13 Kasım 2013 Çarşamba

Okulda Romalı askerler yürüyor, dışarıda neler oluyor?..



1 Haziran cumartesi günü, okulumuzda yıl sonu gösterisi... Haftalardır inanılmaz bir ciddiyet ile bu güne hazırlanılıyor. Oğuz, bir ‘Romalı asker’... Bir tek cümle için hazırlanıyoruz... ‘All hail the emperor!’ ‘Herkes imparatoru selamlasın!’

 
Okulumuzun güzide, güvenli dünyasında küçük Romalı askerler; kimi gururlu, kimi ürkek, kimi neşeli, kimi heyecanlı, ama hepsi birbirinden tatlı, tiyatro salonuna giriyorlar; rap, rap, rap...  Anne tiyatro salonunda koltuklarda değil. Neden mi? Benim sevgili Romalı askerim onca coşku ile çalışmasına rağmen, sınıfların önünde anne-babadan ayrılma ve hazırlanma vakti geldiğinde ‘Anneee, anneee...’ diye pantalonuma yapışıyor. ‘Ben Romalı asker olmak istemiyorum.’ diyor da başka birşey demiyor. Bir an yakamı paçamı bırakmıyor. Oğuz’un ilk deneyimi, ‘yarım bırakmak’ olmamalı. Bir anlaşma yapıyoruz; öğretmenlerimizin de desteği ile. Anne sınıfta Oğuz’u hazırlıyor. Bembeyaz köfte ayaklara beyaz Romalı asker sandaletleri giyiliyor. Kostüm ve aksesuarlar... hepsi tamam. ‘Bilmem bu şapka kafadan düşer mi? Acaba bir toka ile tuttursak mı?’ Toka bulunamıyor.

(Ve... Tabi ki tiyatro gösterisinden sonra şarkılar ve danslar sırasında şapka sahnede kafadan düşecektir. Oğuz’un gözü sahnenin yan tarafında büyük bir heyecanla bekleyen annesine kitlenecek ve şapka elinde soran gözler ile anneye bakacaktır; ‘Anne, şapkam düştü. Neden gelip takmıyorsun?’)


Oğuz sanki arkadaşlarını hayatında yeni görmüş gibi çekingen. Kaynaştırmak, havaya sokmak annenin işi. Sınıfta bir üçüncü öğretmen oluyor anne adeta. Kızlar ve oğlanlar farklarını yine hemen belli ediyorlar. Kızlar bana sandaletlerini gösterip, saçlarını düzelttirirken; oğlanlar ellerine geçen her şeyi araba ve uçak yapıp ortalıkta vınlayıp duruyorlar. Arada bir ‘Çişim geldi.’ diye yanıma gelen de olmuyor değil. Her biri ile Oğuz’u da götürüyorum ama Oğuz her seferinde ‘Çişim yok.’ deyip, tam sahneye çıkmadan önce ‘Anne, tuvalet’ diyor. Allah’tan sahnenin hemen yanına tuvalet yapmışlar. Allah bu planlamayı yapan ince akıldan razı olsun.

 
Anne ziyadesi ile yoruluyor; ama okuldaki düzeni, çocuklara saygıyı, sanki bir futbol takımını şampiyonluk maçına hazırlar gibi uygulanan motivasyon taktiklerini görünce, bu sefer gerçekten de doğru seçimi yaptığını görerek bir kez daha mutlu oluyor.

 
Ve... sahnedeyiz. Anne yan tarafta. Oğuz’un arkadaşları
-Romans!.. (Romalılar!) diye bağırıyor.

 
Öğretmeni mikrofonu Oğuz’a uzatıyor. Oğuz mikrofona bakıyor, bakıyor... Derin bir sessizlik, bizim açımızdan da gergin bir bekleyiş. Tansiyon yükseliyor. Bu çocuk ne yapacak acaba? Ve bu çocuk, ki o çocuk benim kocaman minik Romalı askerim, mikrofonu bir eli ile tutuyor, öteki el hitap için havaya kalkıyor... Tane tane, yüksek sesle ‘All hail the emperor!/Herkes imparatoru selamlasın!’ diyor. ‘İmparator’u öyle bir coşku ile, tam da babası ile çalıştıkları vurgu ile söylüyor ki bütün salon alkışkıyor. Ve...sevimli imparator sahneye minik ayaklarını vura vura giriyor... Selamlanmanın coşkusu, gururu ile.

 
Dışarıda bir yerlerde başka bir imparator (?), kocaman ayaklarını vura vura başka bir sahneye giriyor. Herkes onu alkışlamıyor. Herkes onu, bu minik imparator gibi sevimli bulmuyor. İmparator öfkeleniyor.  Geçen ayki sayfamızı okumamış olacak ki, öfkesini kontrol etmeyi bilmiyor, ‘Barış eğitimi’nden ise zaten bihaber yaşıyor.

 
Miniklerimiz böyle heyecanlı, coşkulu bir günde, anne-babalarını bu kadar gururlandırmış, içinde babamızın da olduğu bir grubu ağlatmış olmanın haklı gururu ile muhteşem bir gösteri sunuyorlar bize. Okul müdürü bir konuşma yapmış. Sahne arkasında duyamıyor tabi ki anne. Anafikir şöyle: ‘Çocuklarımızın bazıları bu sahnede ağlayabilir, sözlerini unutabilir... Ama önemli olan bu gösteri arkasında çok büyük bir çaba olmasıdır. Her bir çocuk diğerinden farklıdır ve hepsi özeldir. Bugün için çok çalıştılar ve her birini tek tek kutluyorum.’

 
‘Çaba’ ne güzel bir sözdür, çaba göstermek ne onurlu bir davranıştır; sonucu her ne olursa olsun.

Babamız iki önemli toplantısına gitmedi bu şova katılmak için. Bir gün gözlerimizi yumduğumuzda kaçırılan toplantılar, ertelenen işler değil bu günün anısı olacak kalplerimizde. İnşallah o gün geldiğinde güvenli, huzurlu bir yurt kalır miniklerimize.


