4 Aralık 2013 Çarşamba

Erken yaşta piyano eğitimi Piano education in early years Baby&You Aralık 2013 - Ocak 2014



Şöyle demiştik bu yılın ilk sayısında...

Eminim bugün kimse Chopin’i tanıyor olmazdı; eğer Chopin, küçük çocukların müzik dersinde, el ele tutuşup şarkı mırıldanıp dönmesi ve Kutu Kutu Pense’nin ötesine geçmeleri konusunda hiçbir vizyonu olmayan bir eğitim anlayışına veya anneye sahip olsaydı. Chopin’in dehası keşfedildiğinde bir okul öncesi çocuğu idi...

Oğuz, bu yıl hazırlık sınıfında. Geçen yılın 4+4 vurgunlarındanız. Grubunda tüm okulun en küçüğü; ama kaygılarımızın aksine gayet iyi adapte oldu. Bu yıl gaza gelen anne; yüzme, jimnastik, yaratıcı müzik çalışması yanında Oğuz’u okulda piyano dersine de yazdırdı.

Müzik öğretmelerimiz ile yaptığımız görüşmelerde hep ‘Ailede müzik ile ilgilenen var mı?’ sorusu karşımıza çıkıyor. Müzisyenlerin çoğu, genetik kodun etkili olduğuna inanıyor. Bizim ailemizde her ne kadar profesyonel olarak müzik ile ilgilenen olmasa da, Allah’tan ‘genetik yetenek kodu kriteri’ açısından baba tarafından yırtıyoruz bu bağlamda.

Öte yandan Japonlar’ın ünlü “Suzuki Metodu”nda, “Yetenek Yasası” diye bir kavramdan bahsediliyor. Bu yasaya göre, doğru ve erken yaşta, doğru çevresel ortamda ve doğru müzikal yöntemlerle her çocuk müzik ile eğitilebilir. Burada, müzik eğitimi alan her çocuğun, profesyonel bir müzisyen olabileceği iddiası yok elbette. Her çocuğun, kendi kapasitesi dahilinde müzikle iç içe olmalısı ve eğitim sisteminin de bunu desteklemesi gereğinden bahsediliyor.

Neden Piyano?

Tüm sanatsal aktivitelerin çocuklar üzerinde olumlu etkileri olduğu muhakkak. Piyanonun ise sahip olduğu özel yeri vurgulamak bu sayımızdaki amacımız.


Piyano sadece sanatsal zekayı değil; matematik, fizik zekasını da geliştiriyor. Piyano, son derece matematiksel bir müzik aleti. Piyano klavyesinin yapısı, beynin mantıksal işleyiş kapasitesini arttırıyor. Piyano öğrenen çocuk, gözleriyle, iki farklı sıralanışta yazılmış notaları okuyor. Sol anahtarında yazılmış notaları sağ eli ile çalarken, fa anahtarında yazılmış notaları sol eli ile çalıyor. İlerlemiş bir öğrenci, bu iki sıranın dışında, araya yazılan nota bölümlerini de görüp çalıyor.

Tüm bedenini, ama özellikle omuzdan itibaren üst kolunu, ön kolunu, bileklerini ve parmaklarını koordine ediyor. İki ayağıyla da pedalları kullanıyor. Tahmin edilebileceği gibi bu, beynin koordine ettiği oldukça karmaşık bir işlem.

Piyano eğitiminin okulöncesi çocuklarda önemi oldukça büyük. Amerika’da okulöncesi çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmada piyano - IQ (zekâ katsayısı) arasındaki çarpıcı ilişki ortaya koyulmuştur.  Wisconsin Üniversitesi’nden Dr. Frances Rauscher and California Üniversitesi’nden fizikçi Dr. Gordon tarafından iki yıl süre ile okul öncesi çocuklar üzerinde yapılan araştırmaya göre; bu dönemde piyano dersi alan çocuklar, almayanlara göre uzamsal akıl yürütme yetenekleri konusunda %34 oranında daha iyi sonuç almışlardır. 

Doğru eğitmen, doğru yöntem ve doğru materyal...

Piyano, çok emek ve malesef ciddi maliyetleri de beraberinde getiren bir enstruman. Piyanoya başlamak için ideal zaman 4-6 yaş aralığı deniliyor. (Bu demek değil ki 37 yaşındaki anne de oğlu ile beraber piyano çalmaya heves etmiyor.)

4 yaşındaki bir çocuğa ders vermek ile bir yetişkine ve hatta ergene ders vermek tamamen farklı yaklaşımlar gerektiriyor. İyi bir müzisyen, iyi bir piyanist; aynı zamanda iyi bir piyano öğretmeni demek değildir her zaman.

Her konuda olduğu gibi piyano eğitiminde de sistem, objektiflik işe profesyonellik katıyor. Bu noktada bu alandaki uluslararası kurumların sistemleri ve sınavları devreye giriyor.  Bu konuda iki uluslararası kurum var. Royal Academy ve London College of Music. Belli dönemlerde belli merkezlerde tıpkı dil eğitiminde olduğu gibi uluslararası geçerliliği olan sınavlar yapılıyor.

Seçtiğiniz merkezin, piyano öğretmeninin bu iki uluslararası sistemden birine çocuğumuzu hazırlıyor olması, işe profesyonellik getirecektir. İnanın memleketimizde her alanda olduğu gibi piyano eğitiminde de; çok ticari, sistemlerden bihaber ve umursamaz kurumlar veya özel öğretmenler ile karşılaşmak çok da zor değil malesef.

Piyanomuzu seçerken nelere dikkat ettik?

Bir moda akımı olarak düşünmedik piyano eğitimini. ‘Arkadaşlarımızın çocukları piyano çalmayı öğreniyor, bizim ne eksiğimiz var?’ diye yaklaşmadık. ‘Salonumuzda şık gözüksün...’ diye düşünmedik. (...ve hatta piyanomuzu alıp Oğuz’un odasına koyduk.)

Zaten sayfamızı takip edenler bilir. Oğuz’un çok küçüklüğünden beri müzik kulağı olduğunu düşündük. Anne kendisi bu alanda yetenekli olmasa da, yetenekli babamızın da desteği ile Oğuz’u kaliteli müzik ile beslemeye çalıştık. Akşamları reklam sesi, haber gürültüsü olacağına hep müzik sesi oldu evimizde. ‘Klasik müzikten başka bir şey dinlenilmez bizim evimizde!’ diyen bir aile de olmadık. Chopin de çaldık, Zeki Müren de, Queen’in Innuendo’su ile de coştuk; Silifke’nin Yoğurdu ile de; babamız Konyalı olunca Konyalım ile de hep beraber oynadık.

Piyano eğitimi, evde çalışmadan haftada bir, özel ders ile ciddi bir şekilde gidecek bir eğitim değil maalesef. Evimize uzun uzun araştırmalar sonucu bir Alman, akustik duvar tipi piyano aldık. Alman mekanizmalı piyanoların fiyatları biraz daha yüksek maalesef. Fiyat avantajı olsa da Uzak Doğu, piyanonun icat edildiği coğrafya değil sonuçta. Uzakdoğu piyanolarında kullanılan plastik tuşlar, mekanizma; piyanoda o tok, yumuşak, çın çın etmeyen sesi iyi markalarda bile çoğu zaman veremiyor.

Piyano almayı düşünüyorsanız, Bardakçı Kardeşler’e yolunuzu düşürün. Bütçeniz çerçevesinde piyanoları yan yana dinleyin. Aynı melodiyi çaldırın. Tınıları dinleyin. Bardakçı Kardeşler, sizi en pahalı piyanoya değil, ihtiyacınıza ve bütçenize en uygun piyanoya yönlendirecektir.

Burada nacizane tavsiyem, elektronik seçeneklere gidilmemesi. Bunlar, tuşa basıldığında, önceden kaydedilmiş sentetik dijital sesleri veren elektronik çalgılardır. Piyano ise mekanik bir çalgıdır. Tuşlara basılmasıyla harekete geçen kapsamlı bir mekanizmanın ucundaki çekicin, tellere vurmasıyla ses verir. Bu enstruman ile yakınlaşma fırsatı bulamamış pek çok kişi, tuşa basıldığında çıkan sesin sabit ve hep aynı kalitede olduğu yönünde yanlış bir fikre kapılır. Tüm akustik enstrumanlarda olduğu gibi, piyanodan da iyi ses, yani iyi bir ton kalitesi elde etmek bir ustalık ve yıllar süren teknik ve estetik gelişim ister. Sentetik ses veren dijital bir enstruman, özellikle yeni başlayan bir öğrencinin, bu kaliteden haberdar olmamasına yol açar. Bu durum, gerçek bir piyano eğitiminin en önemli unsurlarından birini ortadan kaldırmış olur. Bunun yanı sıra akustik piyanoların tuş ağırlığı yüksektir. Parmakların gelişimine, dolayısı ile ince motor gelişimine çok olumlu katkı sağlar.

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + 37 yaşında piyano öğrenmeye başladım.

Kaynaklar:
e-journal of New World Sciences Academy, 2011, Volume: 6, Number: 3, Article Number: D0064
http://www.creativityinstitute.com/howpianolessonsbenefityoungchildren.aspx


Bir yaz daha geçti, bir yaş daha büyüdük... Baby&You Ekim 2013



Bulutlu, yağsam mı yağmasam mı diyen, hüzünlü bir hava dışarıda... ve evin içinde. Oğuz okulda. Anne evde. Ev üç aydan beri ilk defa sessiz.

Bir yaz daha bitti, bir doğumgünü daha geride kaldı... Sanki daha dün elimin içinde kaybolan ayaklar epey zamandır kocaman.  Dün akşam itibarı ile ‘Aremika’ da ‘Amerika’ oluverdi. Bir ‘Amerika’ sözü gözümde buğu oldu.

Daha önceki yılların aksine doğumgünü beklenir oldu.Oğuz, doğumgününün değerini bilir oldu. Yüzün bu kadar taze, gözlerin bu kadar parlak, en güzel hediye herhangi bir oyuncak... Gün senin günün oğlum. Ultimatomlar baştan verilmişti. ‘Kıyafet falan istemiyorum, sadece hediye!’ diye net bir şekilde. Hepimiz buna uygun davrandık. Tabi ki mumları üfledikten sonra bütün suratı ile pastayı ısırmaya dalsa da, pastasından yememize izin verdi, geçen yılın aksine. Dört gözle bekledi doğumgününü... Beklediğine de değdi. Hala arkadaşlı doğumgünü safhasına henüz geçmesek de aile içinde çok ama çok keyifli bir gün oldu. ‘İki tane değil, 11 tane doğumgünü istiyorum.’

Unuttu... Yazın başında büyük bir hevesle, merakla gittiği İtalya’da, gölün içindeki yüzen havuzu unuttu. Oysa demişti ki giderken; ‘... ama gölün içinde yüzen bir havuz olamaz ki.’ Ve gördüğünde ne kadar büyülenmişti. Buz gibi havuzda yüzen sadece bizdik. O kadar soğuktu ki su, çığlık atarak atlamıştık havuza. Herkes bize gülmüştü. Diğerleri sadece ayaklarını sokmakla yetinirken benim küçük oğlum, o çivi gibi göl suyunda titreye titreye, dudakları mosmor, coşku ile yüzmüştü... Çıktığımızda yüzen iskelenin güneşli bir köşesinde kat kat havlulara bürünmüştük. ‘Sokulalım...’der benim süper kahraman oğlum. Sokulmuştuk üçümüz. Amerikalı bir teyze gelip ‘You look cosy...’ deyip fotoğrafımızı çekmek istemişti. O an hayatımızdaki en güzel, en unutulmaz anlardan biriydi. Ve unutuverdi, benim Superman’den dönüp, Iron Man olan oğlum. O çoook ama çoook beklediği tatili unutuverdi.

Atlı karıncada tam 8 kez aslana bindiğini hatırlıyor (şimdilik?)... ‘Çünkü ben de bir aslanım.’ diyerek.  Şimdi okulunca o bir Cheerful Cheetah (Ormanların en ızlı hayvanı çita). Ve bundan dolayı çoook mutlu.

Gün gelecek 8 kez bindiği aslanı, çita sınıfında olduğu için ne kadar mutlu olduğunu da unutacak. Bizim için yıllar geçtikçe çok daha değerli olacak tüm bu anılar, birer birer unutulacak. İnsanın annesine ve babasına bu kadar bağımlı, bağlı olduğu bu yılları unutmadan, bağımsız (ama inşallah hala bağlı) bir insan olması imkansız herhalde.

 
Bundan uzun uzun yıllar önce, aslında daha dün gibi bir zaman önce, bir küçük kasaba vardı; göl kenarında, dağların eteklerine sıkışmış kalmış. Adı, Spiez. Damağımızda ne güzel bir tat bırakmıştı; o yağlı, kızartma kalamar. 6 yıl sonra, dönmek nasip oldu o küçücük kasabaya... Yağlı kalamar kokusu hala değişmemişti. Bu sefer sadece tuvaletini kullanmakla yetindik; göl kıyısındaki o 20-30 yıl öncesinde yapılmış ve sanki o zamandan bu zamana hiç değişmemiş; çay bahçesi, restoran arasında gidip gelen bu yerin. Çünkü Oğuz sıkışmıştı... Yemeği atlayıp, cipsleri çantaya doldurduk. Göl üzerinde vapur turu için koştura koştura bilet aldık. Kararsız bir hava vardı yine, bugünkü gibi... Farkı insanın üzerine çökmeyen, içini huzurla dolduran. Kapkara bir bulutun altından geçerken yağmur yağdı, bulut arkamızda kaldı ve yağmur arkamızda yağmaya devam etti. Oğuz buna çoook şaşırdı. Oğuz bunu çoktan unuttu.

6 yıl önce sadece ikimiz vardık; kocaman minik oğlumun, ayağı ile kameraya el (!) sallarken gölün içine düştüğü noktada. 6 yıl sonra aynı kıyıda ıslanmış külot ve şort değiştiriyorduk. Ve en kritik konu ‘Külodun, Superman külodu olup olmadığı’ idi.


Henüz unutmadığı ‘lokumlu’ otelde döndü, bir yıldır yaşadığı kulak sıkıntıları ile biraz uzaklaştığı müzik ve dans tutkusuna... İzlediği Anadolu Ateşi gösterisinin figürlerini hala kullanıyor. Hele ki Kafkas oyununda ve davullarda ne kadar büyülendi. Ve dansöz kısmında ne kadar dudak büktü... ‘Şu sıkıcı sıkıcı kıvırtan ablalar bir gitse de, sahneye uçar gibi giren, siyah kıyafetli abiler, atlaya zıplaya yeniden dans etse.’ der gibi...Tatilde dans pistlerinin herkesi hayran bırakan yıldızı oldu. Bu hevesle okul başlar başlamaz, ek olarak yaratıcı müzik çalışması ve başlamayı heyecanla beklediğimiz piyano dersine yazıldık. Bir de jimnastik eklenip ek aktiviteler zaten devam eden yüzme ile beraber dörtlenince babamız, ‘Anne biraz fazla gaza gelmiş.’ dese de; Oğuz çok secevek ve gelişimi için çok faydalı olacak diye düşünüyoruz. Önümüzdeki ayların sizlerle paylaşacağımız konularımız da şekilleniyor böylece...

 
İyi ki doğdun aydınlık yüzlü oğlum. İyi ki bizim oğlumuz oldun. Biliyorum ki şu an unuttuklarındır seni zenginleştiren... 4 yaşını doldurduğun şu günlerde senin de korkuların, kaygıların var. Karanlıktan (ama biraz) korkuyorsun. Rüyanda  biz kahvaltı ederken seni canavarın yediğini fark etmediğim için bana kızıyorsun.

Ailenin en büyüğü olmak istiyorsun. ‘Bübü (büyükanne) 4 yaşında, ben 86 yaşındayım.’ Bir yandan da merak edip, kaygılanıyorsun. ‘Caillou’nun kuşu büyüdü, büyüdü öldü. Büyümek istemiyorum. Büyüyünce bana da Caillou’nun kuşu gibi mi olacak? Büyüyünce ne olacak? Söyle anne, söyle...

Gerçek şu ki; bilmiyorum meleğim. Sadece diliyorum ki tüm güzellikler senin olsun.Yüzün gibi aydınlık,  gözlerin gibi parlak, mutlu, sağlıklı, uzun bir hayatın olsun.

 

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Bilmediklerimin ne kadar çok olduğunu fark ettim.

Erken Yaşta Yüzme Eğitimi... Swimming Education in Early Years...



İyi yüzücülerin olmazsa olmaz özellikleri...Konsantrasyon, dinleme yeteneği ve hedefe yönelik çalışma!


1Erken yaşta yüzme eğitiminin faydaları

Yüzme, tüm temel kas gruplarının kullanıldığı, iskelet sistemini geliştiren, tüm eklemlerin çalıştırıldığı ideal bir spor dalı olmasının yanı sıra, ‘dengeli’ kas gelişimi sağlayan tek spor dalıdır.

Tüm vücudun, uyumlu bir şekilde çalışmasını gerektiren, dolayısı ile mükemmel bir şekilde koordinasyon geliştiren bir spor dalıdır.

Yüzme, gücü arttırırken esnekliği de arttırır.

Kardiyovasküler sistemi en iyi çalıştıran, ilerleyen yaşlarda çıkabilecek pek çok sağlık sorunlarına rağmen hayat boyu yapılabilecek nerede ise tek spor dalı yüzmedir.

Özellikle erken yaşta başlayan ve devam eden yüzme eğitimi fiziği düzgünleştirir.

Omurga eğriliği (skolyozu) olan çocuklar veya büyükler için en ideal spor dalı yüzmedir.

Yaralanmaların da minimum olduğu düşünüldüğünde küçük çocuklar için en ideal spor dalı yüzmedir.

Değişik yüzme tekniklerini öğrenmek ve kullanmak planlama ve sistemli düşünme gerektirir.

Zihinsel gelişimin yanında psikolojik gelişim de sağlar. Özgüven, bağımsızlık, azim duygularının gelişmesini sağlar.

Kazanılan etkin zaman yönetimi ve hedef odaklı çalışma sonucunda minik yüzücüler küçük yaşlardan itibaren sıkı çalışma ve sonuç arasındaki bağı kavrarlar. Böylece yaşam boyu her alanda ihtiyaçları olacak bir farkındalığa sahip olurlar.

Yüzme doğası itibarı ile, agresif ve rekabetçi ortamdan uzak bir şekilde öğrenilen bir spor dalıdır. (Aksi için anne-babaların veya maalesef bilinçsiz spor hocalarının çabaları olmadığı takdirde...)

Öz disiplinin küçük yaşlarda oluşmasını sağlar. Bu da havuz ve deniz sınırları dışında da miniklerimizin hayatı boyunca en çok ihtiyaçları olacak yetkinliklerden biridir.

Yüzmek mutluluk, zindelik verir. (ki buna fazlası ile katılıyorum. Malum okulların tatil olması ile beraber, yaz okulu ve dadı gibi olaylarımız da olmadığı için her gün önümüzde koca bir güne başlıyoruz. Her an da tatile gidemeyeceğimize göre (ki Oğuz hep hep otelde kalmak istiyor...) her günü tatil havasına sokmalı. TV başında bir yaz heba etmemek için değişik değişik aktiviteler bulmalı. Bu demektir ki anne, saat akşamüstü 5-6 olduğunda tükenmiş olur. Ayakta duracak halim kalmadığı bu zaman diliminin muhteşem aktivitesi tüm ailemiz için yüzmek. Kendi havuzu olan küçük bir sitede oturuyoruz. Bizden başka düzenli bir şekilde hiç bir çocuk ve aile bu imkanı kullanmıyor nedense. Hem şaşırıyorum, hem de havuz tamamen bize kaldığı için seviniyorum, ne yalan söyleyeyim.

Ayağını suya sokana kadar yorgunluktan bayılacak olan anne, yüzme ile beraber enerji doluyor. Bu bitkin zaman dilimini böylesine faydalı ve keyifli; hem fazla kilolardan ve sırt ağrılarından kurtaran, hem de Oğuz’u bu kadar mutlu eden bir aktivite ile geçirdiğimiz için hepimiz çok mutlu oluyoruz. Camdan bize bakan çocukları gördüğümde de üzülüyorum ve gerçekten anlayamıyorum. O çocuklar neden şu anda evde veya televizyon başında?..


Yüzme eğitimi nasıl veriliyor?..

Yüzme okulları 6 yaşında öğrenci kabul etmeye başlıyor. Yüzme hocaları 5,5-6 yaşından önce serbest yüzmeye çocukların kaslarının hazır olmadığını söylüyorlar. Yüzme eğitimine başlamak için ise 4 yaş en ideal zaman. Bu yaş grubunda da imkanlar dahilinde derslerin teke tek alınması en ideali.

İlk ders doğru nefes alma, suyun içinde nefes tutma çalışmaları ile başlıyor. Daha ikinci derste nefes tutma, suya dalma ve suyun altındaki ahtapot, köpek balığı, halkalar vs gibi çocuk için cazip oyuncakları havuzun dibinden çıkartma çalışmaları yapılıyor. Her seferinde daha uzağa atılan oyuncakları, baş suyun içinde yüzerek dalıp getirme şeklinde dersler devam ediyor. ‘...Aman Allah’ım Oğuz yüzüyor daha ikinci derste...’ diye mutlu oluyorum. Metin Hoca ‘Tabi biz bu aşamaya daha yüzme demiyoruz...’ diye gülüyor. Üçüncü aşama suyun üstünde durmak... Dalmak ve kafa dik şekilde çıkmak; yeniden nefes almak, tutmak ve yeniden dalmak. Havuzun kenarında elleriyle şap şap, sağ, sol diye tıpkı ritim çalışmalarına benzeyen çalışmalar  yaptırıyor Metin Hoca. Suyun üzerinde durmak için ellerini kullanmayı öğretiyor.  Bunlar, serbest yüzmenin de ilk adımları için gerekli çalışmalar.

Dördüncü derste, normal kulvarda olimpik havuzda bir uçtan diğer uca gidecekmiş Oğuz... ve... suyun içinde dönme, değişik pozisyonlara geçme çalışmaları yapacakmış. Kulvarın uzunluğuna bakıyorum. Anneannemiz olsa gözleri yaşarır ve korku ile çarpar kalbi. Zira ben sadece yutkunmakla yetiniyorum.

Dolayısı ile yüzmek sadece suda çırpınmak değil. Yüzme eğitimi son derece sistemli ve disiplinli bir şekilde, sağlam bir temel ile ellerle verilmeli. Annelerin, babaların da yüzme dersini kenardan izlemesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü öğrenilenlerin bilinçli bir şekilde tekrar edilmesi de ilerleme açısından çok önemli elbette.

Biz Enka’yı ve Metin Hoca’yı seçtik bu konuda. Özellikle öğretmenimizi çok iyi araştırdık. Ve her seferinde çok iyi bir seçim yaptığımızı bir kez daha görüp mutlu olduk.

Evimize çok yakın başka bir yüzme okulu olmasına rağmen neden İstanbul’da bu kadar mesafe kat ediyoruz bir yüzme dersi için?.. Zira pekçok arkadaşımız geçen yıl çocuklarını bu yakın okula götürmüşler ve hemen hepsi benzer olumsuz deneyimleri yaşamışlardı... Havuza anne ya da baba da mayosunu giyip çocuğu ile beraber giriyor. Dolayısı ile çocuklar anne-babanın tepesinde, kucağında, sırtında... Bağımsız olma, birey olma gibi sporun en önemli yan katkılarından birisi yaşanmamış oluyor. Anne-baba suyun içinde... Ne var ki yüzme öğretmeni ıslanmaktan pek hoşlanmasa gerek, mayo bile giymeden havuzun kenarında ‘şöyle tut, böyle tut’ diye anne, babalara komut veriyor. Suyun üstünde kalma çalışmaları da, ‘Çocuğu suya at, bak bakalım neler olacak?’ şeklinde yapılıyor. Çığlık çığlığa boğulma tehlikesi geçirenlere yüzme öğretmeni bir zahmet kenardan boğulmasın diye makarna uzatıyor. Sonuçta arkadaşlar anlatıyor: ‘Denizden, havuzdan çıkmak istemeyen çocuk sudan korkar oldu, banyoya bile çığlık çığlığa girer oldu.’ Olmasa şaşardım. Kardeşim, madem ıslanmak istemiyorsun, yüzme öğretmenliğinden başka meslek mi yok? Birşeyi öğretmek için ‘sevdirmek’ gerek, sistem gerek, çaba gerek.

Sudan korkan çocuk sendromu?

Kimse kusura bakmasın; ama miniklerimiz sudan korkarak dünyaya gelmiyorlar. Aksine zaten anne karnında 9 ay su dolu bir ortamda yaşama başlıyorlar.

Bizler maalesef kendi korkularımızı ve hatta beceriksizliklerimizi çocuklarımıza aktarıyoruz. Doğduğundan beri uygun koşullarda her gün banyo yaptırılan bir bebek sudan korkmaz. Uygun koşullar: Telaşsız bir ortam. Bir küçük bebek küveti, bir derin lavabo, su dolu bir küvet... Bebeği, sakin sakin ılık suya sokup birkaç dakika ellerinizin arasında yüzdürmek. Bizim malesef kendi ön yargılarımız veya telaşlarımız çocuklarımızı sudan korkutup kaçırıyor.

Aynı şekilde denizde de önlemlerimizi almış (güvenli, rahat bir kolluk, kolayca devrilmeyecek bir simit, vs...) veya annenin, babanın güvenli kolları içinde en sevdiği şarkıları söyleyerek, eğlenerek başlayan bir deneyim yaşayan küçük çocuk sudan korkmuyor. Çocuğumuzu deniz ile mümkün olan en erken zamanda tanıştırdığımızda, suda seveceği, eğleneceği ortamı hazırladığımızda hayatımızda su korkusu diye bir kavram olmuyor. Çocuğunuz banyoyu sevmiyorsa, denizden korkuyorsa lütfen hatırlamaya çalışın ilk deneyimi nasıl oldu?.. Banyo keyif ve rahatlama ortamı mı, yoksa zorunlu bir temizlenme savaşı olarak mı zihninde yer etti? Her hatanın bir dönüşü var... Bu olumsuz deneyimi daha fazla geç kalmadan nasıl eğlenceli ve güvenli bir deneyime dönüştürebilirsiniz?..

Tatilden dün döndük. Binbir güzel anı ile... Bol deniz, bol yüzme, Oğuz’un özüne döndüğü bol müzik, bol dans şovları ile... Hava biraz daha az sıcak olsa, bir balık misali sudan çıkmak bilmeyen Oğuz ve baba denizde, kıkır kıkır, fıkır fıkır, ‘We are the champions...’  ile sahili inletirken, anne kıyıda daha çok uyuyabilirdi belki. Belki de sahilin diğer ucundan gelen çığlıklar olmasaydı... ‘Baba, boğuluyoooruuuum, yeter baba, çıkmak istiyorum.’Avaz avaz, göz yaşları ile bir kız çırpınıyor...  İki gün sürdü bu babanın kızına yüzme öğretme (?) çabası. Satırlarımı okumayacağını tahmin ettiğim babaya sesleniyorum. ‘Sudan korkan çocuğu siz yaratıyorsunuz! Bu çocukla vakit geçirmek değil, tatil değil; sadece çocuğa zulüm!’


1Kaynak: njst.usswim.net

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Yüzmek hayatımızın en dinlendirici sporu oldu.

13 Kasım 2013 Çarşamba

Okulda Romalı askerler yürüyor, dışarıda neler oluyor?..



1 Haziran cumartesi günü, okulumuzda yıl sonu gösterisi... Haftalardır inanılmaz bir ciddiyet ile bu güne hazırlanılıyor. Oğuz, bir ‘Romalı asker’... Bir tek cümle için hazırlanıyoruz... ‘All hail the emperor!’ ‘Herkes imparatoru selamlasın!’

 
Okulumuzun güzide, güvenli dünyasında küçük Romalı askerler; kimi gururlu, kimi ürkek, kimi neşeli, kimi heyecanlı, ama hepsi birbirinden tatlı, tiyatro salonuna giriyorlar; rap, rap, rap...  Anne tiyatro salonunda koltuklarda değil. Neden mi? Benim sevgili Romalı askerim onca coşku ile çalışmasına rağmen, sınıfların önünde anne-babadan ayrılma ve hazırlanma vakti geldiğinde ‘Anneee, anneee...’ diye pantalonuma yapışıyor. ‘Ben Romalı asker olmak istemiyorum.’ diyor da başka birşey demiyor. Bir an yakamı paçamı bırakmıyor. Oğuz’un ilk deneyimi, ‘yarım bırakmak’ olmamalı. Bir anlaşma yapıyoruz; öğretmenlerimizin de desteği ile. Anne sınıfta Oğuz’u hazırlıyor. Bembeyaz köfte ayaklara beyaz Romalı asker sandaletleri giyiliyor. Kostüm ve aksesuarlar... hepsi tamam. ‘Bilmem bu şapka kafadan düşer mi? Acaba bir toka ile tuttursak mı?’ Toka bulunamıyor.

(Ve... Tabi ki tiyatro gösterisinden sonra şarkılar ve danslar sırasında şapka sahnede kafadan düşecektir. Oğuz’un gözü sahnenin yan tarafında büyük bir heyecanla bekleyen annesine kitlenecek ve şapka elinde soran gözler ile anneye bakacaktır; ‘Anne, şapkam düştü. Neden gelip takmıyorsun?’)


Oğuz sanki arkadaşlarını hayatında yeni görmüş gibi çekingen. Kaynaştırmak, havaya sokmak annenin işi. Sınıfta bir üçüncü öğretmen oluyor anne adeta. Kızlar ve oğlanlar farklarını yine hemen belli ediyorlar. Kızlar bana sandaletlerini gösterip, saçlarını düzelttirirken; oğlanlar ellerine geçen her şeyi araba ve uçak yapıp ortalıkta vınlayıp duruyorlar. Arada bir ‘Çişim geldi.’ diye yanıma gelen de olmuyor değil. Her biri ile Oğuz’u da götürüyorum ama Oğuz her seferinde ‘Çişim yok.’ deyip, tam sahneye çıkmadan önce ‘Anne, tuvalet’ diyor. Allah’tan sahnenin hemen yanına tuvalet yapmışlar. Allah bu planlamayı yapan ince akıldan razı olsun.

 
Anne ziyadesi ile yoruluyor; ama okuldaki düzeni, çocuklara saygıyı, sanki bir futbol takımını şampiyonluk maçına hazırlar gibi uygulanan motivasyon taktiklerini görünce, bu sefer gerçekten de doğru seçimi yaptığını görerek bir kez daha mutlu oluyor.

 
Ve... sahnedeyiz. Anne yan tarafta. Oğuz’un arkadaşları
-Romans!.. (Romalılar!) diye bağırıyor.

