bir az şikayet ediyorum pahalılıktan… Hatta az önce posta kutusundan çıkan ’28 Haziran tarihli Swisscom (bizim bildiğimiz PTT) ile sözleşmenizi bitirme talebinizi aldık. Yıllık anlaşmadan önce sözleşmeyi bitirmek istediğiniz için kalan abonelik bedelleri en son faturanıza yansıtılacaktır. Lütfen bu fatura için geçerli olacak adresinizi bize bildirin ki taşındıktan sonra bile artık kullanmadığınız hizmetlerin faturasını göndermek için sizi takip edebilelim’ konulu mektuba bile sinirlenmiyorum. Şimdilik buradayım ve geri sayım çok hızlı diye ‘gelir gelmez İsviçreliler’in bizi soyup soğana çevirmesi yetmemiş gibi bir de giderayak soyulup soğana çevrilmeye nedense kızmıyorum. Aslında neden kızmadığımı biliyorum: Çünkü şimdilik yaşadığım bu yerde çok az vaktimin kaldığını bilerek her anımı mutlu geçirmek istiyorum. Oysa bu eve ilk taşındığımız günü hatırlıyorum. 1 Mayıs 2006! 1 Nisan 2006’da evi kiralamış, boş bir eve eşek yükü ile bir ay kira ödemiştik. (daha doğrusu şirket ödemişti.) 1 Nisan 2006 tarihinden 1 Mayıs 2006 tarihine kadar rüya gibi hatırladığım yemyeşil, sümbüllerin, papatyaların, kır çiçeklerinin, üstünde yüzlerce çiçek manolya ağacının süslediği bahçe, bir ay içinde -sevgili ev sahibimiz nasıl olsa evi kiraladım diyip hiç uğramadığı için- diz boyunda uzamış susuzluktan samana dönmüş çimler ve ısırgan otları ile dolmuştu. Eşyalarımız henüz eve girmemişti ama posta kutumuz ağzına kadar fatura ile dolmuş bugün yıllık abonelik bitmeden sözleşmeyi fes ettiğimiz için bize ekstra maliyet çıkartacağını dünyanın en kibar dili ile anlatan Swisscom telefonumuzu açmış, açma parasını ödemediğimiz için 1 ay içinde kapamış ve kapama parası ve faizleri işletip 1 Mayıs 2006’da posta kutumuza göndermişti. 2 yıl önce küfürler yağdırdığım Swisscom’a bugün nedense küfür etmedim. Dedim ya şimdilik burada olmamın dayanılmaz farkındalığı ile hayattan aldığım tadı bozmaya değer bulmadım. Bozsam bile bir şey değişmediğini örnekleri ile fazlası ile yaşayıp öğrenmiştim.
Meğerse ne güzel bir şeymiş ‘hiçbir şeyin sonsuza kadar sürmeyeceği farkındalığı ile hayatı yaşamak. Ne hafif, ne huzurlu bir şeymiş. Cenevre’den taşınmaya 24 gün kala 33 yaşıma bastığımın 3. gününde Cenevre bana işte bunu öğretmiş…
Ebru Verimli Yüksel
Geri sayım başlayalı çok oldu… Geriye sadece 24 gün kaldı.
Sine sine bir yağmur. Son üç haftadır neredeyse her gün, gündüzleri yağmadıysa her gece yağmur… Polonya’da da ne çok yağardı yağmur; insanın içini kaparcasına, güneşi sanki bir daha hiç çıkamayacak gibi bulutlarının ardına saklarcasına. Varşova’nın ayı gibi Cenevre’nin de yağmuru farklı. Toprağı kabartıp, ağaçları, çimenleri yeşertip, çiçekleri diriltircesine; kat kat, kimi gri, kimi yağmura rağmen bembeyaz pofuduk pofuduk bulutlar arasından güneşi bir güldürüp bir kaçırtırcasına… Cenevre’nin yağmuru, küçük bir çocukla ‘ce’ oynar gibi oynar güneşle…
Şimdi yavaşladı yağmur. Alpler’in üstü bulutlarla kaplanmış. Bir kat beyaz, arada mavi bir boşluk, ardından bir kat gri… Aradan güneş çıktım çıkacağım diye uğraşıyor. Bulutların ve griliğin arasından huzmeleri süzülüyor dağların tepesine, ‘görünmesem de, ben yine de buradayım’ diyen bir parlaklık beyaz, gri bulutlar arasında.
