Bulutlu, yağsam mı
yağmasam mı diyen, hüzünlü bir hava dışarıda... ve evin içinde. Oğuz okulda.
Anne evde. Ev üç aydan beri ilk defa sessiz.
Bir yaz daha bitti,
bir doğumgünü daha geride kaldı... Sanki daha dün elimin içinde kaybolan ayaklar epey
zamandır kocaman. Dün akşam itibarı ile
‘Aremika’ da ‘Amerika’ oluverdi. Bir ‘Amerika’ sözü gözümde buğu oldu.
Daha önceki yılların aksine doğumgünü beklenir oldu.Oğuz, doğumgününün
değerini bilir oldu. Yüzün bu kadar taze, gözlerin bu kadar parlak, en güzel
hediye herhangi bir oyuncak... Gün senin günün oğlum. Ultimatomlar baştan
verilmişti. ‘Kıyafet falan istemiyorum, sadece hediye!’ diye net bir şekilde.
Hepimiz buna uygun davrandık. Tabi ki mumları üfledikten sonra bütün suratı ile
pastayı ısırmaya dalsa da, pastasından yememize izin verdi, geçen yılın aksine.
Dört gözle bekledi doğumgününü... Beklediğine de değdi. Hala arkadaşlı
doğumgünü safhasına henüz geçmesek de aile içinde çok ama çok keyifli bir gün
oldu. ‘İki tane değil, 11 tane doğumgünü
istiyorum.’
Unuttu... Yazın başında büyük
bir hevesle, merakla gittiği İtalya’da, gölün içindeki yüzen havuzu unuttu.
Oysa demişti ki giderken; ‘... ama gölün
içinde yüzen bir havuz olamaz ki.’ Ve gördüğünde ne kadar büyülenmişti. Buz
gibi havuzda yüzen sadece bizdik. O kadar soğuktu ki su, çığlık atarak
atlamıştık havuza. Herkes bize gülmüştü. Diğerleri sadece ayaklarını sokmakla
yetinirken benim küçük oğlum, o çivi gibi göl suyunda titreye titreye, dudakları
mosmor, coşku ile yüzmüştü... Çıktığımızda yüzen iskelenin güneşli bir
köşesinde kat kat havlulara bürünmüştük. ‘Sokulalım...’der benim süper kahraman
oğlum. Sokulmuştuk üçümüz. Amerikalı bir teyze gelip ‘You look cosy...’ deyip
fotoğrafımızı çekmek istemişti. O an hayatımızdaki en güzel, en unutulmaz
anlardan biriydi. Ve unutuverdi, benim Superman’den dönüp, Iron Man olan oğlum.
O çoook ama çoook beklediği tatili unutuverdi.
Atlı karıncada tam 8 kez aslana bindiğini hatırlıyor (şimdilik?)... ‘Çünkü ben de bir aslanım.’ diyerek. Şimdi okulunca o bir Cheerful Cheetah
(Ormanların en ızlı hayvanı çita). Ve bundan dolayı çoook mutlu.
Gün gelecek 8 kez bindiği aslanı, çita sınıfında olduğu için ne kadar mutlu
olduğunu da unutacak. Bizim için yıllar geçtikçe çok daha değerli olacak tüm bu
anılar, birer birer unutulacak. İnsanın annesine ve babasına bu kadar bağımlı,
bağlı olduğu bu yılları unutmadan, bağımsız (ama inşallah hala bağlı) bir insan
olması imkansız herhalde.
Bundan uzun uzun
yıllar önce, aslında daha dün gibi bir zaman önce, bir küçük kasaba vardı; göl
kenarında, dağların eteklerine sıkışmış kalmış. Adı, Spiez. Damağımızda
ne güzel bir tat bırakmıştı; o yağlı, kızartma kalamar. 6 yıl sonra, dönmek
nasip oldu o küçücük kasabaya... Yağlı kalamar kokusu hala değişmemişti. Bu
sefer sadece tuvaletini kullanmakla yetindik; göl kıyısındaki o 20-30 yıl
öncesinde yapılmış ve sanki o zamandan bu zamana hiç değişmemiş; çay bahçesi,
restoran arasında gidip gelen bu yerin. Çünkü Oğuz sıkışmıştı... Yemeği atlayıp,
cipsleri çantaya doldurduk. Göl üzerinde vapur turu için koştura koştura bilet
aldık. Kararsız bir hava vardı yine, bugünkü gibi... Farkı insanın üzerine
çökmeyen, içini huzurla dolduran. Kapkara bir bulutun altından geçerken yağmur
yağdı, bulut arkamızda kaldı ve yağmur arkamızda yağmaya devam etti. Oğuz buna
çoook şaşırdı. Oğuz bunu çoktan unuttu.
6 yıl önce sadece ikimiz vardık; kocaman minik oğlumun, ayağı ile kameraya
el (!) sallarken gölün içine düştüğü noktada. 6 yıl sonra aynı kıyıda ıslanmış
külot ve şort değiştiriyorduk. Ve en kritik konu ‘Külodun, Superman külodu olup
olmadığı’ idi.
Henüz unutmadığı ‘lokumlu’
otelde döndü, bir yıldır yaşadığı kulak sıkıntıları ile biraz uzaklaştığı müzik
ve dans tutkusuna... İzlediği Anadolu Ateşi gösterisinin figürlerini hala kullanıyor. Hele ki
Kafkas oyununda ve davullarda ne kadar büyülendi. Ve dansöz kısmında ne kadar
dudak büktü... ‘Şu sıkıcı sıkıcı kıvırtan
ablalar bir gitse de, sahneye uçar gibi giren, siyah kıyafetli abiler, atlaya
zıplaya yeniden dans etse.’ der gibi...Tatilde dans pistlerinin herkesi
hayran bırakan yıldızı oldu. Bu hevesle okul başlar başlamaz, ek olarak yaratıcı
müzik çalışması ve başlamayı heyecanla beklediğimiz piyano dersine yazıldık. Bir
de jimnastik eklenip ek aktiviteler zaten devam eden yüzme ile beraber
dörtlenince babamız, ‘Anne biraz fazla gaza gelmiş.’ dese de; Oğuz çok secevek
ve gelişimi için çok faydalı olacak diye düşünüyoruz. Önümüzdeki ayların
sizlerle paylaşacağımız konularımız da şekilleniyor böylece...
İyi ki doğdun aydınlık
yüzlü oğlum. İyi ki bizim oğlumuz oldun. Biliyorum ki şu an unuttuklarındır seni
zenginleştiren... 4 yaşını doldurduğun şu günlerde senin de korkuların,
kaygıların var. Karanlıktan (ama biraz)
korkuyorsun. Rüyanda biz kahvaltı
ederken seni canavarın yediğini fark etmediğim için bana kızıyorsun.
Ailenin en büyüğü olmak istiyorsun. ‘Bübü
(büyükanne) 4 yaşında, ben 86 yaşındayım.’ Bir yandan da merak edip, kaygılanıyorsun.
‘Caillou’nun kuşu büyüdü, büyüdü öldü. Büyümek
istemiyorum. Büyüyünce bana da Caillou’nun kuşu gibi mi olacak? Büyüyünce ne
olacak? Söyle anne, söyle...’
Gerçek şu ki; bilmiyorum meleğim. Sadece diliyorum ki tüm güzellikler senin
olsun.Yüzün gibi aydınlık, gözlerin gibi
parlak, mutlu, sağlıklı, uzun bir hayatın olsun.
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Bilmediklerimin ne kadar
çok olduğunu fark ettim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder