27 Mart 2018 Salı

Why Starting Bilingual Education in Pre-School (Mother, Baby and Child Magazine, August 2017)


Research shows that the early years of brain development are of critical importance. “How early is early childhood?” The answer is alarming.  By age three, about 85 percent of the wiring in children’s brains has already been formed.

So... The question is not “Is it too early to start bilingual education?” anymore, because you can be late but never too early!

Look at some bilingual, even multilingual families which we have a lot especially in Dubai. Mother is a native English speaker, father is French, grandmother is from Spain, Germany or Italy… The children being in a natural bilingual family grow to speak perfectly two or even three languages. Being in a natural bilingual family, for sure, gives a lot of advantages for the children in a bilingual academic life and later in life.

Advantages of bilingual education

Being bilingual leads to greater opportunities over all throughout life. Dual language programs provide students a broader world-view, opportunity to integrate with different cultures and equip them with great adaptation skills.

Research shows that bilinguals score higher on tests involving creative thinking, abstract reasoning skills and problem-solving. 

Early reading skills tend to come more easily to bilingual children. They develop a better understanding of language usage.

Early bilingual training increases a child’s ability to focus on mental tasks.  

Children who start second language in pre-school can benefit from dual language curriculum. 

Some studies have also found that the aging of the brain is slower.



Are there really no disadvantages for the bilingual child?

Research backs me up regarding the advantages of starting bilingual education in early years. When we look at the other side, the personal experience walks the talk…

We are a Turkish family moved to Dubai two years ago. My son was 6 years old back then and he was coming from a Turkish education system with English as a foreign language. He read at the age of 4 and started primary school at age 5. It was a shock for the school administrations in Dubai that he already finished Grade 1 (Year 2), when he was just 6 years old.

Being a family who likes and seeks challenges and thanks to the amazing welcome and professionalism of the Swiss Management, we selected Swiss International Scientific School of Dubai and registered him for Grade 2 in the French-English bilingual program two years ago. (He did not know a word in French back then.)

And comes the learnings…

Learning a language as a foreign language and using that language in an academic program are not the same. It is like throwing your child who cannot swim to an ocean without a life jacket and encourage him not to sunk.

Unfortunately, when a child reaches the primary years, almost all of the brain wiring has been completed and after the age of 3, new language acquisition does not come by just being in the environment.

On the other hand, you need to learn the language quickly and catch up with the academics. Here comes the “Silent” or “Nonverbal” Period when a child is first exposed to a second language. With the demands of the academic program this period can be even longer than expected. You need to provide emotional support for your child and extra support for the language.



The key is resilience! Being in and out, try and give it a break, let’s wait and see approach does not help.

Studies say that advantages of being in a bilingual system only become measurable in children with steady and advanced development in two languages. 

In our case it was a brand new, truly multilingual setting. We always speak Turkish at home and encourage him not to lose his proficiency in Turkish. On one hand being in a Swiss School, in French-English bilingual stream with a vigorous academic program, on the other hand six hours of Arabic have been quite challenging on him and on the whole family as well. Fortunately, he loved the challenge and his school.


Bilingual, multilingual education requires strong dedication and commitment, but all the hard work is worth it.


Children should play, children must play; why not starting bilingual when they just play?...

This is the only time just by being in the environment they can learn the language, before the pressures of the academic life begin. I can see a living research center in our school and I am fascinated by what I see.

You are never too early to start being bilingual, but you may easily be late…


15 Mayıs 2017 Pazartesi

2017-2018 eğitim yılında minikleri neler bekliyor?... What are the expectations from the 2017-2018 education year?


Milli Eğitim Bakanlığı twitter hesabından duyurdu: ‘Yazma eğitiminde önümüzdeki yıl (2017-2018) bitişik eğik el yazısıyla öğrenim yerine dik temel harfler kullanılacak.’ Bakalım Türk çocuğunu 2017-2018 eğitim yılında neler bekleyecek?..

Araştırdım, öğrendim, önemli noktaları paylaşmadan edemedim:

Harflerin gruplardaki yerleri...

Öğrendim ki okuma-yazma eğitiminde alfabe 6 gruba ayrılmış. Örneğin 1. harf grubundaki sesler ‘e, l, a, t’ iken yeni sistemde ‘e, l, a, n’ olmuş. Yani bunlar okunuşu ve yazılışı ilk olarak öğretilecek harf grubu imiş.

Bu bağlamda üzülerek memleketimin sevgili miniklerine duyururum ki ‘Ece, teli, telle, telle Ece telle.’ cümlesini veya benzerlerini defalarca yazmaktan kaçış yok. Bu sefer ‘Ece, nalı nalla, nalla Ece nalla.’ olabilir diye tahmin ediyorum. ‘Daha da yaratıcı cümleler olabilir mi?’ diye merakla bekliyorum. Ayrıca c sesi 5. grupta gözüküyorken nasıl oluyor da bütün cümlelerde Ece karakterinden kurtulamıyoruz. Fransız sistemindeki Alex ve Zoe ikilisinin çakma hali Ece ve Efe karakterlerini her cümleye katma ihtiyacı, 5. gruptaki c sesini ve 6. gruptaki f sesini karakterlerimizin isimlerinde olmalarından doğan torpille, yazı eğitimin başlarına taşıyıvermiş.

Yazılışı değişen harfler... Eskiden kendinden sonraki ses ile birleşirken artık birleşmeyen, eskiden birleşmezken artık birleşen büyük harfler...

f ve r harflerinin yazılışı değişmiş. s ve ş da değişti diyorlar ama baktım baktım değişikliği anlayamadım.

Büyük harflere olmuş olan. Birleşenler birleşmez, birleşmeyenler birleşir olmuş.

‘T çok cool; hiç kimse ile birleşmez!’ derdi Oğuz, el yazısı saatlerini eğlenceli hale getirmeye çalışırken. Şimdi T sesinin artık ‘cool’ olması yasaklanmış, kendisinden sonraki ses ile birleşir olmuş. D, F, N, P, V sesleri ise kendisinden sonraki sese bağlanmayıp tek başına takılan ‘cool’ gruba geçmiş. Sakın ola birleştirme, yanarsın!

Kılavuz çizgisinin boyutları...

Bir de kılavuz çizgisi diye bir şey varmış; onun da boyutu değişmiş. (Dış iki çizgi arası 1,7 cm, orta boşluk 7 mm, üst ve alt boşlukları 5mm olan satır ölçüleri kullanılabilir imiş artık!) Yak eski defterleri, çünkü onlar artık boyut dışı! Aç ihaleleri, bas yeni defterleri!

Yeni harflerin, yeni bağlantı modelleri ile yazılabileceği satır aralarındaki boşluklar böyle iken, Türkiye’nin son PISA 2016 boy ölçüsü 72 ülke arasında 50. sıra olmuş.

Kalem tutuşundaki altın oran...

Dünyanın sıcak ucunda biz ilkokul 3. sınıfta ‘kodlama’ ünitemize geçtik. 6 hafta kodlama ve robotics konularını işleyeceğiz. Fibonacci dizisini öğreniyoruz. Fibonacci dizisinde sayılar kendisinden önceki sayı ile toplanarak devam eder. Bu sayılar birbirleri ile oranlandığında altın orana gittikçe yaklaşan bir dizi elde edilir. Altın oran denilen 1,618 sayısı doğada, sanatta, hayatın pekçok alanında görülen ve estetik ile bağdaştırılan bir sayıdır.

Türk eğitim sisteminde ise başka bir ilginç oran kendini gösterir. Başparmak, işaret parmağı ve orta parmağın kalemle buluşma noktasını belirleyen oran. Bu altın oran, o kadar önemlidir ki okulöncesi ve 1. sınıfın kazanımları arasında vazgeçilmez bir yeri vardır. Her Türk çocuğunun da orta parmak üzerinde bu oranın hesaplama noktasını gösteren bir nasırı vardır.

Pedagogların çocuklarımızın altın yılları olarak adlandırdığı 3-6 yaş arası, bu oran hesapları ile geçer. Kazanım büyüktür; zira Türk insanından başka hiçbir millet doğru düzgün kalem tutmayı bilmez. Çocuklar nasıl rahat ediyorsa o şekilde tutar kalemi.

2018’de kork bizden Singapur!

Yeni müfredat değişiklikleri ile PİSA 2018’de memleketimin atılım planladığı haberini aldığımız için mutluyuz, umutluyuz.

Gözüme çarpanlar... Atatürk’ün doğum yeri, yılı, anne-baba bilgisi gibi bilgilerin küçük beyinler için fazlası ile yeterli olduğu düşünülmüş.

Çocukların hayatında işine yaramayacak bilgiler programdan çıkartılmış. Kurbağanın sindirim sistemi ‘hayat boyu işe yaramayacak bilgiler’ kapsamına örnek olarak gösterilmiş. Evrim teoremi çıkartılmış. Cihad kavramı küçük beyinler için önemli bir kavram olarak düşünülmüş ki ilköğretim programına dahil edilmiş. Bunun yanı sıra 3 yaşından itibaren 15 Temmuz kutlamaları müfredata konmuş. İlkokul 1’den itibaren de konu olarak okutulacakmış.

İnternette şöyle bir gezindim. ‘15 Temmuz Panoları’ diye bir konsept çıkmış. Yüzlerce pano örneği, bu konuda şiir-resim yarışmaları, tiyatro gösterileri almış başını gitmiş.

Anladığım kadarı ile Rönesans’ı hala öğrenmiyoruz; ki Osmanlı’nın çöküşünü hazırlayan faktörler; doğal sınırlara ulaşmak, Yeniçeri isyanları bağlamlarından çok fazla uzaklaşmasın.

Yakın tarihimiz daha ayrıntılı olarak öğretilecekmiş. Ne güzel. Yakın tarihin tarih aralığını öğrenebilir miyiz?... Bu bağlamda Türkiye’nin atlattığı ekonomik krizler programa konmuş. Ama bu krizlerin içinde 2008 krizi diye bir şey yokmuş.

Herkese iyi tatiller... Biz Fransızca Mevlana şiirlerine ve kodlama konumuza dönelim... İslam dersimizin müfredatına Mevlana’yı eklettirmiş olmaktan mutlu olalım.

El yazısı, eğik yazı; temel harfler, dik yazı! Goodbye to Cursive writing in Turkish Education System, once again!


Milli Eğitim Bakanlığı twitter hesabından duyurdu: ‘Yazma eğitiminde önümüzdeki yıl (2017-2018) bitişik eğik el yazısıyla öğrenim yerine, dik temel harfler kullanılacaktır.’

Ferman el yazısı ise, bütün harfler bitişik ve sağa doğru eğik olacak! Yok ferman, temel harfler ile yazı ise rüzgarda sallanan dallar misali harfler kat’a sağa veya sola yatmadan, elektrik direkleri misali dim dik olacak!

Son 11 yıldır memleketimin minik elleri, bitişik, sağa eğik el yazısı ile yazmayı öğrendiler. Yazı hayatının (kitap, dergi, gazete, internet) tamamına yakını temel dik harflerden oluşurken, okumayı bile illa ki bitişik, sağa yatık el yazısı ile öğrendiler. Bu büyük hedef doğrultusunda milyonlarca yeni hece, hikaye, okul kitabı basıldı. Dik temel harflerle yazılı metinleri şakır şakır okuyarak ilkokula başlayan çocuklar okumuyor kabul edildi.

Merak ediyorum...

2017-2018 eğitim-öğretim yılında cümle hala, ‘Ece teli telle, telle Ece telle, Ece Lal el ele.’ mi olacak acaba? Dün bu cümle 10 kez sağa yatık bitişik el yazısı ile yazılıyordu, bugün de. Yarın dik temel harflerle de aynı cümle mi yazılacak 10 kere acaba, farklı cümle mi?

Zira açıklama şöyle idi: e, c, l ve t harfleri kıvrımlarından dolayı en kolay öğrenilen, en çok kullanılan ve bitişik el yazısında birbirine en kolay bağlanan harfler olduğu için, başlarda sadece içinde bu harfler geçen hecelerin, kelimelerin ve cümlelerin yazılması ve okunması öğretiliyor. Zaman ilerledikçe bu harflere kolay bağlanan sesler ekleniyor.

Anlam kaygısı hak getire! Anlam bağlantısı olmasa da olur, yeter ki yazarken seslerin kıvrımları birbirine kolayca eklene!

Önümüzdeki yıl ne olacak?... Harfler artık özgür, birleşmek zorunda değil! İlkokul 1. sınıftan beklenen kazanımlar, satırdan milimetrik de olsa aşağı veya yukarı kaymamak, harfleri alt ve üst çizgiler arasına illa ki milimetrik sığdırmak mı olacak hala?...

Yoksa bir umut; harflerin şekilleri ile beraber minik zihinler de özgürleşecek mi? Böyle bir plan, proje, istek var mı acaba?... Memleketimin minikleri temel dik harflerle herhangi bir konuda kendi cümlelerini, paragraflarını, hikayelerini, fikirlerini yazmayı öğrenecekler mi 2017-2018 eğitim-öğretim yılında acaba?...

Bahar tatilimizin ilk haftasında babamızın memleketi Konya’ya gittik. Türkiye’de okullar devam ediyordu tabi. Akşamüstü kuzenlerinin uzun uzun ödev zamanından sonra Oğuz kısacık bir süre de olsa onlarla oynamanın keyfini çıkardı. Oğuz’un kuzenlerinin biri 3. sınıfa, diğeri 1. sınıfa gidiyor. Çocuklar ödevlerini yaparken onları izleme, defter ve kitaplarını inceleme fırsatım oldu.

İkisinin de okul çantası kütük gibi. İçerisinde kitaplar, defterler, test kitapları, ek test kitapları...

3. sınıftaki Ceyda, haftasonu bile deneme sınavlarına gidiyor.

Sayfalar dolusu, defterler dolusu yazmışlar ve yazmışlar. Öğretmen okumuş, onlar yazmış. ‘Burada ne anlatıyor?’ diyorum. ‘Bilmem...’ diyor. Ama sayfalar dolusu yazmış ve de inci gibi bir el yazısı ile yazmış.

Test kitaplarını açıyor, testlerini yapıyor. Sonra aynı test sorularını ve tüm şıklarını el yazısı ile defterine geçirip bir de defterinde işaretliyor. ‘Bu neden doğru cevap?’ diyorum. ‘Bilmeeeem...’ diyor.

Kompozisyonu, yaratıcı hikayeyi, ikna metinleri yazmayı, bilimkurgu ya da bilimsel metin yazmayı geçtim... Defterlerinde kendi düşüncesini ifade ettiği bir tek paragraf, kendi kurduğu cümlelerden oluşan bir kaç satır, kendi yaptığı bir tanım, öğrendiği bilgi ile hayatı birleştirdiği bir küçük çalışma yok. Verilen ödev, kitaptaki konu sayfalarını inci gibi el yazısı ile deftere aynen geçirmek. Düşünmekle vakit kaybetmeye gerek yok. Testlerde hızlı olan kazanır.

Kendi çocukluğumu hatırladım. Öğretmenimiz, sosyal ya da fen bilgileri kitabında çizdiği yerleri derste okur, biz de aynı yerlerin altını kendi kitaplarımızda çizer, sonra da ödev olarak defterlerimize yazardık temel dik harfler ile. Milli Eğitim sistemimizin pek çok çocuğuna armağanı nasırlı ve sola doğru biraz yamulmuş bir orta parmaktır zira.  Bizim zamanımızda el yazısı ‘güzel yazı dersi’ adı altında 3. sınıfta öğretilirdi.

Harf Devrimi kabul edileli 89 yıl olmuş... Memleketim hala ilkokullarda yazının hangi tarafa eğik, ne taraftan birleşik, dik mi değil mi olduğunu konuşarak vaktini geçirirmiş. Bir üst uzman kurul kurulmuş. Daha basit, yeni bir el yazısı icat etmek için çalışacaklarmış. Eski bakan onu ister, yeni bakan bunu ister, bir o yana, bir bu yana... Kim bilir bir sonraki bakan ne der?... 

Kıssadan iki hisse...

El yazısı ile hazırlanmış milyonlarca müfredat kitabı, hikaye kitabı ne olacak?... Tabi ki şimdi temel, dik harflerle yenileri hazırlanıp basılacak. ‘O matbaacı ben olmak isterdim.’ demeyen var mı aramızda?

Oğuz ile dün okul dönüşünde arabada konuşuyorduk.
‘Anne, biliyor musun 1. sınıftayken çok komik bir şey olmuştu. Mustafa öğretmene sormuştu. Normal harflerle okumayı-yazmayı ne zaman öğreneceğiz?’ diye. Öğretmenimiz de ‘3.sınıfta!’ demişti.