O akşam için büyük planlarımız vardı.  Oğuz sorar; ‘Anne neden gitmiyoruz Taksim’e?’ Annenin doğumgünü kutlanılacaktı zira. Önce Nevizade’de erken bir akşam yemeği... Oğuz, ahtapotları midesine indirmenin hayallerini kuruyordu günlerdir. Sonra Şişhane’deki otellerin çatılarına çıkıp, ‘Ey güzel İstanbul...’ diyecektik. Karanlık, çirkinlikleri örtecek, ışıklar sanki her şeyi büyülü gösterecekti şehrimde. Ultra şık ablalar, abiler normalde 20:00’da sızmış olan, annesinin doğumgünü hatırına gece hayatına akan bu yakışıklının dansları ile eğleneceklerdi, kendi danslarını unutup. Biz birer yeşil çay veya sade bol köpüklü Türk kahvesi yudumlayacaktık muhtemelen. Gece her şeyi örtecek, ışıklar bizi büyüleyecek, eve giderkenki trafik biraz keyfimizi kaçıracaktı. Oğuz oto koltuğuna otururken ‘Eve gitmek istemiyorum. Başka gezme, başka gezme...’ diye ağlayacak, araba çalışır çalışmaz sızacaktı. Anne bir yaş daha yaşlanmış olacaktı. Karanlığın hiç bir çirkinliği örtemediği günlerde 40’ına hayli yaklaştı anne. Anne, kendi doğumgünlerini epeydir sevmezdi zaten. Doğumgünü yaklaşıyor diye strese girerdi hatta. Bu 31 Mayıs da ülkeme kapkaranlık bir anı ile çöktü işte.

 
Benim oğlum bilir ki, otoban kenarlarını yeşillendirmek, ağaçlandırmak güzeldir. Ama yok edilen ormanların yerini tutmaz o birkaç çalı, 100 yıllık ağaçların kesilmesini haklı kılmaz. Benim oğlum bilir ki 100 yılık ağaçların, 100 yıllık emeklerin çok zor korunduğu bir ülkede yaşamaktadır. Benim oğlum sorgular, ‘Haydi ipad’den araştıralım anne’, der. Benim oğlum, bir gün öğrenecek ki kendi geleceği uğruna gidemedi o akşam Taksim’e; her güzel şey vahşice katledilmesin diye. Benim oğlum bilir ‘takım tutmak’gibi değildir, imparator tutmak, bir akımı tutmak. Takımını sever insan, destekler;  iyi oynasa da kötü oynasa da, kazansa da, kaybetse de. Benim oğlum ‘Her ne olursa olsun, her ne yaparsa yapsın doğrudur.’ diye hiçbir düşüncenin arkasından gitmez.

 
Çocuklar sıcacık güvenli yataklarında uyumak yerine mitinglere götürülmez! Ama benim oğlum Ata’sının sarayına giremez, mitinglerdeki çocuklar girebilir ama. Çünkü onun annesi, 100 yıllık ağacın değerini, çalıdan gölge olmayacağını bilen bir annedir. Ateşe verilen çadırları görmezden gelemeyen, yüreği sızlayan, umursayan, sorgulayan, çocuğunu sıcacık yatağından, oyunundan alıp mitinge götürmeyen bir annenin oğludur.

 
Bülent Ortaçgil’in muhteşem şarkısı ile tamamladılar çocuklarımız şovlarını...

Oynarım seninle... Sen ne olursan ol, yeter ki ‘zalim’ olma, ‘adaletsiz’ olma. Ben, ne olursan ol oynarım seninle.

 
Su olsam, ateş olsam
Göklerdeki güneş olsam
Konuşmasam, taş olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Sus olsam, kusur olsam
Ağızdaki küfür olsam
Doğuştan esir olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Sayılmasam, kaç olsam
Topraktaki güç olsam
Aptal gibi suç olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Benimle oynar mısın?
Benimle oynar mısın?


Çocuklarımıza oyun parkında barış eğitimi almış liderlerin yönettiği bir ülke bırakmak dileği ile...
Oyun parkında barış eğitimi almış liderleri seçebilme donanımında çocuklar yetiştirebilmek dileği ile...

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey  + Memleketimin ‘park’ anlayışının ne kadar kıt, ne kadar zavallı olduğunu fark ettim.

 

Elveda biberon, elveda gece bezi... Goodbye bottle, Goodbye diaper...



Pek geç başladık, pek sevdik, pek bir zor bıraktık biberonu... Biz artık ‘bebek’ değiliz... ‘Abi’ olduk.

Oğuz, 9 aylık olduğunda artık beşiğinin fiziki limitlerini zorlamaya başlamıştı. İçinde rahatça dönemeyecek kadar büyüyen azman oğlum, beşiğine ‘hoşçakal’ demek zorunda kaldı. Bu ayrılış gece uykusunda anneyi saat başı emmeden uykuya dalamama olarak yeni bir bağımlılık yarattı. Sonunda anneyi emmek  dışında bağlanacak, uyumasına yardım edecek başka bir arayışa başladık. (Oğuz gündüz de ziyadesi ile anneyi emen ve yemek yiyen bir bebekti.) Dişlerimiz de çıkmaya hiç niyetli olmadığından diş çürüğü korkumuz da olmayınca, ilk defa gece devam sütüne başlayalım dedik... O biberon, bu biberon, kabul etmedi Oğuz. Emziğe karşı olan anne, onu bile denedi, gece uykusunu düzene sokmak için. O denli çaresizdi anlayacağınız... Boş bir plastiği emmek Oğuz’a cazip gelmedi. Sonunda bir İsviçre ziyaretimizde Tommy Tippee marka bir biberon denedik. Şimdilerde benzerini Chicco da yaptı. Tommy Tippee, şekli anne memesine en yakın biberon olması nedeni ile bu konuda ödüllü bir marka... En büyük ödülü de Oğuz’dan aldı. Daha dükkandan çıkmadan eline aldı, bayıldı, o gün bugündür de elinden bırakmadı... 5 gece öncesine kadar... Veee bu ayrılış çook acıklı oldu.
İlk dişimiz 15 aylık patlayınca, dolayısı ile azı dişlerimiz de geç geldi. Peynire düşkünlüğümüz dişlerimiz için bir nebze olsun koruyucu oldu. Bunun yanında diş bakımımızı hep düzenli yaptık. Bütün bunlara rağmen, gece süt içmek dişlerde çürümeğe neden olabiliyor. Hem diş çürüğünü önlemek, hem gece uyanmadan uyumaya alışmak, fazlası ile uzamış biberon tutkumuza son vermemize neden oldu.

Oğuz, ne zamandır zaten gece bez takmak istemiyor, arkadaşları gibi gece de kilot giymek istiyordu. Yatma zamanı odamızda hep aynı muhabbet...
-          Bez istemiyorum, kilot istiyorum!
-          Tamam annecim. Eğer gece biberonsuz uyursan altına yapmazsın ve beze ihtiyacın olmaz. Böylece kilot giyebilirsin.
-          Bez, bez!
Pazarlık çok çabuk bitiyor; biberondan ‘bal süt’ tutkusu, kilot giyme isteğinin önüne geçiyor(du) her gece. (İçine bal koymasak da adı, Oğuz için ‘bal süt’.)

Önce beşik gitti. Sonra mama sandalyesi. Boyumuza uygun body bulunmaz oldu. Gece tulumu gitti. Stokke pusetimiz de pek bir kahrımızı çekti. Sonunda taşıma limitini doldurdu. Depoya kalktı. Gündüz bezi gitti. Bir sayıda bebeklikle tek bağımızın gece bezi ve biberon olduğunu yazmıştım. Uzuuun zaman önce... ‘Neredeyse askere bile bu çocuk biberonla gidecek.’ lafları da epey zamandır etrafta dolaşmaya başlamıştı. Oğuz, biberonu ağzına alır almaz uykuya dalıyor ve anne de rahat ediyordu, ne yalan söyleyelim. Ne anne, ne Oğuz hazırdı bu adıma.

Sonra işler çığrığından çıktı. İki biberon süt içmeden uyumaz, sonunda da bir saat sırtını sıvazlatır, şarkı söyletir oldu. Gece iki kez mutlaka uyanmaya, hepsinde süt istemeye başladı. Gerçi çeşitli defalar aradaki sütü kesmiştik; ama hastalıklar, ameliyatlar ve seyahatler bizi bu aşamada da geriye döndürmüştü malesef. Dolayısı ile sınırları hayli zorlanan 6 numara bez yetersiz kalır oldu.

Geçen akşam aniden, öncesinde hiç planlamadan, anlaşmamızı yaptık Oğuz ile... 
Yatmadan bardakta azıcık sütünü içecek, biberonda süt istemeyecek ve bütün arkadaşları gibi kilot giyecekti  gece uyurken. İtirazsız kabul etti. O gün zaten pek bir uyumlu günümüzdü. Anlaşmamız pijamamızı giyip, dişlerimizi fırçalayıp, yatağımıza yatana kadar sürdü. 15 dakika sürmesi  ile dünyanın en kısa anlaşması ünvanına aday oldu. Oğuz anlaşmayı bozsa da, anne ve baba bu sefer çok kararlıydı. Zorlu 3-4 gece ardından zafer hepimizin oldu. Ucunda biberonda süt gibi kıymetli bir şey kalmayınca gece uyanmaya lüzum da olmadı. Ama uykuya geçiş bizim ve apartman sakinleri için pek bir acılı gerçekleşti. Oğuz her şeyi denedi;  acındırmayı, bir kaplan gibi kükremeyi, pazarlık etmeyi... Babamızın da desteği ile o üç gece aşıldı. İlk gece iki saati buldu uyutma faslı. Kriz artık çözülmez noktaya gelince anne, odayı babaya devretti. (El değiştirmeyi geçiş aşamalarında tüm ailelere tavsiye ediyorum. Çünkü minik azmanlarımız anneyi daha kolay çökertebileceklerini biliyorlar malesef.) Yılmadık, vazgeçmedik. Geri dönüşü olmayacak şekilde o sevimli biberona ve bal süte ‘hoşçakal’ dedik.

-          Ben bebeğim. Süt!

-          Benim süte ihtiyacım var. Biberon bal süte ihtiyacım var. Süüt!

-          Süt beni büyütür. Süüüt!

-          Ama ben süte bayıılırııım. Biberon süte bayılırııım. Süüüüt!

-          Rahatlayamıyorum... Bal süt olmadan rahatlıyamıyorum. (Anne Oğuz’u seviyor.Bir saniye geçiyor...)

-          Yeniden rahatlayamıyorum. Süüüüüt! Beeez!

Annenin artık pek ağır kaldıramaması, Oğuz’un pek bir tehlikeli olmaya başlayan atlama hareketleri sonucu karyolamızın parmaklıklarını da en sonunda kaldırdık. Üç akşam biberonsuz uykuya dalma savaşından sonra dördüncü akşam, yatağının bu yeni hali Oğuz’u pek mutlu etti. Bir süredir zaten yatağını sevmediğini, ‘beğenmediğini’ söyleyip duruyordu; dolayısı ile bu değişiklik biraz ilgi yarattı. Gerçi sonra yine yatağının babanın yatağı kadar büyük olmamasına tepki koydu. (Nedense anne ile babanın ya da annenin yatağı değil, ‘babanın yatağı’ ya da ‘baba yatak’.)

Pek bir geç yapıyormuşuz biz bu geçişleri anlaşılan. Hep düşmesinden korkuyorduk (daha doğrusu korkuyordum) ya da  kalkıp karanlıkta tehlikeli birşeyler yapmasından... (Tabi ki yatağın yanına, yere 4 kat kuş tüyü yorgan sermeyi ihmal etmedim. Dün gece üstünü örtmeye kalkığımda yerde yorganların üstünde mışıl mışıl uyurken buldum meleğimi. Böylece önlemlerimin abartılı olduğunu düşünen babamıza karşı bir kozum daha oldu...

Dün gece, birkaç defa (azgınlık boyutuna varmadan) süt istese de huzurlu bir şekilde yattı yatağına. Işığı azalttık... Parmaklıklarımızdan kurtulduğumuz için yanına oturabildim. Üç tane Winnie hikayesi okudum. Üçüncüsü bitmemişti ki bir melek gibi uykuya dalmıştı.

Bu arada istedim ki yeğenim Bengisu gibi gece hiç tuvalete kalkmayan bir çocuk olsun; bu şekilde alıştıralım. ‘Süt içmeyinde ihtiyacı da olmaz zaten.’diye düşündüm. Oğuz, biberon umudu bitince deliksiz uyumaya başladı. Anne daha ne ister?..  Sabah kuru bir yatak tabi ki... İşte o, olmadı! Aman Allah’ım nasıl bu kadar çok çiş yapılır? Nasıl göl gibi ıslağın içinde yatıp, mışıl mışıl uyuyabilir bir insan? O yüzden gece bir kez kaldırıp tuvalete götürmeye başladık; dolayısı ile de sabahları kuru kalkmaya.

‘Buna şükür.’ diyerek bir dahaki sayıda yeni maceralarda buluşmayı diliyorum.

Oğuz’dan seçmeler

-          Merhaba keçi... Senin adın ne?

-          (Yumuşacıkbir sesle...) Ebru... Senin adın ne?

-          Benim adım da Oğuz. Tanışdığımıza teşekkürler ederim.


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + ‘Biberon’ ve ‘popodan çıkan son kuru bezi’ anı diye saklayan bir insana dönüştüm.

Barış Eğitimi... Peace Education...




‘Çocukluğum, devri hatırladığım ilk saf mekteptir.’ Atatürk


Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlı olarak 2007 yılında Barış Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi kuruldu. WINPEACE (Women’s Initiative for Peace -  Türkiye ve Yunanistan’dan Kadınların Barış Girişimi) öncülüğünde kurulan bu merkez, pekçok akademisyen ve barış gönüllüsünün özverili çabaları ile faaliyet gösteriyor.  Düzenledikleri seminerler ve eğitimler ile medyaya, öğretmenlere, annelere, gençlere, kısaca barış eğitimine katkısı olabilecek geniş tabanlara ulaşmaya çalışıyorlar. Bu amaçla, çeşitli üniversitelerde ‘Şiddet İçermeyen Eğitim’, ‘Çatışma Çözümü’ gibi dersler de verilmeye başlandı. Sınırlı da olsa yuvalarda da pilot çalışmalar yapılıyor.

Beni bu merkezle tanıştıran Boğaziçi Üniversitesi emekli öğretim görevlisi, merkezin kurucularından, hayatını insanlara yardıma adamış, her daim adalet peşinde olmuş sevgili hocam Nur Bekata Mardin’e sonsuz teşekkürler...

  

‘Barış eğimi oyun parkında başlar...’ diyerek biz de mayıs sayımızı bu konuya ayırdık.


Barış eğitimi için gerekli beceriler

(Boğaziçi Üniversitesi, Barış Kültürü ve Eğitimi Çalıştayı, 11 Mayıs 2012)

1.       Empati kurabilmek. (Kendini karşısındakinin yerine koyarak, o kişinin neler hissedebileceğini anlamak.)

2.       Ön yargılarımızın farkında olmak ve kendimizi tanımak.

3.       Tüm insanların haklarına ve doğaya saygı göstermeyi öğrenmek.

4.       Eleştirel düşünceye sahip olmak. (Çocuklarımızı araştıran, sorgulayan bir kişiliğe sahip olarak yetiştirmek, onların yanlış seçimler yapmalarına, körü körüne bir akımın peşinden gitmelerine engel olacaktır.)

5.       Aktif dinleme ve şiddetsiz iletişim becerilerini geliştirmek. (Rosenberg, 2003) Karşısındakini sadece dinleyebilmek bile öfkeyi azaltır, çatışmayı yumuşatır.

6.       Öfkeyi yönetebilmek, özür dileyebilmek, affedebilmek.

7.       Uyuşmazlık durumlarında yaratıcı çözüm yolları üretebilmek. (Çatışma çözüm becerilerine sahip olmak; sorunları herkesin çıkarlarına çözebilme yöntemleri bulabilmek.)


Peki ya çocuklarımız, barış eğitimi ile nasıl tanışıyorlar? Tanışıyorlar mı?

Barış eğitimi evde başlar, yuvada başlar, oyun parkında başlar...

Peki ya televizyonlardaki, çizgi filmlerindeki, bilgisayar oyunlarındaki ve hatta çocuk kitaplarındaki şiddet?..


Sayfamızı takip edenler bilir; Oğuz’un televizyon izlemesi, hem süre hem de izlediği programlar açısından son derece sınırlı. Mickey’nin Kulüp Evi’ni, Winnie the Pooh’u, Caillou’yu ve Pepee’yi seviyoruz. (Pepee’de bile bazı şeylerin olumsuzdan yola çıkarak öğretilmesi  bazen beni rahatsız etmiyor değil.)

Oğuz, bu yıl okula başladıktan sonra hiç bilmediği, şimdiye kadar hiçbir şekilde izlemediği, Ben10, Spiderman, Sonic ve bilumum kahramanların sevdalısı oldu. Bir oğlan çocuğu için son derece normal bir açıdan. (Barbie Bebek istese, özellikle babamız karaları bağlardı mesela.) Ama işin garip tarafı, bu karakterlerin savaşçı olduğunu, kötü ve çirkin olduklarını söylüyor ve ‘savaşın, kötü olmanın, çirkin olmanın’ özenilecek şeyler olduğunu düşünüyor.


Anlıyoruz ki evde kendi çocuğumuzu ne kadar korumaya çalışırsak çalışalım, malesef bütün çocuklar (kimse alınmasın, darılmasın) o kadar da özenle korunmuyor. Hele ki bakıcı elinde büyüyorlarsa... Bakıcı rahatça çayını, kahvesini içsin; sabahtan akşama kadar televizyon kontrolsüz bir şekilde açık kalsın. Yeter ki çocuk sessiz, uslu dursun... (Sessiz ve uslu durmuyor aslında... O ses, o kontrolsüz uyarı bombardımanı, çizgi filmlerin, haberlerin, reklamların o vahşi dünyası; acımasız, savaşçı, güç odaklı, çözüm üretemeyen büyüklerin temellerini atıyor. ‘Bu kadar basit mi?’ dedi geçende bir arkadaşım... Basit olmasa da etkisi yadsınamaz bence.


Oğuz’un erkek arkadaşlarını eve çağırdık geçenlerde. Bir çete kurmuşlar aralarında. Minik Oğlum, Superman olmuş, her biri başka bir süper kahraman. Superman, benim de çocukluğumdan beri en sevdiğim süper kahramanlardan biriydi. Bu yüzden oğlumun Superman’i seçtiğine çok sevindim. Şimdilerde Oğuz’a, Superman’in iyi bir süper kahraman olduğunu ve hep iyi insanlara yardım ettiğini anlatmaya çalışıyoruz.

-          ‘Süper Kahramanlar çok güçlüdür ve kahramanlar insanlara yardım eder.’
-          ‘Hayır, yardım etmez. O savaşııır. O kötüdüüür...’

cevabını daha az duymaya başlıyoruz. Baktık ki bir oğlan çocuğunu süper kahramanlar dünyasından uzak tutmak mümkün değil, bizim kontrolümüzde olsun istiyoruz.


Arkadaşlarından biri (...ki evimizdeki ziyarette çetenin lideri olduğunu ilk dakikalarda anladık.) bizim Oğuz’a anlattığımız ‘iyi, yardımsever süper kahraman’ yaklaşımına tamamen karşı.
Dün akşam Oğuz bu arkadaşının Winnie the Pooh’u hiç bilmediğini söyledi. Bence 4 yaşındaki bir çocuk için çok büyük kayıp. Ben bile, hatta anneannemiz bile severek izliyoruz.

Arkadaşı için çok üzüldüm, bütün savaş çizgi filmlerini bilen, diğer çocuklara anlatıp, öğreten, bakıcısının sabahtan akşama kadar televizyonun başından kaldıramadığını söylediği küçük, güzel çocuk...
Sanırım o yüzdendir ki, arkadaşları ona ilk boyun eğmediğinde, arkadaşlarına vurdu, bakıcısına vurdu, bana vurdu... hırsını alamadı, yerleri tekmeledi... Ne acı birşey ki, doğduğu günden beri ona bakan bakıcısı sadece ‘bakmak’la yetinip, ‘Bu hep böyle, inanın kollarımdaki morlukların biri geçmeden öteki başlıyor.’ demekle yetindi. Ne acı, bu kadar imkana sahip bir çocuk, ama kendisini kontrol edecek imkanı hiç bulamamış. Belki de ihtiyacı olan tek şey, o kriz anı gelmeden ona yol gösterecek bir yetişkin. O krizde yanlız bırakılmamak, arkadaşlarının arasında liderken, en güçlü o iken, öfkeyi kontrol edememenin çaresizliğine düşmemek. O zor anda tek başına olmayı küçük omuzlarında hissetmemek. Arkadaşlarının başka bir oyun oynamak istemelerini kendisine ihanet olarak görmemek.

Oğuz ve diğer çocuklar açısından da kaygı ile gözlemledim ortamı... Lider ne derse yapıyorlar, ne yapılmayacak derse yapmıyorlar.

-          ‘Araba oynanılmayacak!’

Arabalar ilk emirle bırakılıyor, diğer tüm çocuklar liderin gözünün içine bakıyor, ikinci emir ne diye?..
Toplumumuzun bir küçük örneğini gördüm o oyun gününde. Üzüldüm.

Biraz da uyumlu, kibar, saygılı çocuk yetiştirmeye çalışırken;  bu çocukların aynı zamanda lideri (?) sorgulayan, kendini ezdirmeyen, dayak yemeyen, kaydırakta küçükleri korurken, koca koca arkadaşlarının kendilerini  itip geçmesine izin vermeyen çocuklar olarak da yetişmesindeki hassas dengeyi sağlamanın zorluğu çöküverdi omuzlarıma...


Akşam eşime anlatıyorum. ‘Sen o çocuk için üzülme, kendi çocuğun için üzül, diyor. Memleket bu!..’

Biz nasıl bir toplumuz?

Bu mu gerçekten? Bizler öfkemizi kontrol edemeyen, kendi haklarımızdan başka hak tanımayan, güce boyun eğip, güçsüzü ezen, bir güzel selama güzel bir selam ile karşılık vermekten aciz bir toplum muyuz?  Hac vazifesinden neşe ve gururla gelirken havaalanında önündeki 2 yaşındaki çocuğu itekleyen insanlar mıyız? Mevlana’yı Mevlana ruhundan eser taşımayacak bir maneviyatla (?) gezerken önündeki çocuğu göz göre göre ezen, ‘Teyzem, daha iyi görmek için çocuğu ezmeyeceksin, değil mi?’ dediğimde ters ters bakan bir toplum muyuz biz gerçekten?..

Galatasaray Adası’na gidiyorduk, annelergünü yemeğine... Teknenin gelmesini bekliyoruz iskede. Yanı başımızda bir anne-baba, 7-8 yaşlarında bir oğlan çocuğu. Ayakkabıdan, çantaya, tüm kıyafet pahalı bir marka... Belli ki iyi eğitimli, iyi bir gelir düzeyine sahip, kariyer sahibi bir çift... (Nedense belirtmek istedim; önemi var mı gerçekten?.. bilemedim.)  Çocuk soruyor:

-          Baba, tekne biletli mi, biletsiz mi?

