‘90 günlük tatil...’ diye pek bir bekledi Oğuz. Okulda, ek
aktivitelerde yeteri kadar yorulmuştu. Ne yalan söylemeli annenin tatilin
başında biraz gözü korkttu, ama şimdi önümüzde yeni bir dönem olan ‘ilkokul’
için geri sayım başlayalı anne de üzülür oldu Oğuz’un tatili bitiyor diye....
Dün akşam İsviçre’de yaşayan arkadaşlarımızla orada okulların ne
kadar rekabetten uzak ve rahat bir yaklaşım izlediklerini konuşuyorduk. Kendi
zamanımızdan, oradan buradan derken anne de kendi çocukluğuna döndü....
Oğuz’un annesi eğitim sistemi konusunda sık
sık hayıflanır... Zira kendisi de pek
çekmiştir eğitim sisteminden.
Oğuz’un annesi, ilkokulu İzmit’te okudu. Zira çocuk eğitimi büyük şehirde daha iyi
olur anlayışı ile sayfiye yeri sayılan Tütünçiftlik’ten İzmit’e taşındı ailesi.
Tütünçiftlik’teki gibi kocaman yemyeşil bir bahçesi olmayan, hap kadar betondan
bir toplanma alanı olan, ama İzmit’in en iyi ilkokuluna (!) başladı, 3. sınıfta.
Yıllar sonra üzülerek gördü ki Tütünçiftlik’te de o yemyeşil bahçelerden eser
kalmamış, her taraf taş yığını olmuştu.
O zamanlar yaşıtlarımdan uzundum.
‘Uzun iseniz mutlaka basketbol oynamalısınız.’ gibi bir inanış vardı, o
zamanlarda da. Beden eğitimi öğretmenimiz çok tatlı bir adamdı. Adını unuttum.
Beni de haftasonu yapılacak basketbol takımı seçmelerine çağırmıştı. Hayatımda
elime hiç basket topu almamıştım, çok heyecanlandım ve çok sevindim. Derken
haftasonu geldi çattı. Öğretmenimizin gösterdiği şekilde topu sürmeye çalıştık,
potadaki delikten geçirmeye çalıştık. Sonra seçim zamanı geldi. Bir grup çocuk
dizildik. Beden eğitimi öğretmenimiz ‘Sen gel, sen gel...’ diye seçimine
başladı ve beni de seçti. Hayatımın en gururlu, en mutlu, en kısacık anlarından
biri idi. Karşıya onun yanına geçerken; okul müdürü ‘Kalsın. Ben onu
beğenmedim.’ dedi. Günler ve gecelerce ve şimdi anlıyorum ki yıllarca farkında
olarak veya olmayarak bu anı düşündüm ve bir şekilde hep taşıdım. Yıllar sonra
ortaokulda okul basket takımına girdim. En yakın arkadaşlarımla... Yedek
kulübesinde, bazen birkaç dakika oyunun içinde... Çok da eğlendim. Dünyanın en
matrak beden öğretmeni idi koçumuz, hatta arkadaşımızdı. Adını unuttum. Ama
ilkokul müdürümün adını, soyadını hiç unutmadım.
Bu çok gözde ilkokulumuzda, çok iddialı bir sınıf
öğretmenimiz vardı... Öğretmenin ve okulun şöyle bir anlayışı vardı: Resim,
müzik, beden eğitimi gibi ders saatlerinde sınıfın başarılı, zeki adledilen
çocukları (ki malesef bunlardan biri de ben idim) ayrılır; okulun bu medarı
iftiarı çocuklarının kıymetli zamanı şarkı ile, boyama ile, spor ile boş yere
harcanmazdı. Pek iddialı öğretmenimizin verdiği ek testler çözülürdü. Bu küçük
grupta olmak bir ayrıcalıktı... Başarı, Anadolu Lisesi sınavlarında alınacak
sonuç olarak tanımlanmıştı bir kez... Patates baskı yapmak veya şarkı söylemek
vakit kaybı idi. Gerçi beden eğitiminde ters ve hatta düz takla atmaktan
kaytarmak ve kafadan 5 almayı (yani pekiyi) garantilemiş olmaktan dolayı
memnundu Oğuz’un annesi. Doğru olan buydu sanki. Yoksa koskoca öğretmenimiz
böyle yapmazdı sanki...
Annenin ilkokul anıları pek coşkulu olmayınca akşamki
balkon sohbetimizde ilkokul kaygısı hissedilir oldu. ‘Bir dönem kapanıyor’un
ağırlığı çöktü.
Bu yeni döneme nasıl hazırlandık 90 günlük tatilde derseniz...
Yaz okuluna gitmedik. ‘Home school with Miss
Ebru.’ dedi Oğuz. Ebru Öğretmen ile evde eğitim yaptık... Yazlıkta bahçede
solucan kazısı yapıp, anneanneyi solucanla korkuttuk. Dede ile bahçe işleri
yapıp, tavla oynadık. Scrabble (kelime
oyunu) oynadık.
Bol bol yüzdük.
Fasülye, barbunya ayıkladık, babamıza çiğ
börek yaptık... Mutfağı bol bol pislettik.
Her zamanki gibi her gün düzenli kitap okuduk.
Bir tek istisna bile yapmadık.
Az da olsa okuma-yazma çalışması yapıp, bol
çıkartma rüşveti verdik.
Pazar, market alışverişini hep beraber yaptık.
Yazlıkta pazarda, kavunu görünce ‘Bu pineapple (ananas) mı?’ dedi Oğuz. Böylece
daha çok semt pazarı, daha az Macro alışverişi yapmaya karar verdik.
İstanbul’da olduğumuz sürede bol bol arkadaş
toplantısı yaptık. Zorlu Center’dan her seferinde ‘çocuklu ailenin kabusu’
sloganı ile ayrıldık.
Yazın bomba planı olarak İsviçre’de yaşayan
arkadaşlarımızla evleri yaklaşık bir aylığına değiştirdik. Onlar İstanbul’un
pişiren yazının keyfini çıkartırken biz de İsviçre’nin serin ve hatta kimi
zaman dondurucu havasının tadını çıkarttık.
Bir hafta Intersoccer’ın minikler için futbol
kampına katıldık. (Bu başlı başına bir
yazı konusu önümüzdeki dönemde.)
Dağda, köyde, şehirde devlet okullarının
herkese açık birbirinden güzel parklarında oynadık. Macera parkı nasıl olur
anladık.
Buz gibi göllerde, kuğularla, ördeklerle
yüzdük. Yine de İstanbul’umuzu pek
özleyerek, evimize döndük.
Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Anne,
park tasarım uzmanı oldu.
Lütfen sevgili
belediyeler, madem kendiniz araştırmıyorsunuz, bir bilene danışın. (ki Beşiktaş
Belediyesi’ne bizzat içler acısı parkların halini konuşmak için sorumlu bir
vatandaş olarak gitmişliğim de var. Ama sonuç yok.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder