17 Aralık 2014 Çarşamba

Asıl çocuğun adı yok!.. Children rights in Turkey!


Çocuklar donmamış beton gibidir, üzerine ne düşse iz bırakır.
(Haim Jinott)                                                                                                                                                       


2014’te memleketimin çocukları

Çalıştırılan çocuk sayısı 1 milyonun üzerinde, bunların % 45'i tarım işçisi. Çocuk işçilerin yarısı okuluna devam edemiyor. Sokakta çalıştırılan çocuk sayısı ise yaklaşık 500 bin ve dilendirilen çocuk sayısı 10 bin.

Türkiye'de sokakta yaşayan çocuk sayısı 3 bin.

Yoksul çocuk sayısı 4,5 milyonu aştı... 4,5 milyon çocuk okula gidemiyor.
 

Türkiye’de çocuk seks kölesi sayısı 50 bine ulaştı. Son 3 yılda taciz ve tecavüze uğrayan, adli mercilere yansıyan çocuk sayısı 70 bin. Son 4 yılda ise bu davalarda yaklaşık % 400 artış gerçekleşti.

Türkiye çocuk pornografisinin en yaygın olduğu ülkelerden biri.

Bu memlekette çocuk tacizinden bir yazar mahkum oldu. Belli bir politik görüşe sahip diye nice meslektaşları tarafından koruma duvarına alındı. Metre metre resmi  binalardan sallandırıldı. Bu memlekette tacize uğrayan kız çocuğunun ‘psikolojisinin etkilenmediği’ yönünde doktor, heyet raporları alındı. Elinden alınan çocukluğun, onurun değeri; 13 yıl, 1 ay, 15 gün olarak biçildi. Psikolojik ve sağlık sorunları nedeni ile o yazar salıverildi. O, dışarıda iken 0-6 yaş arası 600 çocuk anneleri mahkum olduğu için hapishanelerde büyüyor. Bu annelerden bazıları siyasi suçlu.

İstatistik Kurumu verilerine göre Türkiye’de çocuklar suça sürüklenme, madde kullanımı gibi konularda hedef kitle haline geldi. 2013 yılında 273 bin 571 çocuk güvenlik birimlerine sevk edildi. 2012 yılına göre bu oran yaklaşık %15 arttı.

Sadece resmi verilere göre çocuklarda uyuşturucu kullanımı 99 bine ulaştı.

Son 3 yılda kaybolan çocuk sayısı 27 bin.


Son 3 yılda çocuk gelin sayısı 130 bini geçti. Daha da geçse ‘Nüfus, bedeli ne olursa olsun büyüsün.’ anlayışı ile kimsenin kılını kıpırdatmaya niyeti yok.

Diğer yandan devlet hastanelerinde çocuk bölümlerinin durumu içler acısı. Bütün iyileştirme çalışmaları bir avuç gönüllü iyi yürekli insanın didinmesi ile... Bunda bile karşılaşılan yığınlarca engel var.

Bu memlekette bir hastanede ard arda ölen bebekler karton kutulara konulup verilmedi mi anne-babaların ellerine?.. Ne oldu o doktorlar, o başhekim?..

Kimse konuşmuyor. Kimse takip etmiyor. Arada bir gündeme düşen haberler ikinci gün unutulup, unutturulup gidiyor.


Memleketimde eğitim?..

Eğitimin kalitesi açısından Türkiye’nin dünyadaki yeri konusunda üç önemli çalışma var: PİSA, TİMMS ve PIRLS. Bunlardan en yaygın olarak bilinen PİSA. 2012 sonuçlarında katılan 65 ülke arasında Türkiye okuma sınavında 41., fende 43., matematik sınavında ise 44. oldu. Bu sonuçlar OECD ülkelerinin çok altında. Öğrencilerin karmaşık ilişkiler kurmaları gereken, daha üst düzey analiz ve yorum yapmaları gereken sınavın Seviye 6 bölümünde ise öğrencilerimizin sadece %1’i başarılı.

Dünya Ekonomi Forumu’nun, 2014 Global Bilgi ve Teknoloji raporunu göre ise Türkiye okur yazarlık bakımından dünya ülkeleri arasında 67., eğitim sisteminin genel kalitesi bakımından ise 91. sırada.

Genel eğitim kriterleri değerlendirmesinde ise, Türkiye ne yazık ki; Zimbabwe, Moldovya, Vietnam, Umman, Tayland gibi dünya ekonomisinde etkin olmayan çoğu ülkenin gerisinde.

Devlet okullarındaki yabancı dil eğitimini göz önüne aldığımızda ise yazıktır harcanan yıllara, paraya, sonra yara yara iki cümle konuşamamaya... 

Öte yandan her yıl değişen eğitim sistemi, eğitim yılının ortasında değişen sınav sistemleri...

Memleketimin çocukları üzerinden yapılan ince ince hesaplar... Nasıl yüz kızarmaz, vicdan rahatsız olmaz?..


Peki 2015’e girerken biz neleri tartışıyoruz?

Zorunlu Osmanlıca, ilkokullarda zorunlu din dersi... Hatta ilkokul çocuğunun saçı, başı politika gündeminde... Ecdadının mezar taşını okuyamayan kayıp nesil?..