Ağlanacak halimize gülelim, başka ne gelir elden?...

17 Nisan 2017 Pazartesi

Özgüvenli çocuk yetiştirme sanatı... The Art of Raising a Confident Child...


Özgüven konusuna iki yıl önce uzun uzun deyinmiştik. Konu bu kadar önemli ve tanımı bu kadar karışık olunca anneler için kısa bir değerlendirme hazırladık.

Her bir maddeye, gönül rahatlığı ile bir tık koyabiliyor muyuz?.. Test, sınav kelimeleri çoğu zaman ürkütücü ve pek de sevimli değil, o yüzden adına ‘değerlendirme’ dedik .Pedagoglara neden gideriz? Amerika’yı yeniden keşfetmek  için değil aslında, sadece silkinmek için. Bu ayki yazıda biraz terleyelim biraz silkinelim, daha keyifli yazılarda önümüzdeki aylarda buluşalım istedik...


§  Olumlu bir ev yaşamımız var mı? Ev yaşamında çocuğumuzun sınırlarını tanımladık mı?
Sınırlar bugünden yarına, meşguliyetimize ya da ruh halimize göre değişiyor mu? Örneğin
bugün i-pad, TV yasak ya da sadece 1 saat, başka bir gün 5 saat ya da bütün gün oluyor mu?  

§  Çocuğumuzdan beklentilerimiz onun yetenekleri ve kapasitesine uygun mu? Yoksa
çocuğumuz okulun bir türlü keşfedilmemiş dahisi mi?

§  Çocuğumuzun yetersizlikleri bizde gerginlik yaratıyor mu? Geri bildirim vermeyi hepimiz
pek bir seviyoruz da, çocuğumuza genelde yetersizliklerinden mi bahsediyoruz, yoksa
başarılarılarından mı, başarıya götüren yollardan mı?

§  Başarıyla sonuçlanmasa da çabasını takdir edebiliyor muyuz? Başarılar, birincilikler, takdir, şampiyonluklar unutulur gider belki bir gün; ama çaba sarfetmeyi öğrenmek ömür boyu kalır. Ya çaba ile, alın teri ile gösterilen gelişim,  ilerleme?.. Takdir edilmesi gereken süreç ve gelişimdir. Ya bir sonraki adım için yüreklendirme?... Mücadeleci bir çocuk yetiştirmek, yetiştirirken de o küçücük yüreği yıpratmamak ne zor bir dengedir aslında!

§  Çocuğumuz için yaptığımız işlerin listesini bir çıkartsak, nasıl da uzar gider o liste... O listenin bu kadar uzun olması bizim ne kadar fedakar bir anne olduğumuzdan çok, çocuğumuza ne kadar az sorumluluk veren bir anne olduğumuzu gösterir. O listenin uzunluğu çocuğumuzun gelişimi önünde uzayıp giden engellerdir aslında. Her Türk annesi bu konuda aldanmıştır defalarca ve aldanacaktır da. Uzak uzak diyarlarda, onlarca farklı memleketten çocuklarla Türk çocuklarını kıyasladığımda, bence Türk çocuğunun onlardan geri kalan tek yanı çantasını hazırlayan, her gün dört dolanıp okulda unutulanları toplayan, yatağını yapan, legolarını, kitaplarını yerleştiren bir Türk annesi olmasıdır.

§  Annem hep der ki... ‘Ayağınıza taş dolaşmasın, emekleriniz zayi olmasın...’ Ayağımıza taş dolaşır, tökezleriz, düşeriz, ağlarız, kimi zaman içimize atarız. O taşlar hep olacak, o güzel ayaklara takılacak, o güzel yürekler üzülecek, gözlerden yaşlar akacak ve malesef bazı emekler boşa gitmiş (gitmiş gibi) olacak. O taşları yoldan kaldıramayız, yollardan birini temizlesek bir diğer engel çıkacak çocuklarımızın önünde. Sırf bu hafta çocuğumuz adına hangi sorunları çözmeye kalktık, çözdüğümüzü sandık? Hangilerinde onun çözüm bulmasına yardımcı olduk, alternatif çözümler üzerinde düşünmesi için yol gösterdik? Kaç akşam yemeğini zorla ağzına yemek tıkıştırma, son lokma kavgaları yerine karşılıklı ailecek günümüzü paylaştığımız bir zaman dilimi olarak geçirdik?  

§  Başladığı işi bitirmesi konusunda motive etmeli, destek olmalı ve örnek oluşturmalı. Biz başladığı işi bitirmeyen bir anne-baba isek, armudun çok da uzağa düşmesini beklemek hayalperestlik olur. Bizim başladığımız işleri bitirmemek konusunda inanarak savunduğumuz nedenlerimiz varken, onların nedenleri olmayacağını düşünmek naiflik olur. Öte yandan biz çok planlı, sonuç odaklı insanlarsak ve çocuğumuz başladığı işi bitirmek konusunda sıkıntı çekiyorsa; bu noktada çocuklarımız için yaptığımız işler listesine geri dönüp kısaltmaya başlamanın zamanı geldi de geçiyor demektir. Çocuklarımız kendi kendine yetebildiğini hissetmeli. Evde düzenli olarak belli konularda sorumluluk almalı. Daha da önemlisi aldığı sorumlulukları yerine getirip getirmediğini takip etmeliyiz. Yoksa başladığı işi bitirmediği başka bir alan daha yaratmış olmaz mıyız?