 
Öğretmeni mikrofonu Oğuz’a uzatıyor. Oğuz mikrofona bakıyor, bakıyor... Derin bir sessizlik, bizim açımızdan da gergin bir bekleyiş. Tansiyon yükseliyor. Bu çocuk ne yapacak acaba? Ve bu çocuk, ki o çocuk benim kocaman minik Romalı askerim, mikrofonu bir eli ile tutuyor, öteki el hitap için havaya kalkıyor... Tane tane, yüksek sesle ‘All hail the emperor!/Herkes imparatoru selamlasın!’ diyor. ‘İmparator’u öyle bir coşku ile, tam da babası ile çalıştıkları vurgu ile söylüyor ki bütün salon alkışkıyor. Ve...sevimli imparator sahneye minik ayaklarını vura vura giriyor... Selamlanmanın coşkusu, gururu ile.

 
Dışarıda bir yerlerde başka bir imparator (?), kocaman ayaklarını vura vura başka bir sahneye giriyor. Herkes onu alkışlamıyor. Herkes onu, bu minik imparator gibi sevimli bulmuyor. İmparator öfkeleniyor.  Geçen ayki sayfamızı okumamış olacak ki, öfkesini kontrol etmeyi bilmiyor, ‘Barış eğitimi’nden ise zaten bihaber yaşıyor.

 
Miniklerimiz böyle heyecanlı, coşkulu bir günde, anne-babalarını bu kadar gururlandırmış, içinde babamızın da olduğu bir grubu ağlatmış olmanın haklı gururu ile muhteşem bir gösteri sunuyorlar bize. Okul müdürü bir konuşma yapmış. Sahne arkasında duyamıyor tabi ki anne. Anafikir şöyle: ‘Çocuklarımızın bazıları bu sahnede ağlayabilir, sözlerini unutabilir... Ama önemli olan bu gösteri arkasında çok büyük bir çaba olmasıdır. Her bir çocuk diğerinden farklıdır ve hepsi özeldir. Bugün için çok çalıştılar ve her birini tek tek kutluyorum.’

 
‘Çaba’ ne güzel bir sözdür, çaba göstermek ne onurlu bir davranıştır; sonucu her ne olursa olsun.

Babamız iki önemli toplantısına gitmedi bu şova katılmak için. Bir gün gözlerimizi yumduğumuzda kaçırılan toplantılar, ertelenen işler değil bu günün anısı olacak kalplerimizde. İnşallah o gün geldiğinde güvenli, huzurlu bir yurt kalır miniklerimize.


O akşam için büyük planlarımız vardı.  Oğuz sorar; ‘Anne neden gitmiyoruz Taksim’e?’ Annenin doğumgünü kutlanılacaktı zira. Önce Nevizade’de erken bir akşam yemeği... Oğuz, ahtapotları midesine indirmenin hayallerini kuruyordu günlerdir. Sonra Şişhane’deki otellerin çatılarına çıkıp, ‘Ey güzel İstanbul...’ diyecektik. Karanlık, çirkinlikleri örtecek, ışıklar sanki her şeyi büyülü gösterecekti şehrimde. Ultra şık ablalar, abiler normalde 20:00’da sızmış olan, annesinin doğumgünü hatırına gece hayatına akan bu yakışıklının dansları ile eğleneceklerdi, kendi danslarını unutup. Biz birer yeşil çay veya sade bol köpüklü Türk kahvesi yudumlayacaktık muhtemelen. Gece her şeyi örtecek, ışıklar bizi büyüleyecek, eve giderkenki trafik biraz keyfimizi kaçıracaktı. Oğuz oto koltuğuna otururken ‘Eve gitmek istemiyorum. Başka gezme, başka gezme...’ diye ağlayacak, araba çalışır çalışmaz sızacaktı. Anne bir yaş daha yaşlanmış olacaktı. Karanlığın hiç bir çirkinliği örtemediği günlerde 40’ına hayli yaklaştı anne. Anne, kendi doğumgünlerini epeydir sevmezdi zaten. Doğumgünü yaklaşıyor diye strese girerdi hatta. Bu 31 Mayıs da ülkeme kapkaranlık bir anı ile çöktü işte.

 
Benim oğlum bilir ki, otoban kenarlarını yeşillendirmek, ağaçlandırmak güzeldir. Ama yok edilen ormanların yerini tutmaz o birkaç çalı, 100 yıllık ağaçların kesilmesini haklı kılmaz. Benim oğlum bilir ki 100 yılık ağaçların, 100 yıllık emeklerin çok zor korunduğu bir ülkede yaşamaktadır. Benim oğlum sorgular, ‘Haydi ipad’den araştıralım anne’, der. Benim oğlum, bir gün öğrenecek ki kendi geleceği uğruna gidemedi o akşam Taksim’e; her güzel şey vahşice katledilmesin diye. Benim oğlum bilir ‘takım tutmak’gibi değildir, imparator tutmak, bir akımı tutmak. Takımını sever insan, destekler;  iyi oynasa da kötü oynasa da, kazansa da, kaybetse de. Benim oğlum ‘Her ne olursa olsun, her ne yaparsa yapsın doğrudur.’ diye hiçbir düşüncenin arkasından gitmez.

 
Çocuklar sıcacık güvenli yataklarında uyumak yerine mitinglere götürülmez! Ama benim oğlum Ata’sının sarayına giremez, mitinglerdeki çocuklar girebilir ama. Çünkü onun annesi, 100 yıllık ağacın değerini, çalıdan gölge olmayacağını bilen bir annedir. Ateşe verilen çadırları görmezden gelemeyen, yüreği sızlayan, umursayan, sorgulayan, çocuğunu sıcacık yatağından, oyunundan alıp mitinge götürmeyen bir annenin oğludur.

 
Bülent Ortaçgil’in muhteşem şarkısı ile tamamladılar çocuklarımız şovlarını...

Oynarım seninle... Sen ne olursan ol, yeter ki ‘zalim’ olma, ‘adaletsiz’ olma. Ben, ne olursan ol oynarım seninle.

 
Su olsam, ateş olsam
Göklerdeki güneş olsam
Konuşmasam, taş olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Sus olsam, kusur olsam
Ağızdaki küfür olsam
Doğuştan esir olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Sayılmasam, kaç olsam
Topraktaki güç olsam
Aptal gibi suç olsam
Yine de oynar mısın benimle?
Benimle oynar mısın?
Benimle oynar mısın?


Çocuklarımıza oyun parkında barış eğitimi almış liderlerin yönettiği bir ülke bırakmak dileği ile...
Oyun parkında barış eğitimi almış liderleri seçebilme donanımında çocuklar yetiştirebilmek dileği ile...

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey  + Memleketimin ‘park’ anlayışının ne kadar kıt, ne kadar zavallı olduğunu fark ettim.

 

Elveda biberon, elveda gece bezi... Goodbye bottle, Goodbye diaper...



Pek geç başladık, pek sevdik, pek bir zor bıraktık biberonu... Biz artık ‘bebek’ değiliz... ‘Abi’ olduk.