Cevap bizi dehşete düşürüyor. Baba, çocuğun kafasına vurarak,

-           ‘Sus dedim, sana... Kes sesini!’

Anne elinde Iphone’u istifini bile bozmadan mesaj yazıyor... Tekneye biniyoruz. Çocuk binerken dengesini kaybediyor. Adam çocuğu kolundan tuttuğu gibi oturulacak yere fırlatıyor. Eşim, Oğuz’u teknenin iç tarafına doğru adeta kaçırıyor, daha fazla tanık olmasın bu dehşete diye.

Çocuk boğazda birşey gösteriyor. Baba kendinden geçiyor.

-          ‘Ben sana konuşmayacaksın demedim mi? Senin sesini bile duymaya dayanamıyorum...’

diyerek çocuğun kafasını yumruklamaya başlıyor. Çocuk da babasının kafasına yumruk atmaya çalışıyor. Küçüçük bileği bükülüyor. Anne, elinde hala Iphone’u mesaj yazmaya devam ediyor. O kadar doğal demek anne için bu durum.

Çocuk susuyor. Susuyor. Sonra elini babasının elinin üstüne koyuyor. Az önce kafasına yumruk atan o eli, bileğini büken o eli tutuyor; barış istercesine... Öylece duruyor...


Yeğenim Bengisu, tir tir titriyor; bir yandan da gözünü onlardan ayıramıyor. Teknenin iç tarafında eşim bir yandan Oğuz’a martıları gösteriyor; bir yandan beni gözlüyor. İçinden ne geçirdiğini biliyorum. Zira gecenin ilerleyen saatlerinde itiraf ediyor.

-          ‘Ebru, şimdi dayanamayıp; adama girişecek.’ dedim o anda içimden.
-          ‘Deli misin?’ diyorum.  ‘Adamın elindeki şemsiyeyi görmedin mi? Ağzımı açsam, semsiye ile girişecek bana.’ Bir de yanımda korumakla yükümlü olduğum iki çocuk var.
-          ‘Afferin akıllanmışsın.’ diyor eşim.


Bilmem, bu akıllanmak mı?..

Bilse ki artık Ebru’nun 20 yaşlarındaki idealleri yok; memleketinde biraz tırsmaya başladı zira. Geçenlerde gittiği bir konferansta ‘barış, özgürlük, demokrasi...’ diye bağıran gazetecilerin kendilerini anlamayan (?) ya da kendileri ile tamamen aynı fikirde olmayan izleyicilere (bu kişiler de profesörler, öğretim görevlileri falan) nasıl kızdıklarını, aşağıladıklarını izleyip, tırsıp, soru soramamıştı Ebru... Kimse fark etti mi, bilmem; ama o konferansta öğrenciler hiç soru sormadı, soramadı. Onlar 20 yaşlarındaydı. Bir zamanlar ben de o sıralarda 20 yaşlarındaydım ve sormaktan korkacağım hiçbir soru, belirtmekten korkacağım hiçbir düşünce yoktu. Ama ben 40’ıma geliyorum ve ülkemde yabancılaşıyorum, korkuyorum. Biliyorum ki oğlumu her gördüğünde, kendi evimizde dahil olmak üzere ‘defol git’ diyen çocuk günü gelince, bakan, milletvekili olacak... Allah ömür versin, yazacak kalemimiz, tuşlarımız kırılmasın, iletecek medyamız susmasın... ve ben o gün yeniden bu sayfayı yayınlayayım.

İnsanlar, 20’li yaşlarında 40’lı yaşlarında olduklarından daha çok ideal sahibi olurlarmış. 20’li yaşlarımda bu cümleyi okuduğumda katılmamış olsam da 40’ıma hayli yaklaştığım şu günlerde ‘susmam gerektiği zamanları öğrendim’.

Öfkeyi yönetmek...

Öfkelenmeden, Tibet’te bir rahip misali yaşamak mümkün değil. Tıpkı bizim kocaman dünyamızın bir yığın stresi ve bizim kocaman omuzlarımızın taşımakta zorlandığı bir yığın sorumluluk olduğu gibi; çocuklarımızın da minik dünyalarının bir yığın stresi, sorumluluğu var. Oyun ortamı bile malesef kimi zaman stresli bir iş hayatı gibi zorluklarla dolu olabiliyor. Dışlamalar, alaylar, şiddet, paylaşamama, haksızlık ve daha kim bilir neler neler...

-          Anlaşmazlıklarımızı biz nasıl çözüyoruz, çocuklarımıza nasıl örnek oluyoruz?
-          Öfkemizi biz nasıl yönetiyoruz, yönetiyor muyuz, çocuklarımıza nasıl örnek oluyoruz?
-          Çocuklarımızı gönderdiğimiz okullar, bu okullardaki sistem, çözüm odaklı bir ortam yaratmayı ne kadar ve nasıl sağlıyor? Bu konuda çocuklarımıza eğitici, öğretici bir alt yapı sunuyor mu? Yoksa her şey gelişine bırakılıyor, var olma mücadelesi verilen bir oyun grubunun ötesine geçmiyor mu anaokulunda geçirilen zamanlar?..


Hayatımızın bu önemli soruları; biz kendimize sorsak da, sormasak da orada. Cevabını gönül rahatlığı ile, kendimizi kandırmadan versek de vermesek de, bugün bu sorulardan kaçsak da kaçmasak da, yarın daha kocaman sorunlar olarak hep burada...


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Pekçok şeyden tırsar oldum.

İşte benim doğum hikayem...


Hep doğal doğum istedim. Daha özel diye düşündüm. ‘Bebeğim dünyaya gelirken ben de zihnen, ruhen orada olmalıyım, ona ilk merhabayı ben demeliyim.’ dedim. Zor geçen bir hamilelikten ve 7 aylıkken çıkıp gelmeye kalkan bir bebeği taşıyan bir anne adayı olduktan sonra bebeğimi sağlıkla kucağıma almaktan daha önemli hiçbir şey olmadığını anladım.