§  Konuşmaya başladığında onu sonuna kadar dinlemek, onun kendini anlatmak konusundaki motivasyonunu artıracaktır, kendisini ifade etmesini öğrenecektir. Eğer çocuk ailesi içinde sesini duyuramıyorsa, malesef okulda sesini yıpratıcı yollardan duyurma yoluna sapabilir. Kendisine ve başkalarına zarar verebilir. Hatta zorba rolünü üstlenebilir. Bizim kültürümüzde zorbalık ve özgüven pek sık karıştırılır. Bu nokta geldiğinde acaba biz ‘çocuğum hareketli, akıllı, güvenli çocuk, sınırlandırılmayı sevmiyor...’ gibi aldanışlara düşen bir anne-baba mıyız? Yoksa alarm zillerinin çaldığını duyuyor muyuz?

§  Çocuğumuz haklı olduğunda haklılığını vurgulamalıyız, haksız olduğunda hatalarını ve nasıl düzeltebileceğini konuşmalıyız. Adalet duygusu çocukların sonradan kazanacağını umduğumuz bir duygu olmamalı, otomatik olarak gelişeceği aldanışına kapılmamalıyız. Peki bizim adalet duygumuz var mı? Yoksa her şey bizim çocuğumuzun mu hakkı?.. 

§  Biz çocuğumuza karşı hata yaptığımızda ondan özür dileyemiyorsak, biz başkalarından özür dilemeyen insanlarsak, çocuğumuzdan özür dileyebilmesini nasıl bekleriz? Biz çocuklarımızın özür dileyebilen insanlar olmasını istiyor muyuz gerçekten, ama gerçekten?.. Yoksa ne yaparlarsa yapsınlar, dimdik yürüyen birer minik efe mi olmaları hoşumuza gidiyor?..  Özgüvenli çocuk tanımımız bu mu?..

§  Çocuğumuza kendi kararlarını verebilmesi, seçimler yapabilmesi için fırsatlar yaratıyor muyuz? Sorumluluk sahibi olmasını bekliyoruz çocuklarımızdan; ama seçim hakkı olmadan sorumluluk duygusu yeşermez. Seçim hakkı olmayan çocuklar kendini değerli hissetmez. Kendini değerli hissetmeyen çocuk başkasına değer vermez ve sesini başka şekillerde duyurmaya çalışır. Ve bu şekiller çoğu zaman sağlıklı olmaz. 

§  Çocuğumuzun hayatında spor, müzik ve sanat dallarından biri var mı? Spor enerjinin sağlıklı bir şekilde harcanmasını sağlar, disiplin sağlar. Müzik, sanat güzelliklerden zevk almayı öğretir, kendini ifade imkanı sağlar, çocuğun ruhunu dinlendirir. Yeter ki seçilen alanda  harcanan emek daldan dala konma şeklinden ziyan edilmesin. ‘Piyanoya heves sardı, en yakın arkadaşı da çalıyordu, biraz denedi, sıkıldı, ara verdik. İleride isterse yine devam eder.’ Benim etrafımda en sık duyduğum cümle bu malesef . Bu bizi ‘başladığı işi bitirme, devam ettirme, çaba sarfetmeyi öğrenme...’ maddelerine geri götürmüyor mu sizce?...

Oğuz kampta... Oguz is at camp...


Oğuz geçen yıldan beri 3. sınıfta gideceği ilk yatılı okul gezisini bekliyor... Kamp yeri Ras Al Khaima, Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturan 7 Emirlik’ten biri. Ecoventure adlı bir kampın tesisinde kalacaklar. Kamp deyince tabi ki Oğuz’un aklına hemen gece kamp ateşi ve marshmallow geliyor...

Bir Türk anne oğlunu geziye göndermiyor; sıcacık rahat yatağı varken ne işi var kampta, marshmallow markette de satılıyor diyerek. Oğuz ise ağırlığını koyuyor: ‘Ne olursa olsun gidicem!’

Hazırlık...
Okuldan gönderilen hazırlık listesi tabi ki ‘eksiği yok, fazlası var’ mantığı ile hazırlanır.

Dubai Mall’da (dünyanın en büyük alışveriş merkezi) kilometrelerce yürüyüp özel istek listesindeki Star Wars pijamalarına kadar her şey hazırlanır. Tüm eşyalar kabin boyu bir valize Oğuz ile beraber yerleştirilir ki annenin yokluğunda kolayca aradığını bulsun. Bu arada annenin binbir titizlikle hazırlamış olduğu "özel soğutmalı çantada acil durum mini eczane kiti" ve içine yazdığı acil durum talimatnamesi baba tarafından fark edilir edilmez iptal edilir.

Kamp aktiviteleri...
Yolda mangrove denilen bir yerde duracaklar. Sözlük tanımı tropikal kuşakta kıyı ve bataklıklarda yetişen bitki cinsi. Sözün özü; çamur, balçık, göl, su yılanları, yengeçler ve bilumum haşaratlar... Buranın içine yarı belinize kadar girip, elinizde kelebek yakalamak için kullanılan netler benzeri malzemelerle yengeç vs... gibi annenin tüylerini ürperten Oğuz'un bayılacağı her türlü yaratığı yakalamaya çalışıyorsunuz.

Kampın sunumlarında bile gördüğünde annenin yutkunmasına neden olan 7 m’lik tırmanma duvarına tırmanış. Öncesinde deneyim olsun diye anne Oğuz'u daha normal sayılabilecek ölçülerde bir tırmanma aktivitesine götürür. Oğuz yarısında korkup inmek ister. Anne kampa giderken ‘İstemediğin, korktuğun hiç bir aktiviteye katılmak zorunda değilsin!’ diye oğlunu rahatlatır kendince. Dubai’de aktivitelerin akıl sınırını zorlayabildiğini çoktan öğrenmiştir zira.