‘Ben buradayım!’… Ben Cenevre’deyim, Chemin des Suzettes’te 15 numaralı evimde. Bahçemde kuş sesleri arasında bu satırları yazarken ben güneşin aksine biliyorum ki ‘ben –şimdilik- buradayım’. Aslında tıpkı ‘şimdilik bu hayatta’ olduğumuz gibi. Ve şimdilik burada olduğumun bilinci ile doya doya yaşamaya, gezmeye çalışıyorum buraları, havasını daha bir derin çekiyorum içime, kuşların şakımalarını daha bir huzurla dinliyorum, bahçeye daha bir sık çıkıyorum, daha bir az şikayet ediyorum pahalılıktan… Hatta az önce posta kutusundan çıkan ’28 Haziran tarihli Swisscom (bizim bildiğimiz PTT) ile sözleşmenizi bitirme talebinizi aldık. Yıllık anlaşmadan önce sözleşmeyi bitirmek istediğiniz için kalan abonelik bedelleri en son faturanıza yansıtılacaktır. Lütfen bu fatura için geçerli olacak adresinizi bize bildirin ki taşındıktan sonra bile artık kullanmadığınız hizmetlerin faturasını göndermek için sizi takip edebilelim’ konulu mektuba bile sinirlenmiyorum. Şimdilik buradayım ve geri sayım çok hızlı diye ‘gelir gelmez İsviçreliler’in bizi soyup soğana çevirmesi yetmemiş gibi bir de giderayak soyulup soğana çevrilmeye nedense kızmıyorum. Aslında neden kızmadığımı biliyorum: Çünkü şimdilik yaşadığım bu yerde çok az vaktimin kaldığını bilerek her anımı mutlu geçirmek istiyorum. Oysa bu eve ilk taşındığımız günü hatırlıyorum. 1 Mayıs 2006! 1 Nisan 2006’da evi kiralamış, boş bir eve eşek yükü ile bir ay kira ödemiştik. (daha doğrusu şirket ödemişti.) 1 Nisan 2006 tarihinden 1 Mayıs 2006 tarihine kadar rüya gibi hatırladığım yemyeşil, sümbüllerin, papatyaların, kır çiçeklerinin, üstünde yüzlerce çiçek manolya ağacının süslediği bahçe, bir ay içinde -sevgili ev sahibimiz nasıl olsa evi kiraladım diyip hiç uğramadığı için- diz boyunda uzamış susuzluktan samana dönmüş çimler ve ısırgan otları ile dolmuştu. Eşyalarımız henüz eve girmemişti ama posta kutumuz ağzına kadar fatura ile dolmuş bugün yıllık abonelik bitmeden sözleşmeyi fes ettiğimiz için bize ekstra maliyet çıkartacağını dünyanın en kibar dili ile anlatan Swisscom telefonumuzu açmış, açma parasını ödemediğimiz için 1 ay içinde kapamış ve kapama parası ve faizleri işletip 1 Mayıs 2006’da posta kutumuza göndermişti. 2 yıl önce küfürler yağdırdığım Swisscom’a bugün nedense küfür etmedim. Dedim ya şimdilik burada olmamın dayanılmaz farkındalığı ile hayattan aldığım tadı bozmaya değer bulmadım. Bozsam bile bir şey değişmediğini örnekleri ile fazlası ile yaşayıp öğrenmiştim.
Meğerse ne güzel bir şeymiş ‘hiçbir şeyin sonsuza kadar sürmeyeceği farkındalığı ile hayatı yaşamak. Ne hafif, ne huzurlu bir şeymiş. Cenevre’den taşınmaya 24 gün kala 33 yaşıma bastığımın 3. gününde Cenevre bana işte bunu öğretmiş…
Ebru Verimli Yüksel
Bu, benim İstanbul'um...
26.05.2008
27 Haziran son günümüz Cenevre’de. 2 yıl 2 ay kaldığımız bu şehirden taşınıyoruz. Taşınma, taşıma ve sigorta şirketi ile kavgalar, ev sahibi, bitmek bilmez faturalar, yazışmalar, kurallar, kurallar, kurallar… derken, bir gün gelip de bu şehirden giderken bu kadar üzüleceğimi tahmin edemezdim doğrusu. İlk üç ayım ‘Varşova’dan niye geldik ki buraya?’ diyerek geçti. Belki o ilk üç ayı, o yazı Varşova’da geçirmiş olmayı tercih ederdim… kim bilir?...