 
Hamileliğimin o son 3 gününü sanırım hayatım boyunca özleyeceğim. Nişantaşı’nda yağmur altında sırıl sıklam ıslanmak, teyzelerin ‘Ah evladım, yazık, bir de hamilesin, hemen üstünü değiştir.’ diyen sevimli tavsiyeleri... Her akşam iftar yemeklerine gitmek ve oruçlu olmadığım halde oruç tutanlardan daha fazla yemek yemek… Oğlum karnımda... Kendimi çoook özel hissetmek…

 
15 Eylül sabahı saat 9:00’da ameliyathanede olacaktık. Bir akşam önce eşim, annem-babam şahane bir yemeye gittik. Heyecanım akşamdan başlamıştı. Şiş göbeğimle, karnımda artık ‘çıkmaya hazırım’ der gibi kafasını aşağılara güm güm diye vuran, devamlı hıçkıran, kollarını gerinir gibi devamlı yanlara açan oğlumla birkaç gün daha böyle kanguru ve yavrusu misali zamana ihtiyacım vardı sanki. Gece saat 22:00’den sonra bir şey yiyip, içmem yasak... Zaten bir haftalık yemek yemiştim; ama her gece neredeyse 2 lt su içmeye alışmış bir hamile olarak ağzım kurumaya başlıyor. Heyecanım, kıpır kıpır oğlum, üstüne de susuzluk eklenince bütün gece uyuyamıyorum. Sabaha karşı salondaki kanepede 45 dakika uyuyakalmışım ki saatin alarmı çalmaya başlıyor. Göreve hazır bir asker gibi fırlıyorum kanepeden; o karınla ne kadar fırlanabiliyorsa tabi.

 
Bir aylık bir tatile gider gibi hazırlanıyoruz. 1 yastık, 1 koca valiz, bebek için bir küçük valiz, (Zira bir hafta öncesinde bebek hemşireleri ile konuşup kendi getireceğim kıyafetleri bebeğime giydirme konusunda söz almıştım.) 1 CD player, bebeğimize karnımdayken dinlediği ve daha sonra da uyurken dinleyeceği Baby Einstein serisinden klasik müzik CD’si, 1 profesyonel dijital fotoğraf makinası, 1 kompakt fotoğraf makinası, doğum için aldığımız yeni son model kameramız ve ne olur ne olmaz diye eski kameramız, epiduralin baş ağrısı yaptığı duyumu üzerine eşimin yurtdışından aldığı bir kafa masaj aleti… (ki böyle bir ağrı hiç olmayacaktı.)

 
Aldığımız doğum paketinde 3 gece kalınıyordu doğum yapacağımız hastanede. Doktorlarımız iki gecenin yeterli olduğunu söylemişlerdi; ama madem parasını verdik ‘kalalım bari’ diye bir karar almıştık. (...ki çok doğru bir kararmış. Bebeğin emmeye alışması, annenin emzirmeye alışması, bebeğin kontrolleri için daha uzun bile olabilirmiş bence.) Bunun bilincinde olmayan bir çift olarak ‘3 gün de epey uzunmuş, canımız sıkılırsa falan...’ diyerek ‘acaba yanımıza tavla alsak mı?’ diye konuşmadık değil. Sonra zar sesinin bebeği rahatsız edeceğini düşünüp vazgeçtik. Böyle biraz geyik, biraz saf ve biraz da sapşal bir noktadaymışız anlaşılan…

 
Bu kadar eşyayı yerleştirirken arabaya, yarım saat gecikmeli yola çıkınca ve üstüne hasta kayıt işlemleri de uzayınca birden her şey pek hızlı gelişiverdi. Bir hemşire son tetkikleri yapıyor, diğeri formları dolduruyor, bir diğeri koluma damar yolu açmaya çalışıyor.

Neyse doktorlarımın ikisi de burada deyip seviniyorum. Zira hamileliğimin son haftalarının klasik rüyası; ‘Doktorlarım doğuma gelmiyorlar ve beni hemşireler doğurtuyor.’ idi.

 
Ameliyathaneye alınmadan önce eşimle ayrılıyoruz. Son kamera çekimlerindeki yüzümün dehşet ifadesi görülmeye değer. ‘Şu anda elimden gelse bir kuytu köşeye kaçıp suyum gelene kadar orada bekleyeceğim ve doğal doğum yapacağım.’ diyorum. Birden ‘epidural başarısız olursa; operasyon başladığında acı hissedersem?’ diye bir korku kaplıyor içimi. Aslında belden aşağı uyuşmanın tam olup olmadığını anlamadan gerçek işleme başlanmadığını anlatmıştı doktorlarım. Ama o an, insanın hayatta en rasyonel olabildiği an değil kesinlikle. Küçük bir ihtimal de olsa epidural başarısız olursa, genel anestezi vermek zorunda kalabileceklerini söylemişlerdi önceden. O kadar çok istiyordum ki bebeğimin dünyaya ilk geliş anını görmeyi, ağlamasını duymayı, bu dünyaya geldiği anda hemen benim kucağıma gelmesini, sıcaklığını hissetmeyi... ‘Epidural başarısız bile olsa dişimi sıkıp sesimi çıkartmayacağım.’ diyorum kendi kendime. Öylesine kuvvetli ve biraz da saf (!) bir duyguydu bebeğimi karşılama isteği…

 
Böyle diyen ben, ilk epidural denemesinde o kadar ahlıyorum, ohluyorum ki bilemezsiniz. Omuriliğime incecik teller sokuluyor, her yanımı elektrik çarpıyor gibi oluyor. İkinci deneme ise başarı ile gerçekleşiyor. Epidural olanlar bilir, henüz olmayanların da kulaklarına küpe… İşlem sırasında ‘kedi duruşu’ denilen omuzlarınızı düşürdüğünüz, biraz kambur durduğunuz bir pozisyonda durmanız ve asla ama asla kımıldamamanız gerekiyor. (ki tahmin edebileceğiniz gibi hele ki ilk denemeniz ise heyecandan, korkudan, ‘Bana ne oluyor?’ merakından, sırtınıza sokulan tellerin verdiği rahatsızlık hissinden vs… aksine pek bir kımıl kımıl oluyorsunuz elde olmadan. Omuzlarımdan kımıldamayayım diye bastıran ve kollarını sıkmaktan morartmış olabileceğim hasta bakıcıya teşekkürler bu arada…