Dubai'de her şey rekabete dayalıdır, kamp aktiviteleri bile. Takımlar halinde yarışılan ve zaman limiti konulan bu tırmanış mücadelesinde Oğuz en tepeye kadar tırmanmış ve rakibini geçmiştir. Yeter ki Oğuz’un önüne hedef konsun ve yanında korkulu gözlerle onu izleyen annesi olmasın.

Çöl hayvanlarını tanıma, inceleme, elinde tutup sevme aktivitesine kaplumbağa ve tortuaz arasındaki farkın renkleri olduğunu öğrenmiş olduk. (Mesela babaannem için ikisi de ‘tosbağa’dır.)

Oğuz’dan yorum: ‘ Yılanların gerçekten de soğukkanlı hayvanlar olduğunu öğrendim; çünkü öptüm ya çoook soğuktu ve de kaygan."
"Oğluuum, neden öpüyorsun yılanı, bakmak, tutmak yetmedi mi?.."
"Ama çok tatlıydı..." Eminim öyleydi!

Kampın son aktivitesi, iskelede gruplara ayrılıp kendilerine verilen varilleri halatlarla birbirine bağlayıp sal yapmak ve sal üzerinde Survivor tarzı yarışmalara katılmak. Allah’yan bunun için mayosunu ve sörf ayakkabılarını giymeyi akıl etmiş.

Oğuz sağ salim eve döner...
Otobüsten indiğinde kampa giderken giydiği t-shirtü hala üzerindedir. (ki mangrova da aynı t-shirt ile girmiş, yurt odalarına gidince banyo yapmış, çantasındaki mis gibi üç kilottan birini giymek yerine yine aynı çamurlu, göl suyunda kokuşmuş kilodu, aynı çamurlu şortu ve t-shitü giymiş. İki yedek spor ayakkabısından birini giymek yerine, kalıp gibi çamura batmış, kendi deyimi ile maceralı ayakkabılarını akşam yemeğine ve kamp ateşi partisine de giymeyi tercih etmiş.

"Oğluuuum, ıslak ıslak yol boyunca nasıl durdun ve neden banyodan sonra ısrarla istediğin Messi formasını giymedin akşam için?"
Cevap: "Kurur diye düşündüm ve de haklıymışım zaten, hepsi üstümde kurudu. Messi formamı da bulamadım."
"Oğluuum, nasıl bulamazsın? Beraber koyduk ya valizinin içinde!"
Cevap: "Heee, çünkü bakmadııııım."
Valiz boşaltılırken katı bile bozulmamış pijamalara bakılır, "Oğluuuum, sen gece pijama giymeden mi yattın?..."

Hiç ellenmeden gelen valizin içindeki her şey tabi ki yeniden yıkanır; çünkü üzerine gölde giyilen çamurlu ayakkabılar konulmuştur.

Otobüsten iniş muhteşemdi... Ayakta hala sörf ayakkabıları, üstünde mayosu, üst üste giyilmiş üç t-shirt, kampa gittiği t-shirt, üstünde kamptan hediye ettikleri Ecoventure t-shirtü, onun da üstünde sırt çantasında en sonunda gördüğü Messi t-shirtü... "Oğlum, üşüdün mü otobüste?"

"Hayır, sadece canım istedi..." Yani alttakileri çıkartıp çantasına tepmeye üşendi...
Eve gelince uzun uzun bir köpük banyosu yapıldı. Ayaklar yüzülmüş, yara olmuş... Anneannemiz duymasın, ayakları bir haftada iyileşti. Çamaşırlar kaynar programda yıkandı. O akşam hiç durmadan heyecanla kamp maceralarını anlattı durdu... Sanırım anılarında da bütün ömür boyunca kalacaktır.

Huzur, coşku, umut, çocuklarımızdan eksik olmasın... Herkese mutlu yıllar!...

Rekabet (2)... Competition in Education?... Should be or not?...


Olmalı mı, olmamalı mı?.. Olmaması mümkün mü, bunun bir ayarı, dozu var mı?..

Dubai’de her alanda rekabet hat safhada, inanılmaz bir hızla hayatın her alanında. Oğuz ile Şeyhimiz Mohammed bin Rashid Al Maktoum’un kitaplarını okuyoruz. 

Bir tek kelime ile Şeyhi tanımlamanız gerekse herkes ‘Vizyoner’ kelimesi etrafında birleşecektir. Yıllık ortalama sıcaklığın 40 derece olduğu çöl topraklarında ve diğer Birleşik Arap Emirlikleri’nden farklı olarak çok az petrolü olan küçücük bir Emirliği dünya klasmanına taşıması ve turizm, ticaret ve spor (özellikle golf) alanlarında bir dünya cazibe merkezi haline getirmesi yeterli örnek olmuştur diye düşünüyorum.

Sözün kısası Şeyhimiz başarıyı şöyle özetliyor.

‘Bana tüm alanlarda birincilik konusundaki ısrarımı soranlara şöyle diyorum: Everest’e tırmanan ikinci kişiyi kim hatırlıyor?.. Ayda yürüyen ikinci kişiyi?.. Sözün doğrusu, ikinci gelen herhangi bir kişiyi kim hatırlıyor?.. Cevap : Hiç kimse.

Her kim kendini birinciliğe aday /layık görmüyorsa, en başından yenilgiye mahkum demektir.’

Akademik hayatta rekabet...

Mesajlar bu kadar net olunca rekabet her alanda kendini hissettiriyor. Okullar, Eğitim Bakanlığı ve KHDA (Knowledge and Human Development Authority / Bilgi ve İnsan Geliştirme Kurumu) tarafından denetleniyor, notlandırılıyor. Çocuklar her yıl devletin online sınavlarına giriyorlar, girmek zorundalar. Bu sınavlar matematik, fen ve İngilizce alanlarında yapılıyor.  Sınavların sonucunda çocuğunuzun notunu ve Dubai ortalamasına göre yerini görebiliyorsunuz. Bunun dışında (zorunlu) zeka / yetenek / eğilim testeri yapılıyor.

Dubai’de dışarıdan bakıldığında tahmin edilemeyecek bir şeffaflık var. Çocuğunuzun sonucunu görmekle kalmıyor, çocuğunuzun yeteneklerine göre gelecek akademik başarı projeksiyon raporunu alıyorsunuz. Oğuz bu testi geçen ay aldı, yani 3. sınıfta. 5. Sınıfa geldiğinde farklı  alanlardaki tahmini  notlarını ve üzerine daha da eğilinirse nereye gelebileceğini görüyorsunuz.

Okullar KHDA’den daha iyi not almak için karne notlarını şişiremiyor. Yani TEOG’da okulumun başarısını yükseltmek için Milli Eğitim karnesi başka olsun, bir de okulumun karnesi ayrı olsun diye bir olasılık yok.  Çünkü her şey online ve her çocuk için  zeka / yetenek testi ve devletin akademik bilgi testi zaten sistemde ve karşılaştırma raporları bir tık ötede.

Akademik hayat böyle iken sporda daha azı beklenebilir mi?..

Takıma çocuğu alayım ve geliştireyim, diye bir konsept yok. Hele yeni bir okulsanız çocuğu alıp geliştireyim lüksünüz de yok, çünkü diğer okullar yıllardır takımlarını çelik gibi küçücük yaşlardan itibaren geliştirmişler. Sporda başarı mühim! Tank gibiler. Eski okulumuzdaki beşincilik, yedincilik kutlamaları ve alkışkarı burada yok.

Rekabet... her alanda...

Doğumgünlerinde lazer organizasyonları İstanbul’da da çok ‘in’ idi, burada da. Buradaki fark, lazer skorları basılır, sıralamalar yapılır. Kim kaç vuruş yaptı?! O sırada İstanbul’daki doğumgünlerini hatırlarım. Çocuklar lazerde, anneler keyif sohbetinde, Türk kahvesinde... Hiçbirimizin aklına gelmemiştir, kimin skoru ne?.. Lazer  salonunun önündeki görevli hayatında bir kez olsun skor print out’u almamıştır herhalde.

Dubai’de gerçi bir de küçük yaşlardan itibaren go-kart olayı var ki, akıllara ziyan... Oğuz’un annesi kenarda bildiği bütün duaları okur, yüreği ağzında artık pasta faslına sağ sağlim geçilsin diye heyecanla bekler. Diğer anneler heyecanla skoru bekler...

Şeffaflığın olmadığı yerde rekabet de olmuyor...

Raz Kids diye muhteşem bir online kitap platformu var. Türkiye’de okullar nasıl bundan bihaber olur anlamam. Çocukların  okuma seviyelerine göre harf harf gruplanmış online kitaplar... Konuların çeşitliliği inanılmaz; bilim, biografiler, politika, inanılmaz bir genel kültür zenginliği ve tabi ki eğlenceli hikayeler... Kitabı sesli dinliyor, kendiniz okuyor ve ilgili soruları cevaplıyorsunuz ve öğretmeniniz neyi, ne kadar okuduğunuzu, hangi tip sorularda zorlandığınız detayına kadar sistemden görüyor. İşin ilginç tarafı eski okulumuzda olsaydık ve böyle bir sistem olsaydı, çocukların okuma seviyeleri bir devlet sırrı gibi saklanıyor olurdu. Burada sistem açık, hangi çocuğun isminin üzerine tıklarsanız okuma seviyesini görebilirsiniz. Bana da ilk başta bu kadar açıklık biraz fazla gelse de sanırım alışıyorum. ‘Okuyamayan arkadaşları üzülür, sınıfın genel okuma düzeyine göre kitap veriyoruz...’ diye çok iyi okuyan bir çocuğa ‘tavşan, köpek, kedi...’ isimlerinden oluşan kitaplar verilen bir okuldan gelip, gerçek seviyesinde eğitim görmenin özgürlüğünü ve motivasyonunu yaşıyoruz. 

Aslında malesef gerçek hayat böyle. Dengesini kurmak ise adeta sanat işi, anne-babanın ve eğitimcilerin en büyük ikilemi. Her şeyin ‘kazanmak’ olmadığını Dubai’de çok sık hatırlatmamız gerekiyor çocuğunuza ve kendinize. Süreçte öğrenilen, başarılan, kazanılanların öneminden konuşup duruyoruz...

19 Ekim 2016 Çarşamba

Rekabet... Competition in Education... Should be or not?


                                                                                                    Kasım 2016 / Baby&You


Olmalı mı, olmamalı mı?.. Olmaması mümkün mü?.. Rekabetin dozu kaçar mı, kaçarsa ne olur?.. Rekabet olmazsa ne olur?..

Oğuz’un annesinin çocukluğundan...

Oğuz’un annesi ilkokul 3. sınıfta idi. O yaz Tütünçiftlik’ten İzmit şehir merkezine taşınmışlardı ve yeni bir ilkokula başlamıştı. O zamanlar yaşıtlarından uzundu. ‘Uzun boyluysan mutlaka basketbol oynamalısın.’ gibi bir inanış vardı o zamanlarda...