Ve şimdi …
Cenevre bir başka benim için. İstanbul’u o kadar seven ve özleyen, yurtdışında yaşadığımız 4 yıl boyunca her üç ayda bir Türkiye’ye gitmeyi su içmek, yemek yemek kadar elzem gören, boğazı her gördüğümde ‘buradan güzel bir yer yok dünya üzerinde’ diyen ben, yaşamak istediğim yer olarak Cenevre’yi seçtim kendime… Bir yandan da şöyle denir hep: Cenevre’de uzun süre yaşayanlar dönemez, alışamaz İstanbul’a zaten. Ukalalık değil valla, burada insanlar böyle der.
Neleri seviyorum burada:
Evimin dibinde ve her evin dibince bir park olmasını. Bu parkların üç beş karış çim, bir-iki bank ve birkaç küflü salıncak ve kaydıraktan çok öte olmasını. Yani bu parkların, maalesef yurdumda yurdum insanının gördüğü ve yakın olmaktan mutlu olduğu, belediyelerin yapmış olmaktan gurur duyduğu parklardan olmamasını seviyorum. Yüzlerce yıllık dev ağaçlar, her bir ağacın gövdesine demir etiketlerde kaç yıllık ve hangi cins olduğunun yazıldığı, içinde birbir çeşit kuşun yaşadığı, şakıdığı, bu kuş türlerinin her birinin fotoğrafları ile parkın çeşitli alanlarında tanıtıldığı parklar…
Futbol sahalarının, tenis kortlarının, kum voleybolu alanlarının, atletizm pistlerinin, duş ve tuvaletlerin olduğu ve bunların bunca insan kullanımına rağmen temiz olduğu parklar. Bisiklet alanlarının, ormanın içlerine dalan, nehirlerin dibine varan küçük patikaların olduğu, ormanın diplerindeki bu patikalardaki çöp kutularına tertemiz çöp torbalarının konulduğu, yönlerin her yerde tabelalarla gösterildiği, mesafelerin belirtildiği, kum veya özel zeminlerin üzerine kurulmuş, ultra güvenli, ultra sevimli, ultra bakımlı çocuk parklarının olduğu, parkın yanında sevimli bir kafe, kafede oturan alçak sesle konuşan, çekirdek çitleyip yerlere atmayan, oturduğu yerden avaz avaz parkta oynayan çocuğuna bağırıp müdahale etmeyen, parkta avaz avaz bağırmadan oynayan çocukların olduğu ‘gerçek parklar’dan söz ediyorum. Ve tabi ki ormanın derinliklerine hiç korkusuz tek başınıza yürüyebileceğiniz, size laf atan magandalar yerine ‘bonjour’ (merhaba) deyip yanınızdan geçen ‘insanlar’ olan gerçek yaşam, spor, dinlence alanlarından söz ediyorum. Herhangi bir köşesi yığın yığın çöp torbaları olmayan, kanalizasyon sızıntısı, kokusu olmayan, bırakın iki damla yağmuru, haftalarca durmadan yağan yağmurda su birikintilerinin bile oluşmadığı ve herhangi bir köşesinde ‘Çalışınca Oluyor!’ yazmayan parklar… Ve bunlara ulaşmak için zengin olmanın gerekmediği, halka açık tertemiz alanlardan söz ediyorum.
Galiba yağmur kokusunu ve yağan yaz yağmurunun ardından, ortasından açmaya çalışan güneşi, gri bulutların arasından süzülmeye çalışan huzmeleri ve her yere yayılmış çimen, ağaç kokusunu da seviyorum. Evet, bu kokuyu kesinlikle seviyorum. Yağmurun sık sık yağmasını seviyorum. Nerdeyse bahçemi hiç sulamadan bütün yıl yeşil kalmasını seviyorum, ama çimenlerin hemen uzayıp kesilmeyi beklemesini o kadar da sevmiyorum. Ama çimenleri kestikten sonraki kokuyu seviyorum. Sokakların hep bu koku ile dolu olmasını seviyorum.
Camımdan baktığımda gördüğüm tertemiz gökyüzünü, ağaçları ve Alpler’i seviyorum. Yatmadan önce odamın camını açıp kokladığım havayı seviyorum. Mecidiyeköy’de oturduğum 3 yıl ve Ataşehir’in karşısında oturduğum bir yıldan sonra kokladığım havanın her mevsim temiz olmasını, baktığım yeşilliği, yaşadığım sakinliği seviyorum.
Trafikte herkesin şeridinden gitmesini seviyorum. Ve hatta o şeridin ip gibi düzenli olmasını, aradan hiç ama hiç kimsenin burnunu uzatmıyor olmasını. Herkesin kırmızı ışıkta durmasını, sarıdan yeşile dönerken korna çalmamasını, yayaların yaya geçidinden arabaları kontrol etmeye bile ihtiyaç duymadan güvenle geçmesini seviyorum. Yayaya yol verirken arkadaki arabaların korna çalmamasını seviyorum.
Otobüslerin her zaman ama her zaman dakikası dakikasına gelmesini seviyorum. Sadece otobüs ve taksilere ayrılmış sarı çizgili sağ şeride trafik ne kadar tıkalı da olsa kimsenin girmemesini seviyorum. Özel arabaların geçişini engellemek için bu şeritlerin beton sınırlarla çevrilmeye ihtiyaç duyulmadığı bir şehirde yaşamayı seviyorum.
10 dakikada havaalanına, 15 dakikada şehre ulaşabilmeyi, göl kenarında gezinmeyi, Rue de Marche’de alışveriş yapmayı seviyorum. Her seferinde aynı markaların, aynı modellerin İstanbul’da nasıl bu kadar pahalı satıldığını; bunu köşesine taşıyacak çok entel, çok dantel, çok gezen, çok bilen aydınlarımızın nerde olduğunu tartışmayı; İstanbul’da ablamla alışveriş merkezlerinde gezerken her defasında ona bu ürünün Cenevre’deki fiyatını söyleyip alışveriş hevesini kırmayı seviyorum. Bisiklet satan mağazaların bisiklet kilidi ve aksesuarlarını da satmasını, aradığım her şeyi, ama her şeyi keyifle dolaştığım bir cadde üzerinde bulmayı seviyorum. Kimsenin kimseye laf atmadığı, omuz atmadığı, insanların birbirine kapı tuttuğu, mağazalardaki satış elemanlarının sattıkları ürün hakkında tam bilgili olduğu, sattıkları ürünün arkasında olduğu, problemli bir ürünü değiştirmenin bir sinir harbi olmadığı alışverişleri seviyorum.
Ve bütün bunların tramvayların yayalara yol verdiği, araba, korna sesi, benzin kokusu olmayan, kışları kestane kokan (100 gr’ı 5CHF), bir caddede olmasını seviyorum.
Bahçemin köşesinden gözüken dev ağacın içinde kaç kuş yaşadığını tahmin etmeye çalışmayı seviyorum. Çiçek ekip, sulamayı, ‘bir millet kolektif olarak bahçesini, camını, kapısının önünü, balkonunu nasıl her mevsim rengarenk çiçeklerle özenle donatabilir’ diye kıskanmayı seviyorum. Kapımın önünde ayakkabılarımı, bahçede kuruyan çamaşırları, bahçe kapım açık, çalınma korkusu olmadan bırakabilmeyi seviyorum.
Hemen hemen her haftasonu yeni yerlere gitmeyi, araba ile bir-bir buçuk saat ötede inanılmaz güzellikte yerler olmasını, bütün bunlara yorulmadan, bunalmadan, büyük paralar harcamak zorunda kalmadan ulaşabilmeyi seviyorum. Bazı haftasonları uyanırken ve içimden hiç kahvaltı hazırlamak gelmezken ‘şimdi Boğaz’a gidip kahvaltı yapmak vardı. Şöyle kaşarlı, pastırmalı bir menemen, su böreği, kahvaltı tabağı, bal, kaymak, simit…’ dediğim de olsa o güzel manzaraya, o doyulmaz kahvaltıya ulaşana dek çektiğimiz sıkıntılar, trafik, park yeri, arabanın çekilme tehlikesi, tam boğaza ulaştım derken bir masa kapma telaşı, uzayan kuyruklar, asık suratlı garsonlar, itiş tepiş insanlar aklıma geliyor. Çok uzak kaldıysam İstanbul’dan bütün zorlukları unutup sadece Boğaz ve kahvaltı fikri, içimde bir buruk İstanbul özlemi kalıyor. Sanırım bu hissi seviyorum.
Güzelliklere bu kadar çile ile ulaşmaktan yorulmuşum İstanbul’da. İstanbul’a gittiğimde haftaiçi yaşıyorum Ortaköy’ü, boğazı ve Taksim’i… ve daha çok seviyorum, daha çok keyif alıyorum ve sanırım bu keyif böyle tadında kalsın istiyorum. Otobüse el edince nerde olursa olsun durup, beni almasını ‘bir kısacık an için’ seviyorum. Tam ‘Oh be yurdumda her şey ne kadar rahat’ derken, durağına yanaşmayan, ulu orta yolcu bindirmek, indirmek için duran otobüsler, minibüsler, taksiler… ve tıkanan trafikte, tıkış tepiş bir otobüste ve maalesef çoğu kez ter kokan insanlar arasında sıkışıp kaldığımda ‘canım Cenevre’m’ diyorum maalesef. Ve biliyorum ki aslında ‘O, benim Cenevre’m değil’. ‘Bu, benim İstanbul’um’ oysa. Ve yine biliyorum ki maalesef bu satırları okuyanlar ‘ukala’ diyecekler. Ama işte ne yapayım böyle hissediyorum.
Ve şimdi Cenevre’den gitme günleri iyice yaklaşmış, geri sayım başlamışken taşınmayı yadsıma psikolojisi içine girip, gezme tozma vs… üzerine odaklanıyorum. Beni bekleyen hayat için bugünden yaptığım –hazırlık anlamında – pek bir şey yok.
27 Haziran son günümüz Cenevre’de. 2 yıl 2 ay kaldığımız bu şehirden taşınıyoruz. Taşınma, taşıma ve sigorta şirketi ile kavgalar, ev sahibi, bitmek bilmez faturalar, yazışmalar, kurallar, kurallar, kurallar… derken, bir gün gelip de bu şehirden giderken bu kadar üzüleceğimi tahmin edemezdim doğrusu. İlk üç ayım ‘Varşova’dan niye geldik ki buraya?’ diyerek geçti. Belki o ilk üç ayı, o yazı Varşova’da geçirmiş olmayı tercih ederdim… kim bilir?...
Ve şimdi …
Cenevre bir başka benim için. İstanbul’u o kadar seven ve özleyen, yurtdışında yaşadığımız 4 yıl boyunca her üç ayda bir Türkiye’ye gitmeyi su içmek, yemek yemek kadar elzem gören, boğazı her gördüğümde ‘buradan güzel bir yer yok dünya üzerinde’ diyen ben, yaşamak istediğim yer olarak Cenevre’yi seçtim kendime… Bir yandan da şöyle denir hep: Cenevre’de uzun süre yaşayanlar dönemez, alışamaz İstanbul’a zaten. Ukalalık değil valla, burada insanlar böyle der.