İlk önce ecdadına yaraşan mezarlıklar kurun. Ecdadının, memleketinin tarihi mirasına; taşına toprağına, havasına, suyuna, ormanına sahip çıkın. Özgür düşünceye, sorgulama hakkına, dünya kalitesinde eğitim alma hakkına, tertemiz bir hava soluma hakkına, sağlıklı, güvenli bir ortamda yetişme hakkına, kaliteli sağlık hizmeti alma hakkına, engelli çocukların eğitim hakkına, şu veya bu şekilde tacize uğramama hakkına, hakkı çiğnendiğinde adaletin kanatları altında olma hakkına sahip çıkın.
 

Memleketimin çocuğunun içler acısı hali, kimin gündeminde?

Umutlu yıllar!..

25 Kasım 2014 Salı

Oğuz, Barcın Höyük Arkeolojik Kazısı’nda... Oguz is in an archeological site in Barcin Hoyuk...


Oğuz ve arkadaşı geçen yıl boyunca okul bahçesinde yağmur, çamur dinlemeden karıncaları, böcekleri araştırmışlar; ağaçların dibinde kazılar yapıp, kendilerince buluntular çıkartmışlar. Oğuz’un arkadaşının anne-babası arkeolog. Öğretmenimiz de bir toplantıda Oğuz’un, arkadaşı Berent’in sınıfta anlattığı kazı hikayelerini ne büyük bir hayranlıkla dinlediğini söyleyince Koç Üniversitesi Öğretim Görevlisi Rana Özbal ve Hollanda Araştırma Enstitüsü Müdürü ve kazı başkanı Fokke Gerritsen, Barcın Höyük’te yürüttükleri kazı çalışmalarına bizi de davet ettiler. Barcın Höyük kazısı, Hollanda Araştırma Enstitüsü tarafından Bursa’nın Yenişehir ilçesindeki Barcın Köyü’ndeki höyükte 2005 yılından bu yana devam ediyor. Kazı çalışmalarından Marmara’da yerleşimin 8600 yıl öncesine kadar, yani taş devrine kadar gittiğini; çanak, çömlekçiliğin, tarım ve hayvancılığın, süt ve yoğurt üretiminin bu dönemlere kadar uzandığını öğreniyoruz.  Bunun yanı sıra  kazıda bulunan 6400 yıllık ayak izlerini henüz basına bile yansımadan görmenin heyecanını yaşıyoruz.


Sayfamızı takip edenler bilir; biz Oğuz’u yetiştirirken, ‘... vakti gelince nasıl olsa öğrenir, büyüyünce değerini anlar...’ gibi bir anlayışı benimsemedik hiç bir zaman.

Bu topraklar için herkesin dilinde ‘medeniyetlerin beşiği...’ lafları; ama o medeniyetlerin üstünde yaşamanın vermiş olduğu tarihi sorumluluğu bu alana gönül vermiş, hayatını vermiş, biliminsanlarından başka kimsenin taşıdığı yok ne yazık ki. Devlet büyükleri ‘Sürekli yok arkeolojik şey, yok çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı ile önümüze engeller koydular...’ dediği zaman kızıyoruz çok haklı olarak; ama bir aile fotoğrafı için binlerce yıllık eserlerin, heykellerin tepesine dört kişi tırmanmanın, inerken parçalanan kol bacağın farkında da değiliz, umrumuz da değil aslında.

Tarihi alanların bakımsızlığından şikayet ederiz, yurtdışına kaçırılan eserlerden dem vururuz... Kendi üstümüzde sorumluluk hissetmeyiz ama... Tarihi eserler ganidir memleketimizde, nasıl olsa her yeri eşelesen tarih çıkar; bu yüzden sıradanlaşır nedense; bir tarafı kopup düşse arkada daha çoook vardır nasıl olsa.

Geçen bayram tatilinde Kıbrıs gezimizde Salemis Antik Kenti’ne gittik. Oğuz da heykelin tepesine tırmanan ailenin verdiği ‘çok eğlenceli ve yaratıcı fotoğrafı?’ görünce öyle bir fotoğraf çektirmek istedi. Biz izin vermeyince ‘ ... ama onlar yapıyor?..’ dedi. ‘Biz çok şükür onlar değiliz, sevgili oğlum. Fotoğraf albümüne bir komik anı koymak için tarihi parçalayan bir aile değiliz. Oğuz’a gösterdik ne olduğunu aile eserin üzerinden inerken. Ailenin umru olmadı.

Bizim öyle yaratıcı bir fotoğrafımız yok albümümüzde ama, ‘torunlarımıza bu miras en iyi şekilde kalsın’ diye bir anlayışımız var. O eserleri orada sergilenir hale getirilene kadar harcanan emeğe, fedakarlığa, tarihe karşı saygımız var. Sorumluluğumuz var. Bundan yoksun yetiştirilen çocuklar bir gün başbakan, cumhurbaşkanı, inşaatçı, şantiye müdürü, vs... ve hatta devlette bu eserleri korumakla yükümlü bir göreve geldiğinde daha başka şekilde davranmasını beklemeyin. O haberlere hepimiz kızıyoruz da kendimiz ne kadar böyle bir zenginliğin üzerinde yaşamanın sorumluluğunu taşıyoruz, tartışılır.

Oğuz, arkadaşı ile kazı alanına iniyor. Ellerinde malzemeleri onlara izin verilen minik bölgede kendi minik kazılarını yapıyorlar. 8000 yıllık koca domuz dişleri, inek dişleri, insan ve hayvanlara ait kemik parçaları, çömlek parçaları toplayıp kendilerine verilen minik poşetlerde grupluyorlar. Arkadaşlarla konuşuyoruz. ‘Yaaa... insan bir kaç tanesini cebine atmaz mı?.. Anı olurdu çocuğa...’ Bugün 8000 yıllık domuz dişi anı olur ya da 2000 yıllık bir heykel tepesinde bir fotoğraf... Yarın ne kalır o çocuğun değerlerinde geriye? Çocuğuna verdiğin mesaj nedir peki?.. Düşünen az.

Ne öğrendik?..

Arkeolog olmak çok ama çok emek, sabır işi. Gerçekten çok zor şartlarda, bu işe gönül verdikleri için çalışıyorlar. ‘Her iş böyle...’ demeyin. 10 yıl boyunca 200 m2 bir alanı tıpkı zar soyar gibi katman katman, ince ince kazın. Bunu aylarca, güneşin altında ve son derece zor çalışma ve yaşama koşullarında yapın. 8000 yıllık bir minik iğnenin kırık ucunu bulabilmek için saatlerce 400 altında ter dökün. Bunun yanında bu işin bir de arka planı var; temizleme, birleştirme, tarihleme, etiketleme... Bir de yetkililerin ilgisi için uğraşma, didinme...


Oğuz, bazen bir iş çok uzun sürdüğünde, yorulduğunda, devam etmek istemediğinde, konuşuyoruz. Kazıyı hatırlıyoruz. Ne kadar sıcak olduğunu, yıllar ve yıllar sürdüğünü, ne kadar emek istediğini ve sonunda çıkan her şeyin ne kadar değerli olduğunu. Arkeologların asla ‘Sıkıldım, yoruldum...’ demediklerini, işlerini yarım bırakmadıklarını...

Artık şöyle diyor; ‘Arkeolog gibi yapmalıyım, değil mi?..’

Böyle bir fırsat tabi ki çok değerli ve ele geçmesi çok zor. Bize tanıdıkları bu fırsat için sevgili Rana Özbal’a ve Fokke Gerritsen’e çok teşekkür ediyoruz. Tarihi, arkeolojiyi çocuklarımıza anlatmak için illa ki böyle bir kazıya katılmak gerekmez elbette. Ne yazık ki bu konuda Oğuz’a daha başka nasıl akılda kalıcı, eğlenceli bir şekilde bilgi verebilirim diye araştırdığımda pek fazla yayın bulamadım. İş başa düştü ben de kendim araştırıp Oğuz için bir mini arkeoloji kitabı hazırladım.                                                             

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Küçük çocuklar için ne kadar az kaliteli yayın olduğunu fark ettim.


http://arkeolojihaber.net/tag/barcin-hoyuk

13 Ekim 2014 Pazartesi

Fair futbol mu, ‘atak’ futbol mu?.. İsviçre usulü mü, Türk usulü mü?.. Kasım 2014 Baby&You


Yaz tatilinde İsviçre’de Oğuz’u bir mini futbol kampına yazdırdık. ‘Özgüven ve Futbol’ yazımızı okuyanlar hatırlar;  oğlan çocuğunun hayatında futbolun önemini fark  edeli, bu konuya eğildik. Inter Soccer’ın mini futbol kampından notlar...


Günümüz, uzun uzun ‘fair futbol’ ve ‘kabul edilemez futbolcu davranışları’ konuşması ile başlıyor kampta. Mesajlar gayet net. Hiçbir gün atlanmıyor.

Önce topla tanışıyorlar. Topa hakim olmayı, topu yönetmeyi öğreniyorlar.

Sağ ayak topun üstünde, sol ayak topun üstünde, sağ dirsek topta, sol kulak topta, kafa topta, popo topta, karın topta...  Elene elene her oyunda bir şampiyon oluyor tabi ki. Şampiyon alkışlanıyor.

Koçun düdüğü ile herkes topunu sürmeye başlıyor. Komuta göre hızlanılıyor, yavaşlanıyor, kukaların arasından toplar geçiriliyor... Düdük çalınca az sayıdaki kukalardan birinin yanında top ayağının altında beklemek gerekiyor. Kukasız kalanlar top ellerinde, eller havada, bacaklar açık, donuyorlar. Minik futbolculardan biri topunu donan arkadaşının bacaklarının arasından geçirirse onu kurtarmış oluyor ve donan futbolcu oyuna yeniden katılıyor...

Sonra iki takıma ayrılıp, teke tek mücadeleler başlıyor. Minik futbolcular, numaraları söylenince orta sahadaki topa koşup mücadelelerini sergiliyorlar. Numaralarını unutan oluyor elbette. Ama takım arkadaşları birbirine destek olmak için işte orada.

İkinci aşamada her takımdan ikişer futbolcu, orta sahadaki topa doğru koşuyor. Paslaşmayı unutup, umursamayıp ‘tek kişilik şov’ yapanlara ‘paslaşın’ uyarısı geliyor.  ‘Paslaşmadan topu aldım, gittim karşı kaleye golümü çaktım.’ mutluluğunu yaşayamıyor paslaşmayı unutan çocuk. Koç, her daim amaçları ve kuralları hatırlatıyor. Kısa, net.

Molada topla oynamak yasak. Herkes oturup, evden getirdiği yiyeceği yemeli. Her yerde olduğu gibi burada da bu kurallara uymak istemeyen çocuklar oluyor. Fark, kuralın esnetilmesine izin verilmiyor.  ‘Kuralı koydum, ama takip etmedim.’ diye bir şey yok.

Dersin son yarım saati, 15’er dakikalık iki devreden oluşan futbol maçı... Devre arası 2 dakikalık dinlenme ve su molası. Herkes su içmek zorunda. ‘Susarsanız, canınız isterse su için.’ diye bir seçenek yok.


Şampiyon olmak ya da olmamak!..

Topa hakim olma oyunlarında şampiyon olamayıp çıkanlardan kiminin umru değil, kenardan oyunu takip ediyor; kimi kızgın ama öfkesini bir şekilde yönetiyor. Oğuz’un ise dudaklar titriyor, gözler doluyor, çaktırmadan eliyle anneyi çağırıyor. Şampiyon olamadı. Oysa 15 çocuk içinden son dörde kaldı; ama yeterli bulmuyor. Anne, ‘Oyunda kal.’ işareti yapıp hemen oradan uzaklaşıyor. Benjamin’in dedesinden bu davranışından dolayı takdir topluyor.

Gol atmak, gola engel olmak...

Maçta, Oğuz takımının gol yemesini engelliyor. Takım arkadaşları, ‘Oguz, Oguz...’ diye tezahürat yapıyor, Oğuz gururlu. ‘...Ama yine de gol atamadım!’ diyor. Oğuz’a gol atmak kadar, gol yemeği engellemenin de önemini anlatıyoruz maçın sonunda. Çünkü Oğuz, çok iyi yapabildiği pek çok güzel şeyi sıradan görür, yapamadığı bir şey olduğu zaman ise her daim fazlası ile farkındadır. ‘Farkındalık’ başka bir yazımızın konusu.

Dominique... Dominique ismi, kampta herkesin en çok duyduğu isim. Dominique de yenilmeyi, şampiyon olamamayı sevmiyor, diğer tüm çocuklar gibi aslında. Dominique, kaybedip kenara geçerken ortalığa tekmeler savuruyor. Söyleniyor. Annesi hemen kenardan yanaşıp, sırtını sıvazlıyor. ‘Çok iyiydin.’ diyor. Dominique, mola zamanlarında hep top ile oynuyor, devamlı koçtan uyarı alıyor ve oturtuluyor. Dominique maçta ya da ikili mücadelelerde iyi oynamadığını düşündüğü arkadaşları ile dalga geçiyor, arkadaşlarını itiyor...

Koç çocuğun göz hizasına iniyor. ‘Ne yaptığını gördüm. Hemen arkadaşından özür dile.’ diyor. Son derece kararlı bir sesle, bağırmadan, laga luga yapıp lafı uzatmadan. ‘Yaptım, yapmadım, dedim, demedim.’ yok.  (Bu arada koçumuz, 20’li yaşlarının başında bir üniversite öğrencisi...)

Dominique çok ama çok iyi bir futbolcu. Ama Dominique maçtan atılıyor, oyunlarda kenarda bekleme cezası alıyor. 5 dakika, 10 dakika değil saatlerce kenarda bekliyor. Ertesi gün Dominique yine kenardan izliyor. ‘Kampın parasını verdim, çocuğumu oynatacaksın.’ diye bir şey yok. Dominique’in annesi bile bunu biliyor. Dominique, öğrenmiş oluyor ki kurallar herkes için var ve oynamak istiyor ise kurallara uyacak.
 

İstanbul’umuza dönüyoruz. Bakıyoruz ki burada kurallar farklı: Kuralları kendi işine gelirse uygulayacaksın. En çok kimin sesi çıkarsa onun golü sayılır. Topu ayağında en çok kim tutarsa, en çok şutu kim atarsa, en yüksek kimin sesi çıkarsa o çok güvenli, çok iyi bir futbolcudur.

 
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + 2005 yılı Türkiye-İsviçre maçını hatırlıyorum.  Türkiye’de futbolun kuralları farklı. Anne bile bunu artık kabul ediyor.

26 Eylül 2014 Cuma

Okullar Açılırken...


 



‘90 günlük tatil...’ diye pek bir bekledi Oğuz. Okulda, ek aktivitelerde yeteri kadar yorulmuştu. Ne yalan söylemeli annenin tatilin başında biraz gözü korkttu, ama şimdi önümüzde yeni bir dönem olan ‘ilkokul’ için geri sayım başlayalı anne de üzülür oldu Oğuz’un tatili bitiyor diye....

Dün akşam İsviçre’de yaşayan arkadaşlarımızla orada okulların ne kadar rekabetten uzak ve rahat bir yaklaşım izlediklerini konuşuyorduk. Kendi zamanımızdan, oradan buradan derken anne de kendi çocukluğuna döndü....

Oğuz’un annesi eğitim sistemi konusunda sık sık hayıflanır...  Zira kendisi de pek çekmiştir eğitim sisteminden.

Oğuz’un annesi, ilkokulu İzmit’te okudu. Zira çocuk eğitimi büyük şehirde daha iyi olur anlayışı ile sayfiye yeri sayılan Tütünçiftlik’ten İzmit’e taşındı ailesi. Tütünçiftlik’teki gibi kocaman yemyeşil bir bahçesi olmayan, hap kadar betondan bir toplanma alanı olan, ama İzmit’in en iyi ilkokuluna (!) başladı, 3. sınıfta. Yıllar sonra üzülerek gördü ki Tütünçiftlik’te de o yemyeşil bahçelerden eser kalmamış, her taraf taş yığını olmuştu.

O zamanlar yaşıtlarımdan uzundum. ‘Uzun iseniz mutlaka basketbol oynamalısınız.’ gibi bir inanış vardı, o zamanlarda da. Beden eğitimi öğretmenimiz çok tatlı bir adamdı. Adını unuttum. Beni de haftasonu yapılacak basketbol takımı seçmelerine çağırmıştı. Hayatımda elime hiç basket topu almamıştım, çok heyecanlandım ve çok sevindim. Derken haftasonu geldi çattı. Öğretmenimizin gösterdiği şekilde topu sürmeye çalıştık, potadaki delikten geçirmeye çalıştık.  Sonra seçim zamanı geldi. Bir grup çocuk dizildik. Beden eğitimi öğretmenimiz ‘Sen gel, sen gel...’ diye seçimine başladı ve beni de seçti. Hayatımın en gururlu, en mutlu, en kısacık anlarından biri idi. Karşıya onun yanına geçerken; okul müdürü ‘Kalsın. Ben onu beğenmedim.’ dedi. Günler ve gecelerce ve şimdi anlıyorum ki yıllarca farkında olarak veya olmayarak bu anı düşündüm ve bir şekilde hep taşıdım. Yıllar sonra ortaokulda okul basket takımına girdim. En yakın arkadaşlarımla... Yedek kulübesinde, bazen birkaç dakika oyunun içinde... Çok da eğlendim. Dünyanın en matrak beden öğretmeni idi koçumuz, hatta arkadaşımızdı. Adını unuttum. Ama ilkokul müdürümün adını, soyadını hiç unutmadım.

Bu çok gözde ilkokulumuzda, çok iddialı bir sınıf öğretmenimiz vardı... Öğretmenin ve okulun şöyle bir anlayışı vardı: Resim, müzik, beden eğitimi gibi ders saatlerinde sınıfın başarılı, zeki adledilen çocukları (ki malesef bunlardan biri de ben idim) ayrılır; okulun bu medarı iftiarı çocuklarının kıymetli zamanı şarkı ile, boyama ile, spor ile boş yere harcanmazdı. Pek iddialı öğretmenimizin verdiği ek testler çözülürdü. Bu küçük grupta olmak bir ayrıcalıktı... Başarı, Anadolu Lisesi sınavlarında alınacak sonuç olarak tanımlanmıştı bir kez... Patates baskı yapmak veya şarkı söylemek vakit kaybı idi. Gerçi beden eğitiminde ters ve hatta düz takla atmaktan kaytarmak ve kafadan 5 almayı (yani pekiyi) garantilemiş olmaktan dolayı memnundu Oğuz’un annesi. Doğru olan buydu sanki. Yoksa koskoca öğretmenimiz böyle yapmazdı sanki...

Annenin ilkokul anıları pek coşkulu olmayınca akşamki balkon sohbetimizde ilkokul kaygısı hissedilir oldu. ‘Bir dönem kapanıyor’un ağırlığı çöktü.

Bu yeni döneme nasıl hazırlandık 90 günlük tatilde derseniz...

Yaz okuluna gitmedik. ‘Home school with Miss Ebru.’ dedi Oğuz. Ebru Öğretmen ile evde eğitim yaptık... Yazlıkta bahçede solucan kazısı yapıp, anneanneyi solucanla korkuttuk. Dede ile bahçe işleri yapıp, tavla oynadık. Scrabble  (kelime oyunu) oynadık.

Bol bol yüzdük.

Fasülye, barbunya ayıkladık, babamıza çiğ börek yaptık... Mutfağı bol bol pislettik.

Her zamanki gibi her gün düzenli kitap okuduk. Bir tek istisna bile yapmadık.

Az da olsa okuma-yazma çalışması yapıp, bol çıkartma rüşveti verdik.

Pazar, market alışverişini hep beraber yaptık. Yazlıkta pazarda, kavunu görünce ‘Bu pineapple (ananas) mı?’ dedi Oğuz. Böylece daha çok semt pazarı, daha az Macro alışverişi yapmaya karar verdik.  

İstanbul’da olduğumuz sürede bol bol arkadaş toplantısı yaptık. Zorlu Center’dan her seferinde ‘çocuklu ailenin kabusu’ sloganı ile ayrıldık.

Yazın bomba planı olarak İsviçre’de yaşayan arkadaşlarımızla evleri yaklaşık bir aylığına değiştirdik. Onlar İstanbul’un pişiren yazının keyfini çıkartırken biz de İsviçre’nin serin ve hatta kimi zaman dondurucu havasının tadını çıkarttık.

Bir hafta Intersoccer’ın minikler için futbol kampına katıldık.  (Bu başlı başına bir yazı konusu önümüzdeki dönemde.)

Dağda, köyde, şehirde devlet okullarının herkese açık birbirinden güzel parklarında oynadık. Macera parkı nasıl olur anladık.

Buz gibi göllerde, kuğularla, ördeklerle yüzdük.  Yine de İstanbul’umuzu pek özleyerek, evimize döndük.

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Anne, park tasarım uzmanı oldu.

Lütfen sevgili belediyeler, madem kendiniz araştırmıyorsunuz, bir bilene danışın. (ki Beşiktaş Belediyesi’ne bizzat içler acısı parkların halini konuşmak için sorumlu bir vatandaş olarak gitmişliğim de var. Ama sonuç yok.)

İyi ki doğdun, iyi ki doğdun, iyi ki varsın...


İyi ki doğdun, iyi ki doğdun, iyi ki varsın...

Doğum günün kutlu olsun... İyi ki varsın...

                                                                                                                              Can Bonomo

Oğuz, doğum gününün gelmesini hiç istemiyordu... Doğum günü gelince 90 günlük tatil bitmiş olacak ve ilkokula başlayacak biliyordu... Büyüyecekti... Ve de bulardan hiç birinin olmasını istemiyor; hep tatil olsun, her şey aynı kalsın, o hep küçük olsun ve babası da hep 40 yaşında kalsın istiyordu.

Gel zaman git zaman tatilin sonuna doğru bu korkular uçtu gitti sanki... Okulu, arkadaşlarını özledi. İlk defa arkadaşları ile doğumgünü kutlamak istedi. Amma velakin, ‘Evimde istiyorum, animitör falan istemiyorum, çok  ses istemiyorum...’ gibi istekleri oldu. Başka doğum günlerinde; animatörlerin, oyun tam eğlenceli iken oyunu bitirten ya da zorla sevmediği bir şeyi oynatmaya çalışan, Oğuz kaçtıkça ‘Ama sen neden konuşmuyorsun?...’ diye onu bunaltan bir görevi olduğu izlenimi edinmişti.

Futbolcu davetiyesini seçti, zarflarına koydu. Angry Bird pastasını, balonlarını ve tüm doğum günü malzemelerini kendi seçti. (Ortaya karışık misali; Mickey, Ninja Turtles, Sünger Bob, Uçaklar, Örümcek Adam konsepti yaptı.)

Son güne kadar her gün anneyi kontrol etmeyi de ihmal etmedi: ‘Anne, her şey hazır mı?’ ‘Anne, arkadaşlarım için istediğim yiyecekleri aldın  mı?’ ‘Oyun malzemelerini aldın mı?..’ Zira arkadaşları ile oynamayı planladığı binbir çeşit oyun planladı en ince ayrıntısına kadar.

Ev kalabalık bir doğumgünü için çok ideal çözüm gözükmeyince apartmanımızın altındaki çocuk odasını, boş sosyal tesisi ve bahçeyi kullanalım dedik. Akla ziyan tüm malzemeleri taşıyarak kendi doğum günü mekanımızı hazırladık. Fotoğrafçı, DJ 12 yaşındaki kuzen; kameraman dede ve teyze...

Animatör başkanı baba; yardımcı animatörler kuzen, anneanne, dede ve anne olunca...

Bir baba bir doğum günü için ancak bu kadar heyecanlanır. Davetli sayısı fazla, çocukların tüm eğlencesi kendisinin omuzları üzerinde olunca heyecanlanır elbet. Oyunların listesi yapıldı, provalar yapıldı. Bizi tanıyanlar bilir; sazlı sözlü, danslı müzikli bir aileyiz. Camdan seyreden komşular bilir ki her akşam Oğuz, Alper ikilisi şarkı, türkü söyler; çılgınlar gibi dans eder. Bu bağlamda müzik ve dans ile toparlayalım çocukları en başta dedik. Sonrasında Limbo, hulahup, tünel eşliğinde aktiviteler, çuval yarışı vs... neler neler vardı o listede...

Oyun odası, park, bahçe derken çocukları bir arada toplamak zor. Gani gani oyuncak, kostüm vs... Hepsinin sırası var. Ama çocukların sırayı beklemesi imkansız... Müzik, dans çok güzel; ama bütün çocukları bir araya toplayamıyor. Bu anda dedenin yazlıktan gelirken demirciden aldığı ‘halat’ hayat kurtarıyor. Eller kızarana kadar ve hatta kızardıktan sonra bile tüm ekip halat çekiyor. Arada bir kızaran ellere buz geliyor; ama çocuklar halat çekmeye devam etmek istiyor.

Bir anne ‘Bir doğum gününde üç kuşak halat çekildiğini ilk defa gördüm valla...’ diyor. Baba annelerin övgülerinden pek bir mutlu, Oğuz babası ile pek bir gururlu...

Ve doğum günlerinin olmazsa olmazı Piñata...

Nedir bu Piñata aşkı anlamadım gitti. Partiye geldiği anda Piñata olup olmadığını soran çocuklar bile oldu. ‘Angry Bird’ler malesef şu an anlaşılan ‘in’ olmadığı için Allah’tan önceden davranıp sipariş ile Sarı Angry Bird Piñatası getirtildi.

Oğuz şu ana kadar gittiği her doğum gününde istisnasız Piñata seremonisinden gözü yaşlı çıkmıştır; çünkü Piñata’yı en son doğum günü çocuğu patlatır. Bu sefer defalarca sordu. ‘Ben doğum günü çocuğu olduğum için ben patlatacağım değil mi?’ ‘Ama ya arkadaşlarımdan biri patlatırsa?..’

Baba anneyi uyardı. Piñata uzmanı sensin, sen organize et diye. Çocukların kontrolden çıkmaya başladığı nokta yaklaşırken ‘Haydi Piñata...’ dedik. Bahçede sağlam bir ağaç dalına astık. 25 çocuğa o Piñata nasıl dayanır? Dayanmamaya başlarken sopayı yeniden Oğuz’a verdik ve Oğuz muradına erdi, Piñata’yı patlattı. Ağacın gövdesinin dibine düşen Mini Twix, Snickers ve M&M’s’ler, lolipoplar... 25 çocuk ağacın dibine öğle bir atlıyor ki. Üst üste... Oğuz ve Mete en altta. 4 kat çocuk kaldırdım üstlerinden. Oğuz öyle bir ağlıyor ki, zannettim bir yeri kırıldı. ‘M&M’s alamadım.’ diye ağlıyormuş. Bir yandan da dehşetle çikolataları toplamaya devam ediyor. İki dakika sona hiç kimsenin umrunda değil ne topladığı; ama o an var olma amacı sanki Piñata...

Can Bonomo’nun o güzel şarkısı ile üfledik mumlarımızı... Ve her pastada olduğu gibi çatal, bıçak, servis falan beklemeden tüm yüzümüz pastanın içinde ilk lokmamıza daldık... Anneler ne düşündü bilmem ama çocuklar pek bir güldü... 

Geriye ne kaldı derseniz? Oğuz’un gözünde daha da kahramanlaşan, Oğuz’un mutluluğu ve annelerin övgüleri ile gururlu bir baba...

Oğluma... ‘Elbet unutacaksın bu muhteşem günü bir gün... Daha ne güzel günleri çooktan unutmuş olduğun gibi. Ama umarım bu günün duygusu ve coşkusu kalsın geriye sende...’


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Usta bir doğum günü organizatörü oldum.

5 Haziran 2014 Perşembe

Özgüven Devrimi... Confidency Revolution...


Özgüvenli insan yetiştiren bir toplum muyuz acaba? Ve... her şeyden önemlisi özgüveni nasıl tanımlıyoruz acaba?..

 İçinde ‘özgüven’ konusu geçen yazıları taradım. Çocuk eğitimi-gelişimi yazılarının dışında, büyüklerin önemli hayatlarından, memleket, dünya  meselelerinden bahseden yazıları. İki konu dikkatimi çekti. İlki genel olarak özgüvenin tanımında anlaşamadığımız:  ‘Özgüveni’ ‘ötekine  göre, başkasına karşı ...’ diye gördüğümüzü fark ettim. İkincisi de ülkemizde bir ‘özgüven devrimi’ yaşanıyormuş. Fark edememiş olduğumu fark ettim.

Koca koca yazarları, politikacıları kendi hallerine bırakalım, bizim konumuz olan sevgili çocuklarımıza bakalım... Dışarıda vahşi bir ‘güven’ patlaması var, nasıl korunalım?

Özgüven ne demek (değil)?..

§  Karşısındaki insandan daha güçlü olduğunu düşünmek, değil.

§  Karşısındakine (daha) zayıf, (daha) başarısız olduğunu hissettirmek değil.

§  Karşısındakini fırsatı yakaladığında ezebilmek değil.

§  Arkadaşının başarısızlığından mutlu olmak değil.

§  Kendini dev aynasında görmek değil.

§  Kalabalık bir gruptaki en yırtık kişi olmak; en çok, en etkili, en yüksek sesle konuşan olmak değil.

§  Kasıla kasıla yürümek; en havalı olmak veya olmaya çalışmak değil.

§  Büyük, küçük, güçlü, güçsüz herkese kafa tutabilmek değil.

§  Saygısızlığı, hak ihlalini normalleştirmek yolunda azimli olmak değil.

§  Her şeyi öncelikle kendi hakkı olarak görmek değil. (Bu hak; oyuncak olur, salıncak sırası olur, trafik kuralı olur, kamu malı olur...)

Geçenlerde Oğuz ile parktaydık...

3 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir oğlan çocuğu, bakıcısı ile geldi parka. Bakıcının çantasından bir makinalı tüfek çıktı. Çocuğun eline tutuşturuldu. Çocuk herkesi tarıyor. Oğuz, bisikletini kenara koydu. Yere çöktü, taşlar ile oynuyor. Oğuz’un yanına geldi; Oğuz’un elindeki taşları almaya çalışıyor. Oğuz’un hiç bir zaman paylaşmama problemi olmadı. Aksine elindekine sahip olma, elinden zorla bir şey aldırmama konusundaki çalışmalarımız son sürat devam ediyor. Oğuz yardım ister gibi bana bakıyor, bir yandan da avcunu sımsıkı kapıyor. Çocuk bütün gücü ile Oğuz’un avcunu açmaya çalışıyor.

-          ‘Ver taşları bana!’

Anlaşılan çalışmalarımızda kat etmemiz gereken daha çok uzun bir yol var ki Oğuz, ‘Hayır, ben oynuyorum. Elimden alamazsın.’ vb sözler söylemiyor. Oğlan, Oğuz’un yarısı. Oğlan, Oğuz’u paralayacak! İki adım ötede bakıcı, sessiz sakin, serin havanın tadını çıkartıyor. Artık oğlumun yardım isteyen maviş gözlerine dayanamayıp çömeliyorum yanlarına.

-          ‘Ama arkadaşının elinden zorla bir şey almamalısın.’

-          ‘İstiyorum, versin!’

-          ‘Oynamak istiyorsan, ‘Beraber oynayalım mı?’ diye sorabilirsin.’

-          ‘Beraber istemiyorum. Ver taşı.’

-          ‘...Bak ama senin gibi tatlı bir çocuğa hiç yakışmıyor...’

Baktım, tatlı dil işe yaramıyor, bakıcının kayıtsızlığı kanımı kurutuyor ve itiraf edeyim ki, o güzel yüz o kadar da tatlı gelmemeye başlıyor... Net ve sakin bir şekilde;

-          ‘Hayır, böyle davranamazsın!’ diyorum. ‘İstersen sen de kendi taşını bul...’

Çocuk Oğuz’u paralayacak. ‘Hayır vuramazsın!’ 3 yaşındaki çocuğun karşısında çaresiz kalıyorum. Bakıcı iki metre ötede, hala serin havanın tadını çıkartıyor.

Çocuk bana öfke dolu gözlerle bakıyor. Yerden otomatik tüfeğini alıp beni tarıyor.

-          ‘Sen öldün.’ diyor.

-          ‘Hayır, ölmedim.’ diyorum.

-          ‘Sen öldün, bisiklet de benim.’ diyor ve bisiklete doğru yürüyor.

-          ‘Hayır, bisikleti alamazsın.’ diyorum.

-          ‘Alırım.’ diyor.

Sakin (?) kararlılığımı fark edip uzaklaşıyor bizden ve gidip kaydırağın dibindeki kızlardan birinin kafasına bir tane indiriyor. Bana bir tane indirmekti isteği fark ediyorum; ama gücü yetmeyince ‘gücü yetene’ seçeneğini kullandı. Böyle bir seçeneği olduğunu hiç öğrenmemiş olmalıydı. Kızın anneannesi fırlıyor yandan. Bakıcı bir zahmet kımıldanıyor...

-          ‘Vurmadı, vurmadı, sevdi.’  (!!!!)

Anneanne kızı alıp uzaklaşıyor. Oğuz’a içimden de olsa kızamıyorum; kendisinin yarısı bir çocuğa karşı kendini koruyamadığı için. Benim kanım dondu, bu güzel yüzlü, minik çocuk karşısında. Elbet bu güzel yüzle doğdu; ama bu davranışlar ile doğmadı. Bu davranışı bir yerlerde gördü, öğrendi, kim bilir belki takdir gördü.

Bakıcının yerine parkta annesi ya da babası olsaydı çocuğun ne derlerdi acaba?

‘Oğlum, ne kadar güçlü. İki katı çocuğun elinden kaptı taşları. Kadın ne diyeceğini şaşırdı. Sen de oğluna taşına sahip çıkmayı öğreteydin?’ mi derdi acaba... Yoksa özür dileyip, özür diletip doğrunun ne olduğunu mu gösterirlerdi oğullarına. Sanırım hayal kuruyorum. Zaten bu çocuk, ikinci senaryoda bu şekilde davranmayı hiç öğrenmemiş olurdu. Muhtemelen de öyle olsaydı, parka otomatik tüfek ile gelmez idi; çünkü böyle bir oyuncak ona hiç alınmamış olurdu.

Arkadaşlara anlattım ‘Vaaay, çocuktaki özgüvene bak!’ dediler... Güzel memleketimdeki ‘özgüven devrimi’ bu olsa gerek. 

...Oysa özgüvenin tanımında ‘karşısındakine göre, başkasına karşı’ diye bir şey yok. Özün, kendin; ne hissediyorsun kendinle ilgili? Yalnızken, etkilemen gereken insanlar yokken, gece yatağına yattığın zaman, aynaya tek başına baktığın zaman...


Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Çocukların ne kadar zor bir dünyası olduğunu anladım (ya da hatırladım...)