Oğuz, 9 aylık olduğunda artık beşiğinin fiziki limitlerini zorlamaya başlamıştı. İçinde rahatça dönemeyecek kadar büyüyen azman oğlum, beşiğine ‘hoşçakal’ demek zorunda kaldı. Bu ayrılış gece uykusunda anneyi saat başı emmeden uykuya dalamama olarak yeni bir bağımlılık yarattı. Sonunda anneyi emmek  dışında bağlanacak, uyumasına yardım edecek başka bir arayışa başladık. (Oğuz gündüz de ziyadesi ile anneyi emen ve yemek yiyen bir bebekti.) Dişlerimiz de çıkmaya hiç niyetli olmadığından diş çürüğü korkumuz da olmayınca, ilk defa gece devam sütüne başlayalım dedik... O biberon, bu biberon, kabul etmedi Oğuz. Emziğe karşı olan anne, onu bile denedi, gece uykusunu düzene sokmak için. O denli çaresizdi anlayacağınız... Boş bir plastiği emmek Oğuz’a cazip gelmedi. Sonunda bir İsviçre ziyaretimizde Tommy Tippee marka bir biberon denedik. Şimdilerde benzerini Chicco da yaptı. Tommy Tippee, şekli anne memesine en yakın biberon olması nedeni ile bu konuda ödüllü bir marka... En büyük ödülü de Oğuz’dan aldı. Daha dükkandan çıkmadan eline aldı, bayıldı, o gün bugündür de elinden bırakmadı... 5 gece öncesine kadar... Veee bu ayrılış çook acıklı oldu.
İlk dişimiz 15 aylık patlayınca, dolayısı ile azı dişlerimiz de geç geldi. Peynire düşkünlüğümüz dişlerimiz için bir nebze olsun koruyucu oldu. Bunun yanında diş bakımımızı hep düzenli yaptık. Bütün bunlara rağmen, gece süt içmek dişlerde çürümeğe neden olabiliyor. Hem diş çürüğünü önlemek, hem gece uyanmadan uyumaya alışmak, fazlası ile uzamış biberon tutkumuza son vermemize neden oldu.

Oğuz, ne zamandır zaten gece bez takmak istemiyor, arkadaşları gibi gece de kilot giymek istiyordu. Yatma zamanı odamızda hep aynı muhabbet...
-          Bez istemiyorum, kilot istiyorum!
-          Tamam annecim. Eğer gece biberonsuz uyursan altına yapmazsın ve beze ihtiyacın olmaz. Böylece kilot giyebilirsin.
-          Bez, bez!
Pazarlık çok çabuk bitiyor; biberondan ‘bal süt’ tutkusu, kilot giyme isteğinin önüne geçiyor(du) her gece. (İçine bal koymasak da adı, Oğuz için ‘bal süt’.)

Önce beşik gitti. Sonra mama sandalyesi. Boyumuza uygun body bulunmaz oldu. Gece tulumu gitti. Stokke pusetimiz de pek bir kahrımızı çekti. Sonunda taşıma limitini doldurdu. Depoya kalktı. Gündüz bezi gitti. Bir sayıda bebeklikle tek bağımızın gece bezi ve biberon olduğunu yazmıştım. Uzuuun zaman önce... ‘Neredeyse askere bile bu çocuk biberonla gidecek.’ lafları da epey zamandır etrafta dolaşmaya başlamıştı. Oğuz, biberonu ağzına alır almaz uykuya dalıyor ve anne de rahat ediyordu, ne yalan söyleyelim. Ne anne, ne Oğuz hazırdı bu adıma.

Sonra işler çığrığından çıktı. İki biberon süt içmeden uyumaz, sonunda da bir saat sırtını sıvazlatır, şarkı söyletir oldu. Gece iki kez mutlaka uyanmaya, hepsinde süt istemeye başladı. Gerçi çeşitli defalar aradaki sütü kesmiştik; ama hastalıklar, ameliyatlar ve seyahatler bizi bu aşamada da geriye döndürmüştü malesef. Dolayısı ile sınırları hayli zorlanan 6 numara bez yetersiz kalır oldu.

Geçen akşam aniden, öncesinde hiç planlamadan, anlaşmamızı yaptık Oğuz ile... 
Yatmadan bardakta azıcık sütünü içecek, biberonda süt istemeyecek ve bütün arkadaşları gibi kilot giyecekti  gece uyurken. İtirazsız kabul etti. O gün zaten pek bir uyumlu günümüzdü. Anlaşmamız pijamamızı giyip, dişlerimizi fırçalayıp, yatağımıza yatana kadar sürdü. 15 dakika sürmesi  ile dünyanın en kısa anlaşması ünvanına aday oldu. Oğuz anlaşmayı bozsa da, anne ve baba bu sefer çok kararlıydı. Zorlu 3-4 gece ardından zafer hepimizin oldu. Ucunda biberonda süt gibi kıymetli bir şey kalmayınca gece uyanmaya lüzum da olmadı. Ama uykuya geçiş bizim ve apartman sakinleri için pek bir acılı gerçekleşti. Oğuz her şeyi denedi;  acındırmayı, bir kaplan gibi kükremeyi, pazarlık etmeyi... Babamızın da desteği ile o üç gece aşıldı. İlk gece iki saati buldu uyutma faslı. Kriz artık çözülmez noktaya gelince anne, odayı babaya devretti. (El değiştirmeyi geçiş aşamalarında tüm ailelere tavsiye ediyorum. Çünkü minik azmanlarımız anneyi daha kolay çökertebileceklerini biliyorlar malesef.) Yılmadık, vazgeçmedik. Geri dönüşü olmayacak şekilde o sevimli biberona ve bal süte ‘hoşçakal’ dedik.

-          Ben bebeğim. Süt!

-          Benim süte ihtiyacım var. Biberon bal süte ihtiyacım var. Süüt!

-          Süt beni büyütür. Süüüt!

-          Ama ben süte bayıılırııım. Biberon süte bayılırııım. Süüüüt!

-          Rahatlayamıyorum... Bal süt olmadan rahatlıyamıyorum. (Anne Oğuz’u seviyor.Bir saniye geçiyor...)

-          Yeniden rahatlayamıyorum. Süüüüüt! Beeez!

Annenin artık pek ağır kaldıramaması, Oğuz’un pek bir tehlikeli olmaya başlayan atlama hareketleri sonucu karyolamızın parmaklıklarını da en sonunda kaldırdık. Üç akşam biberonsuz uykuya dalma savaşından sonra dördüncü akşam, yatağının bu yeni hali Oğuz’u pek mutlu etti. Bir süredir zaten yatağını sevmediğini, ‘beğenmediğini’ söyleyip duruyordu; dolayısı ile bu değişiklik biraz ilgi yarattı. Gerçi sonra yine yatağının babanın yatağı kadar büyük olmamasına tepki koydu. (Nedense anne ile babanın ya da annenin yatağı değil, ‘babanın yatağı’ ya da ‘baba yatak’.)

Pek bir geç yapıyormuşuz biz bu geçişleri anlaşılan. Hep düşmesinden korkuyorduk (daha doğrusu korkuyordum) ya da  kalkıp karanlıkta tehlikeli birşeyler yapmasından... (Tabi ki yatağın yanına, yere 4 kat kuş tüyü yorgan sermeyi ihmal etmedim. Dün gece üstünü örtmeye kalkığımda yerde yorganların üstünde mışıl mışıl uyurken buldum meleğimi. Böylece önlemlerimin abartılı olduğunu düşünen babamıza karşı bir kozum daha oldu...

Dün gece, birkaç defa (azgınlık boyutuna varmadan) süt istese de huzurlu bir şekilde yattı yatağına. Işığı azalttık... Parmaklıklarımızdan kurtulduğumuz için yanına oturabildim. Üç tane Winnie hikayesi okudum. Üçüncüsü bitmemişti ki bir melek gibi uykuya dalmıştı.

Bu arada istedim ki yeğenim Bengisu gibi gece hiç tuvalete kalkmayan bir çocuk olsun; bu şekilde alıştıralım. ‘Süt içmeyinde ihtiyacı da olmaz zaten.’diye düşündüm. Oğuz, biberon umudu bitince deliksiz uyumaya başladı. Anne daha ne ister?..  Sabah kuru bir yatak tabi ki... İşte o, olmadı! Aman Allah’ım nasıl bu kadar çok çiş yapılır? Nasıl göl gibi ıslağın içinde yatıp, mışıl mışıl uyuyabilir bir insan? O yüzden gece bir kez kaldırıp tuvalete götürmeye başladık; dolayısı ile de sabahları kuru kalkmaya.

‘Buna şükür.’ diyerek bir dahaki sayıda yeni maceralarda buluşmayı diliyorum.

Oğuz’dan seçmeler

-          Merhaba keçi... Senin adın ne?

-          (Yumuşacıkbir sesle...) Ebru... Senin adın ne?