Neleri seviyorum burada:
Evimin dibinde ve her evin dibince bir park olmasını. Bu parkların üç beş karış çim, bir-iki bank ve birkaç küflü salıncak ve kaydıraktan çok öte olmasını. Yani bu parkların, maalesef yurdumda yurdum insanının gördüğü ve yakın olmaktan mutlu olduğu, belediyelerin yapmış olmaktan gurur duyduğu parklardan olmamasını seviyorum. Yüzlerce yıllık dev ağaçlar, her bir ağacın gövdesine demir etiketlerde kaç yıllık ve hangi cins olduğunun yazıldığı, içinde birbir çeşit kuşun yaşadığı, şakıdığı, bu kuş türlerinin her birinin fotoğrafları ile parkın çeşitli alanlarında tanıtıldığı parklar…
Futbol sahalarının, tenis kortlarının, kum voleybolu alanlarının, atletizm pistlerinin, duş ve tuvaletlerin olduğu ve bunların bunca insan kullanımına rağmen temiz olduğu parklar. Bisiklet alanlarının, ormanın içlerine dalan, nehirlerin dibine varan küçük patikaların olduğu, ormanın diplerindeki bu patikalardaki çöp kutularına tertemiz çöp torbalarının konulduğu, yönlerin her yerde tabelalarla gösterildiği, mesafelerin belirtildiği, kum veya özel zeminlerin üzerine kurulmuş, ultra güvenli, ultra sevimli, ultra bakımlı çocuk parklarının olduğu, parkın yanında sevimli bir kafe, kafede oturan alçak sesle konuşan, çekirdek çitleyip yerlere atmayan, oturduğu yerden avaz avaz parkta oynayan çocuğuna bağırıp müdahale etmeyen, parkta avaz avaz bağırmadan oynayan çocukların olduğu ‘gerçek parklar’dan söz ediyorum. Ve tabi ki ormanın derinliklerine hiç korkusuz tek başınıza yürüyebileceğiniz, size laf atan magandalar yerine ‘bonjour’ (merhaba) deyip yanınızdan geçen ‘insanlar’ olan gerçek yaşam, spor, dinlence alanlarından söz ediyorum. Herhangi bir köşesi yığın yığın çöp torbaları olmayan, kanalizasyon sızıntısı, kokusu olmayan, bırakın iki damla yağmuru, haftalarca durmadan yağan yağmurda su birikintilerinin bile oluşmadığı ve herhangi bir köşesinde ‘Çalışınca Oluyor!’ yazmayan parklar… Ve bunlara ulaşmak için zengin olmanın gerekmediği, halka açık tertemiz alanlardan söz ediyorum.
Galiba yağmur kokusunu ve yağan yaz yağmurunun ardından, ortasından açmaya çalışan güneşi, gri bulutların arasından süzülmeye çalışan huzmeleri ve her yere yayılmış çimen, ağaç kokusunu da seviyorum. Evet, bu kokuyu kesinlikle seviyorum. Yağmurun sık sık yağmasını seviyorum. Nerdeyse bahçemi hiç sulamadan bütün yıl yeşil kalmasını seviyorum, ama çimenlerin hemen uzayıp kesilmeyi beklemesini o kadar da sevmiyorum. Ama çimenleri kestikten sonraki kokuyu seviyorum. Sokakların hep bu koku ile dolu olmasını seviyorum.
Camımdan baktığımda gördüğüm tertemiz gökyüzünü, ağaçları ve Alpler’i seviyorum. Yatmadan önce odamın camını açıp kokladığım havayı seviyorum. Mecidiyeköy’de oturduğum 3 yıl ve Ataşehir’in karşısında oturduğum bir yıldan sonra kokladığım havanın her mevsim temiz olmasını, baktığım yeşilliği, yaşadığım sakinliği seviyorum.
Trafikte herkesin şeridinden gitmesini seviyorum. Ve hatta o şeridin ip gibi düzenli olmasını, aradan hiç ama hiç kimsenin burnunu uzatmıyor olmasını. Herkesin kırmızı ışıkta durmasını, sarıdan yeşile dönerken korna çalmamasını, yayaların yaya geçidinden arabaları kontrol etmeye bile ihtiyaç duymadan güvenle geçmesini seviyorum. Yayaya yol verirken arkadaki arabaların korna çalmamasını seviyorum.
Otobüslerin her zaman ama her zaman dakikası dakikasına gelmesini seviyorum. Sadece otobüs ve taksilere ayrılmış sarı çizgili sağ şeride trafik ne kadar tıkalı da olsa kimsenin girmemesini seviyorum. Özel arabaların geçişini engellemek için bu şeritlerin beton sınırlarla çevrilmeye ihtiyaç duyulmadığı bir şehirde yaşamayı seviyorum.
10 dakikada havaalanına, 15 dakikada şehre ulaşabilmeyi, göl kenarında gezinmeyi, Rue de Marche’de alışveriş yapmayı seviyorum. Her seferinde aynı markaların, aynı modellerin İstanbul’da nasıl bu kadar pahalı satıldığını; bunu köşesine taşıyacak çok entel, çok dantel, çok gezen, çok bilen aydınlarımızın nerde olduğunu tartışmayı; İstanbul’da ablamla alışveriş merkezlerinde gezerken her defasında ona bu ürünün Cenevre’deki fiyatını söyleyip alışveriş hevesini kırmayı seviyorum. Bisiklet satan mağazaların bisiklet kilidi ve aksesuarlarını da satmasını, aradığım her şeyi, ama her şeyi keyifle dolaştığım bir cadde üzerinde bulmayı seviyorum. Kimsenin kimseye laf atmadığı, omuz atmadığı, insanların birbirine kapı tuttuğu, mağazalardaki satış elemanlarının sattıkları ürün hakkında tam bilgili olduğu, sattıkları ürünün arkasında olduğu, problemli bir ürünü değiştirmenin bir sinir harbi olmadığı alışverişleri seviyorum.
Ve bütün bunların tramvayların yayalara yol verdiği, araba, korna sesi, benzin kokusu olmayan, kışları kestane kokan (100 gr’ı 5CHF), bir caddede olmasını seviyorum.
Bahçemin köşesinden gözüken dev ağacın içinde kaç kuş yaşadığını tahmin etmeye çalışmayı seviyorum. Çiçek ekip, sulamayı, ‘bir millet kolektif olarak bahçesini, camını, kapısının önünü, balkonunu nasıl her mevsim rengarenk çiçeklerle özenle donatabilir’ diye kıskanmayı seviyorum. Kapımın önünde ayakkabılarımı, bahçede kuruyan çamaşırları, bahçe kapım açık, çalınma korkusu olmadan bırakabilmeyi seviyorum.
Hemen hemen her haftasonu yeni yerlere gitmeyi, araba ile bir-bir buçuk saat ötede inanılmaz güzellikte yerler olmasını, bütün bunlara yorulmadan, bunalmadan, büyük paralar harcamak zorunda kalmadan ulaşabilmeyi seviyorum. Bazı haftasonları uyanırken ve içimden hiç kahvaltı hazırlamak gelmezken ‘şimdi Boğaz’a gidip kahvaltı yapmak vardı. Şöyle kaşarlı, pastırmalı bir menemen, su böreği, kahvaltı tabağı, bal, kaymak, simit…’ dediğim de olsa o güzel manzaraya, o doyulmaz kahvaltıya ulaşana dek çektiğimiz sıkıntılar, trafik, park yeri, arabanın çekilme tehlikesi, tam boğaza ulaştım derken bir masa kapma telaşı, uzayan kuyruklar, asık suratlı garsonlar, itiş tepiş insanlar aklıma geliyor. Çok uzak kaldıysam İstanbul’dan bütün zorlukları unutup sadece Boğaz ve kahvaltı fikri, içimde bir buruk İstanbul özlemi kalıyor. Sanırım bu hissi seviyorum.
Güzelliklere bu kadar çile ile ulaşmaktan yorulmuşum İstanbul’da. İstanbul’a gittiğimde haftaiçi yaşıyorum Ortaköy’ü, boğazı ve Taksim’i… ve daha çok seviyorum, daha çok keyif alıyorum ve sanırım bu keyif böyle tadında kalsın istiyorum. Otobüse el edince nerde olursa olsun durup, beni almasını ‘bir kısacık an için’ seviyorum. Tam ‘Oh be yurdumda her şey ne kadar rahat’ derken, durağına yanaşmayan, ulu orta yolcu bindirmek, indirmek için duran otobüsler, minibüsler, taksiler… ve tıkanan trafikte, tıkış tepiş bir otobüste ve maalesef çoğu kez ter kokan insanlar arasında sıkışıp kaldığımda ‘canım Cenevre’m’ diyorum maalesef. Ve biliyorum ki aslında ‘O, benim Cenevre’m değil’. ‘Bu, benim İstanbul’um’ oysa. Ve yine biliyorum ki maalesef bu satırları okuyanlar ‘ukala’ diyecekler. Ama işte ne yapayım böyle hissediyorum.
Ve şimdi Cenevre’den gitme günleri iyice yaklaşmış, geri sayım başlamışken taşınmayı yadsıma psikolojisi içine girip, gezme tozma vs… üzerine odaklanıyorum. Beni bekleyen hayat için bugünden yaptığım –hazırlık anlamında – pek bir şey yok.
MEDENİYETİN BEŞİĞİNDEN FESTİVAL MANZARALARI




Tarih : 16 Temmuz 2006; saat 17:00 suları
Mekan : Medeniyetin beşiği Cenevre, Leman Gölü kıyısı, Arap (Arab) İsviçre Bankası’nın köşesi
Gösteri İçeriği: Leman Gölü kıyısındaki ana caddeden kamyon kamyon insanlar geçiyor… Süslenmiş, müzik sistemleri ile donatılmış kamyonlar üzerinde yarı çıplak kızlar, erkekler, yarı çıplağın çok ötesinde travesti zenciler. Bir de şeytanlar var tabi… Kendilerini şeytana benzetme konusundaki başarılarından ve çıkardıkları garip seslerden dolayı kendilerine izninizle katılımcılar arasında özel bir yer vermek istiyorum.
Oldukça para ve emek harcanmış belli. Müzik yayını eşliğinde şeytan arkadaşlar, travesti zenci kardeşlerimiz, Türk erkeklerinin rüyalarını süsleyen sarışın, mavi gözlü Avrupalı genç kızlarımız insanların üzerine bira, prezervatif ve ne olduğunu anlayamadığım; ama tahmin yürütebildiğim bilumum madde fırlatıp kulakları sağır eden techno müzik eşliğinde -örneğin bu gösteri TRT’de yayınlanacak olsa- sansürlük danslar yapıyorlar. Kimi arkadaşlar, fizik derslerinden kaytarmış oldukları çok belli ki, ‘cam şişe atılınca kırılır’ deneyini izleyicilerin üzerine cam şişede bira fırlatarak gerçekleştiriyor. Ve ‘her şey beni bulur’ yasası bugün de işleyip o atılan cam şişe de beni buluyor.
Gösteriyi anlatmaya devam edelim…
İzleyici kitlesi:
Cenevre profili orada diyebiliriz. Bin bir çeşit ve millet insanın yaşadığı, nüfusunun yarıdan çoğunu yabancıların oluşturduğu bu şehirde gösteriyi izlemeye gelenlerin ve bizim gibi yoldan geçerken duranl

Ve hepimiz, -ben dahil- ilgi ile izliyoruz. Ben daha çok kameramın yokluğuna hayıflanıp elimdeki küçük fotoğraf makinası ile çekimler yapıp zoomlayamadığım her kare için hayıflanıyorum.
Her temmuz tekrarlanan bu yürüyüşün toplumsal bilinci geliştirme konusundaki sorumluluk anlayışı ise duyulmaya değer:
‘Alkol ve uyuşturucu kullanımının verdiği zararları minimuma indirme.’
Böylesine önemli bir toplumsal bilinci Cenevre halkına aşılamak ve bu konuda insanları bilgilendirmek için bu kadar emeği yeterli görmeyip bir de bilgilendirici broşürler basılmış.
Kokainden, ekstaziye ve daha adını hiç duymadığım bilumum uyuşturucuyu anlatan broşürler… Maksimum kaç mg alınmalı, sizi kaç dakika sonra uçurmaya başlar, etkisi ne kadar sürer vs, vs, vs…
Peki ne ders çıkar böyle bir yürüyüşün ardından?
Biz uyuşturucu kullanıyoruz; ama zararlarının farkındayız. Limitli kullanmaktan yanayız.
Çek uyuşturucuyu, kendini garip yaratıklara benzet, ne kadar eğlendiğini ve özgür olduğunu göster, kıçın açıkta şortlar giy, halkın önünden övüne övüne geçip reklamını yap. Belediye, sivil toplum kuruluşları, prestijli gazeteler ve radyolar kendileri ile gurur duysunlar: Gençlerin uyuşturucu kullanımını limitleyip, riskleri azaltmaya yönelik böyle coşkulu ve bol katılımlı, rengarenk bir organizasyon düzenlenmesine izin vermişler, katkıda bulunmuşlar, binbir çeşit uyuşturucu maddeyi ayrı ayrı tanıtmak için üşenmemiş kullanım kılavuzu bastırmışlar ve/veya sponsor olmuşlar.
Medeniyetin beşiğinde özgürlüğe, toplumsal kaynaşmaya, hoşgörünün tavan yaptığı bir güne daha tanık olduk.‘Avrupa, medeniyet, hoşgörü sen çok yaşa’ diyerek bitirmeyi düşünürken bu satırları sözü organizasyon sahiplerine bırakmak istiyorum.
Maniak On Board !!!
Bu yürüyüşte bir Türk olarak beni şaşırtan ne?
Onca uyuşturucu, içki, manyaklık diz boyu; kavga, dövüş, itiş, kakış, bağırış, çağırış, izdiham, mizdiham sıfır!...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)