Ameliyat odasına alındığımda ‘epiduralci’ dediğim doktor, ‘Hangi müziği istersin?’ diye sorduğunda konfor beklentisi yüksek bir insan olmama rağmen şaşırıyorum. Olabileceğine hiç ihtimal vermeden ‘Ezgi'nin Günlüğü İlk Aşk albümü var mı?’ diye soruyorum. (Bizim için anlamı çok büyük bir albümdü. Değişimi, alışmayı, sevmeyi, çok uzakları anlatan, biraz Polonya, biraz İsviçre, biraz hüzün, biraz umut kokan bir albümdür.) Odanın içini Ezgi’nin Günlüğü’nün sıcacık ezgisi dolduruyor.

 
Eşim geliyor bu arada ameliyathaneye; iki fotoğraf makinası ve bir kamera ile. Doktorumla doğumdan 3 gün önceki son kontrolümde, ameliyathaneye üç ayak koyup doğumu kameraya çekme fikri konusunda anlaşamamıştık; ama doğumdan sonra hasta bakıcının video performansını izleyince ‘İkinci kamerayı 3 ayağa kurma konusunda bir parça daha ısrarcı olsaymışım keşke.’ diye düşünmedim değil.

 
Doktorlarımız giriyor içeri güle oynaya, hamilelik anılarımla dalga geçe geçe, başlamışlar beni kesmeye biçmeye...  Ben hasta bakıcıları ve eşimi ‘Sen şuradan çek. Sen bu açıdan...’ diye uzaktan kumanda etmeye başlamıştım bile... Derken doktorum ‘Şimdi bir basınç hissedeceksin karnında.’ diyor. Karnımdan birşeyi söküp çıkartıyorlar sanki... 9 aylık beraberliğimiz bebeğimle bambaşka bir boyuta geçiyor...

 
Nnnaaaaa, nnnnaaaaa diye ağlama sesleri duyuyorum önce ve ben de başlıyorum ağlamaya... Eşim yani başımda 'Ebru, şahane bir bebek....' diyor ard arda, adeta haykırıyor tüm dünyaya. Ailemizdeki romantik ve duygulu kişinin kendisi olduğunu iddia etmesine rağmen hiç mi hiç ağlamıyor. Dünyaya mutluluğunu, coşkusunu haykırıyor.

 
İddiaya girmiştik doğumdan önce; bebek saçlı mı, saçsız mı doğacak diye. (Zira ikimiz de kel bebekmişiz zamanında.) Ben ‘saçsız’ deyince, eşime de tek seçenek olan ‘saçlı bebek’ kalıyor. Tabi ki iddia bedeli Cenevre'de tatil. Hafif saçlı doğdu bebeğimiz; ne annesini, ne babasını kırdı; ‘ortaya karışık’ misali, tepesi kabak, yanları sapsarı, yüzü pembe beyaz, dudakları fiyonk gibi çıkıverdi karnımdan…

 
Şak şak şak… her bir yandan flaşlar patlıyor. Ben ağlıyorum, eşim hiç durmadan 'Ebru, şahane bir bebek bu…’ diyor ve kendisinden hiç beklenmeyecek bir şekilde ard arda fotoğraflar çekiyor... (Zira doğumdan önce o heyecanla fotoğraf falan çekemeyeceğini, eğer istiyorsam bir doğum fotoğrafçısı tutabileceğini, sonra ‘bebeğimin bir tane bile doğum fotoğrafı yok’ diye arıza çıkartmamamı, gayet açık ve net bir şekilde ifade etmişti. Ben de bu anı bir yabancının ‘Bu tarafa bakın, şöyle durun…’  diyen sesi ile bozmamak için ‘Ne olursa olsun doğum fotoğrafçısı istemiyorum.’ demiştim. Sonuçta bebeğimin doğum anının 200 civarında pozu oldu ki, bu 200 pozun fotoğrafçısı dünyanın en coşkulu, en mutlu fotoğrafçısı ‘sevgili kocam’ oldu.

 
Doktorlarımızın ikisi de birbirinden iyi, tatlı, yetenekli ve de farklı karakterli... Biri doğumun başından beri vıdı vıdı konuşuyor, benimle dalga geçiyor. İkincisi gayet ciddi, kesip biçiyor, hiç konuşmuyor… Bebeği sağlıkla çıkartır çıkartmaz onun da yüzü gülmeye başlıyor, rahatlıyor. Doktorlarımız habersiz, poz vermeden girmişler bir kareye, sevgi ile bakmışlar oğluma, oğlum dünyaya ‘merhaba’ derken. O anı yakalamış hasta bakıcı... Maalesef çok az insan mesleğinde böyle... Çok değerli bir kare benim için. Çok zor günlerimizi, umutlarımızı onlara emanet ettik ve iyi ki de Onlar’a emanet etmişiz dedik...

 

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey  + Unutulmak korkusu çöktü içime... 


Uzun bir yol vardı nehir boyunca
Derin yamaçlardan dağlara doğru
Bir çocuk bulutlara çıkardı
Gördüğü düşün kanadıyla
Saçlarında bir yaz yağmuruydu
Ellerinde nergis kokusu
Dünya inan ki bildiğin gibi değil çocuk
Bir dümensiz sancak,
Belki oyuncak bir kayık,
Leyla sensin, sevdiğin hayal değil çocuk
Eski bir sevdadır akıntıya karşı yolculuk
Geceydi, ay vardı
Bütün hayatımız uzak bir yıldızdan düşmüş gibiydi
Ellerimde bir gençlik şarkısıyla aradım eski hayalleri
Vakitsiz gelip giden trenlerde sevgili arkadaş yüzleri…
                                                               Ezginin Günlüğü