-          Benim adım da Oğuz. Tanışdığımıza teşekkürler ederim.


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + ‘Biberon’ ve ‘popodan çıkan son kuru bezi’ anı diye saklayan bir insana dönüştüm.

Barış Eğitimi... Peace Education...




‘Çocukluğum, devri hatırladığım ilk saf mekteptir.’ Atatürk


Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlı olarak 2007 yılında Barış Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi kuruldu. WINPEACE (Women’s Initiative for Peace -  Türkiye ve Yunanistan’dan Kadınların Barış Girişimi) öncülüğünde kurulan bu merkez, pekçok akademisyen ve barış gönüllüsünün özverili çabaları ile faaliyet gösteriyor.  Düzenledikleri seminerler ve eğitimler ile medyaya, öğretmenlere, annelere, gençlere, kısaca barış eğitimine katkısı olabilecek geniş tabanlara ulaşmaya çalışıyorlar. Bu amaçla, çeşitli üniversitelerde ‘Şiddet İçermeyen Eğitim’, ‘Çatışma Çözümü’ gibi dersler de verilmeye başlandı. Sınırlı da olsa yuvalarda da pilot çalışmalar yapılıyor.

Beni bu merkezle tanıştıran Boğaziçi Üniversitesi emekli öğretim görevlisi, merkezin kurucularından, hayatını insanlara yardıma adamış, her daim adalet peşinde olmuş sevgili hocam Nur Bekata Mardin’e sonsuz teşekkürler...

  

‘Barış eğimi oyun parkında başlar...’ diyerek biz de mayıs sayımızı bu konuya ayırdık.


Barış eğitimi için gerekli beceriler

(Boğaziçi Üniversitesi, Barış Kültürü ve Eğitimi Çalıştayı, 11 Mayıs 2012)

1.       Empati kurabilmek. (Kendini karşısındakinin yerine koyarak, o kişinin neler hissedebileceğini anlamak.)

2.       Ön yargılarımızın farkında olmak ve kendimizi tanımak.

3.       Tüm insanların haklarına ve doğaya saygı göstermeyi öğrenmek.

4.       Eleştirel düşünceye sahip olmak. (Çocuklarımızı araştıran, sorgulayan bir kişiliğe sahip olarak yetiştirmek, onların yanlış seçimler yapmalarına, körü körüne bir akımın peşinden gitmelerine engel olacaktır.)

5.       Aktif dinleme ve şiddetsiz iletişim becerilerini geliştirmek. (Rosenberg, 2003) Karşısındakini sadece dinleyebilmek bile öfkeyi azaltır, çatışmayı yumuşatır.

6.       Öfkeyi yönetebilmek, özür dileyebilmek, affedebilmek.

7.       Uyuşmazlık durumlarında yaratıcı çözüm yolları üretebilmek. (Çatışma çözüm becerilerine sahip olmak; sorunları herkesin çıkarlarına çözebilme yöntemleri bulabilmek.)


Peki ya çocuklarımız, barış eğitimi ile nasıl tanışıyorlar? Tanışıyorlar mı?

Barış eğitimi evde başlar, yuvada başlar, oyun parkında başlar...

Peki ya televizyonlardaki, çizgi filmlerindeki, bilgisayar oyunlarındaki ve hatta çocuk kitaplarındaki şiddet?..


Sayfamızı takip edenler bilir; Oğuz’un televizyon izlemesi, hem süre hem de izlediği programlar açısından son derece sınırlı. Mickey’nin Kulüp Evi’ni, Winnie the Pooh’u, Caillou’yu ve Pepee’yi seviyoruz. (Pepee’de bile bazı şeylerin olumsuzdan yola çıkarak öğretilmesi  bazen beni rahatsız etmiyor değil.)

Oğuz, bu yıl okula başladıktan sonra hiç bilmediği, şimdiye kadar hiçbir şekilde izlemediği, Ben10, Spiderman, Sonic ve bilumum kahramanların sevdalısı oldu. Bir oğlan çocuğu için son derece normal bir açıdan. (Barbie Bebek istese, özellikle babamız karaları bağlardı mesela.) Ama işin garip tarafı, bu karakterlerin savaşçı olduğunu, kötü ve çirkin olduklarını söylüyor ve ‘savaşın, kötü olmanın, çirkin olmanın’ özenilecek şeyler olduğunu düşünüyor.


Anlıyoruz ki evde kendi çocuğumuzu ne kadar korumaya çalışırsak çalışalım, malesef bütün çocuklar (kimse alınmasın, darılmasın) o kadar da özenle korunmuyor. Hele ki bakıcı elinde büyüyorlarsa... Bakıcı rahatça çayını, kahvesini içsin; sabahtan akşama kadar televizyon kontrolsüz bir şekilde açık kalsın. Yeter ki çocuk sessiz, uslu dursun... (Sessiz ve uslu durmuyor aslında... O ses, o kontrolsüz uyarı bombardımanı, çizgi filmlerin, haberlerin, reklamların o vahşi dünyası; acımasız, savaşçı, güç odaklı, çözüm üretemeyen büyüklerin temellerini atıyor. ‘Bu kadar basit mi?’ dedi geçende bir arkadaşım... Basit olmasa da etkisi yadsınamaz bence.


Oğuz’un erkek arkadaşlarını eve çağırdık geçenlerde. Bir çete kurmuşlar aralarında. Minik Oğlum, Superman olmuş, her biri başka bir süper kahraman. Superman, benim de çocukluğumdan beri en sevdiğim süper kahramanlardan biriydi. Bu yüzden oğlumun Superman’i seçtiğine çok sevindim. Şimdilerde Oğuz’a, Superman’in iyi bir süper kahraman olduğunu ve hep iyi insanlara yardım ettiğini anlatmaya çalışıyoruz.

-          ‘Süper Kahramanlar çok güçlüdür ve kahramanlar insanlara yardım eder.’
-          ‘Hayır, yardım etmez. O savaşııır. O kötüdüüür...’

cevabını daha az duymaya başlıyoruz. Baktık ki bir oğlan çocuğunu süper kahramanlar dünyasından uzak tutmak mümkün değil, bizim kontrolümüzde olsun istiyoruz.


Arkadaşlarından biri (...ki evimizdeki ziyarette çetenin lideri olduğunu ilk dakikalarda anladık.) bizim Oğuz’a anlattığımız ‘iyi, yardımsever süper kahraman’ yaklaşımına tamamen karşı.
Dün akşam Oğuz bu arkadaşının Winnie the Pooh’u hiç bilmediğini söyledi. Bence 4 yaşındaki bir çocuk için çok büyük kayıp. Ben bile, hatta anneannemiz bile severek izliyoruz.

Arkadaşı için çok üzüldüm, bütün savaş çizgi filmlerini bilen, diğer çocuklara anlatıp, öğreten, bakıcısının sabahtan akşama kadar televizyonun başından kaldıramadığını söylediği küçük, güzel çocuk...
Sanırım o yüzdendir ki, arkadaşları ona ilk boyun eğmediğinde, arkadaşlarına vurdu, bakıcısına vurdu, bana vurdu... hırsını alamadı, yerleri tekmeledi... Ne acı birşey ki, doğduğu günden beri ona bakan bakıcısı sadece ‘bakmak’la yetinip, ‘Bu hep böyle, inanın kollarımdaki morlukların biri geçmeden öteki başlıyor.’ demekle yetindi. Ne acı, bu kadar imkana sahip bir çocuk, ama kendisini kontrol edecek imkanı hiç bulamamış. Belki de ihtiyacı olan tek şey, o kriz anı gelmeden ona yol gösterecek bir yetişkin. O krizde yanlız bırakılmamak, arkadaşlarının arasında liderken, en güçlü o iken, öfkeyi kontrol edememenin çaresizliğine düşmemek. O zor anda tek başına olmayı küçük omuzlarında hissetmemek. Arkadaşlarının başka bir oyun oynamak istemelerini kendisine ihanet olarak görmemek.

Oğuz ve diğer çocuklar açısından da kaygı ile gözlemledim ortamı... Lider ne derse yapıyorlar, ne yapılmayacak derse yapmıyorlar.

-          ‘Araba oynanılmayacak!’

Arabalar ilk emirle bırakılıyor, diğer tüm çocuklar liderin gözünün içine bakıyor, ikinci emir ne diye?..
Toplumumuzun bir küçük örneğini gördüm o oyun gününde. Üzüldüm.

Biraz da uyumlu, kibar, saygılı çocuk yetiştirmeye çalışırken;  bu çocukların aynı zamanda lideri (?) sorgulayan, kendini ezdirmeyen, dayak yemeyen, kaydırakta küçükleri korurken, koca koca arkadaşlarının kendilerini  itip geçmesine izin vermeyen çocuklar olarak da yetişmesindeki hassas dengeyi sağlamanın zorluğu çöküverdi omuzlarıma...


Akşam eşime anlatıyorum. ‘Sen o çocuk için üzülme, kendi çocuğun için üzül, diyor. Memleket bu!..’

Biz nasıl bir toplumuz?

Bu mu gerçekten? Bizler öfkemizi kontrol edemeyen, kendi haklarımızdan başka hak tanımayan, güce boyun eğip, güçsüzü ezen, bir güzel selama güzel bir selam ile karşılık vermekten aciz bir toplum muyuz?  Hac vazifesinden neşe ve gururla gelirken havaalanında önündeki 2 yaşındaki çocuğu itekleyen insanlar mıyız? Mevlana’yı Mevlana ruhundan eser taşımayacak bir maneviyatla (?) gezerken önündeki çocuğu göz göre göre ezen, ‘Teyzem, daha iyi görmek için çocuğu ezmeyeceksin, değil mi?’ dediğimde ters ters bakan bir toplum muyuz biz gerçekten?..

Galatasaray Adası’na gidiyorduk, annelergünü yemeğine... Teknenin gelmesini bekliyoruz iskede. Yanı başımızda bir anne-baba, 7-8 yaşlarında bir oğlan çocuğu. Ayakkabıdan, çantaya, tüm kıyafet pahalı bir marka... Belli ki iyi eğitimli, iyi bir gelir düzeyine sahip, kariyer sahibi bir çift... (Nedense belirtmek istedim; önemi var mı gerçekten?.. bilemedim.)  Çocuk soruyor:

-          Baba, tekne biletli mi, biletsiz mi?

Cevap bizi dehşete düşürüyor. Baba, çocuğun kafasına vurarak,

-           ‘Sus dedim, sana... Kes sesini!’

Anne elinde Iphone’u istifini bile bozmadan mesaj yazıyor... Tekneye biniyoruz. Çocuk binerken dengesini kaybediyor. Adam çocuğu kolundan tuttuğu gibi oturulacak yere fırlatıyor. Eşim, Oğuz’u teknenin iç tarafına doğru adeta kaçırıyor, daha fazla tanık olmasın bu dehşete diye.

Çocuk boğazda birşey gösteriyor. Baba kendinden geçiyor.

-          ‘Ben sana konuşmayacaksın demedim mi? Senin sesini bile duymaya dayanamıyorum...’

diyerek çocuğun kafasını yumruklamaya başlıyor. Çocuk da babasının kafasına yumruk atmaya çalışıyor. Küçüçük bileği bükülüyor. Anne, elinde hala Iphone’u mesaj yazmaya devam ediyor. O kadar doğal demek anne için bu durum.

Çocuk susuyor. Susuyor. Sonra elini babasının elinin üstüne koyuyor. Az önce kafasına yumruk atan o eli, bileğini büken o eli tutuyor; barış istercesine... Öylece duruyor...


Yeğenim Bengisu, tir tir titriyor; bir yandan da gözünü onlardan ayıramıyor. Teknenin iç tarafında eşim bir yandan Oğuz’a martıları gösteriyor; bir yandan beni gözlüyor. İçinden ne geçirdiğini biliyorum. Zira gecenin ilerleyen saatlerinde itiraf ediyor.

-          ‘Ebru, şimdi dayanamayıp; adama girişecek.’ dedim o anda içimden.
-          ‘Deli misin?’ diyorum.  ‘Adamın elindeki şemsiyeyi görmedin mi? Ağzımı açsam, semsiye ile girişecek bana.’ Bir de yanımda korumakla yükümlü olduğum iki çocuk var.
-          ‘Afferin akıllanmışsın.’ diyor eşim.


Bilmem, bu akıllanmak mı?..

Bilse ki artık Ebru’nun 20 yaşlarındaki idealleri yok; memleketinde biraz tırsmaya başladı zira. Geçenlerde gittiği bir konferansta ‘barış, özgürlük, demokrasi...’ diye bağıran gazetecilerin kendilerini anlamayan (?) ya da kendileri ile tamamen aynı fikirde olmayan izleyicilere (bu kişiler de profesörler, öğretim görevlileri falan) nasıl kızdıklarını, aşağıladıklarını izleyip, tırsıp, soru soramamıştı Ebru... Kimse fark etti mi, bilmem; ama o konferansta öğrenciler hiç soru sormadı, soramadı. Onlar 20 yaşlarındaydı. Bir zamanlar ben de o sıralarda 20 yaşlarındaydım ve sormaktan korkacağım hiçbir soru, belirtmekten korkacağım hiçbir düşünce yoktu. Ama ben 40’ıma geliyorum ve ülkemde yabancılaşıyorum, korkuyorum. Biliyorum ki oğlumu her gördüğünde, kendi evimizde dahil olmak üzere ‘defol git’ diyen çocuk günü gelince, bakan, milletvekili olacak... Allah ömür versin, yazacak kalemimiz, tuşlarımız kırılmasın, iletecek medyamız susmasın... ve ben o gün yeniden bu sayfayı yayınlayayım.

İnsanlar, 20’li yaşlarında 40’lı yaşlarında olduklarından daha çok ideal sahibi olurlarmış. 20’li yaşlarımda bu cümleyi okuduğumda katılmamış olsam da 40’ıma hayli yaklaştığım şu günlerde ‘susmam gerektiği zamanları öğrendim’.

Öfkeyi yönetmek...

Öfkelenmeden, Tibet’te bir rahip misali yaşamak mümkün değil. Tıpkı bizim kocaman dünyamızın bir yığın stresi ve bizim kocaman omuzlarımızın taşımakta zorlandığı bir yığın sorumluluk olduğu gibi; çocuklarımızın da minik dünyalarının bir yığın stresi, sorumluluğu var. Oyun ortamı bile malesef kimi zaman stresli bir iş hayatı gibi zorluklarla dolu olabiliyor. Dışlamalar, alaylar, şiddet, paylaşamama, haksızlık ve daha kim bilir neler neler...

-          Anlaşmazlıklarımızı biz nasıl çözüyoruz, çocuklarımıza nasıl örnek oluyoruz?
-          Öfkemizi biz nasıl yönetiyoruz, yönetiyor muyuz, çocuklarımıza nasıl örnek oluyoruz?
-          Çocuklarımızı gönderdiğimiz okullar, bu okullardaki sistem, çözüm odaklı bir ortam yaratmayı ne kadar ve nasıl sağlıyor? Bu konuda çocuklarımıza eğitici, öğretici bir alt yapı sunuyor mu? Yoksa her şey gelişine bırakılıyor, var olma mücadelesi verilen bir oyun grubunun ötesine geçmiyor mu anaokulunda geçirilen zamanlar?..


Hayatımızın bu önemli soruları; biz kendimize sorsak da, sormasak da orada. Cevabını gönül rahatlığı ile, kendimizi kandırmadan versek de vermesek de, bugün bu sorulardan kaçsak da kaçmasak da, yarın daha kocaman sorunlar olarak hep burada...


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Pekçok şeyden tırsar oldum.