Beden eğitimi öğretmenimiz çok tatlı bir adamdı. Adını unuttum. Beni de haftasonu yapılacak basketbol takımı seçmelerine çağırmıştı. Çok heyecanlanmış, çok sevinmiştim. Oysa ki hayatımda elime hiç basket topu almamıştım. Ama hatırlıyorum ki ilkokul 1. veya 2. sınıfta öğretmenimiz ne olmak istediğimizi sorduğunda, ‘1.80 boyunda olmak ve basketbolcu olmak istiyorum.’ deyivermiştim. Bir kafa karışıklığı mıydı bu, hala emin olamıyorum; çünkü o zamanlar aslında astronot olmak istiyordum.

Derken seçmelerin yapılacağı haftasonu geldi çattı... (veya seçmelerin olacağı belki de o son cuma günü haber verilmişti?..) Öğretmenimizin gösterdiği şekilde topu sürmeye, o dev potadaki delikten geçirmeye çalıştık. (O kısma ait pek bir kayıt yok aslında zihnimde, böyle olmuş olmalı diye düşünüyorum belki de sadece.) Sonra seçim zamanı geldi. Bir grup çocuk  sıra sıra inciler gibi dizildik. Beden eğitimi öğretmenimiz ‘Sen gel, sen gel...’ diye seçimine başladı ve beni de seçti. Dünyanın en kısa süren, en mutlu anlarından biri idi karşı tarafa, ‘ayrıcalıklı’ tarafa geçiş... O sırada okul müdürü,

‘Kalsın!  Ben onu beğenmedim!’ dedi.

Bir tarafta kalmak, yerinden hiç kıpırdamamış olmak yine iyidir; ama ortada kalmak her çocuk için pek bir ağırdır. Hatta ‘Yer yarılsa da yerin içine girsem.’ sözünü o anda bilseydim eğer ‘Bu söz şu an için çok geçerli.’ derdim çocuk aklımla bile. Çünkü o an görünmez olmak isteğinin tavan yaptığı bir andır.

Günler ve gecelerce ve şimdi anlıyorum ki yıllarca farkında olarak veya olmayarak bu anıyı bir şekilde hep taşıdım. Yıllar sonra ortaokulda en yakın arkadaşlarımla beraber okul basket takımına girdim. Yedek kulübesinde, bazen birkaç dakika oyunun içinde... Çok da eğlendim. Dünyanın en matrak beden öğretmeni idi koçumuz, hatta arkadaşımızdı. Adını unuttum. Ama ilkokul müdürümün adını, soyadını hiç unutmadım. Sonraki aylarda, yıllarda İstiklal Marşı törenlerinden önce kürsüde yanına çapırıp, beni defalarca örnek öğrenci olarak sunsa da adını hiç unutmadım. Annemin saçımı özenle ortadan ikiye ayırıp, kafamın tepesine kondurduğu (kesinlikle hiç cool olmayan) kelebek kurdelelerin intizamını, kolalı yakamı, hep pırıl pırıl önlüğümü ve gıcır gıcır boyalı ayakkabılarımı över dururdu. Sınavlardaki başarılarımdan bahsedip, ‘İşte bu, örnek bir öğrenci!’ derdi.

Oysa ki eski ilkokulumda benim de önlüğüm buruşur, ayakkabılarım kirlenirdi, ama yeni ilkokulumda üstümün başımın ütüsü hiç bozulmadı, ayakkabılarım hep pırıl pırıl kaldı; çünkü tenefüslerde başarılı 3-4 öğrenci ayrılır ve ek testler verilirdi onlara. Beden, resim, müzik derslerinin yerine yine ek testler verilirdi onlara. Oğuz’un annesi de üstünü başını kirletme şansı olmayan o 3-4 çocuktan biriydi maalesef. Önlüğü, ayakkabısı, saçı, başı hep temiz, düzgün, inci gibi...

Oğuz ile yine çok yoğun bir Dubai gününün ardından konuşuyoruz...

 ‘Şu sınavlarını, projelerini, en güzel şekilde tamamla, sonraaa ...’ daha ben tamamlayamadan;

‘Beni çok beğeneceksin, değil mi?..’ deyiveriyor... İçim acıyor.

 ‘Hayır!’ diyorum.

 ‘Sınavların, projelerin çok kötü de geçse, hatta ödevlerini yapmayan bir tembel teneke de olsan, yaramazın teki de olsan, sözümü hiç dinlemesen de seni beğenirim, seni severim... Seni beğenmem ve sevmem için bir şey yapman gerekmez. Karnımda olduğun zamanlardan beri seni çooook beğeniyorum ve seviyorum. Yapacağın ya da yapmayacağın bir şey bunu değiştiremez...’

‘Çok kötü bir şey yaparsam da mı?..’ diyor. Anlaşıldı, bu zor gün anne için kolay kolay bitmeyecek.

‘Çok kötü bir şey yapsan da, değişmez. Sadece o zaman üzülürüm, oğlum kendine ya da birine zarar verdi, kendi için kötü olan bir şey yaptı diye. Ama sana sevgim yine değişmez. O zaman yine de sen bize gelmekten sakın çekinme, olur mu?..’

‘Başarısız olsan da sana sevgim değişmez. Seni beğenmekten asla vaz geçmem.’

‘Peki üzülmez misin?’

‘Üzülürüm tabi ki ve hemen sonra üzüntümü bir kenara bırakır, güzelce dinlenir, sonra sana nasıl yardım edebileceğimi düşünürüm, çünkü potansiyelini göstermeni isterim.’

Amerika’da bir araştırma yapılmış. Üniversitedeki sporculara çocukluklarında maçları, yarışmaları kazandıklarında ve kaybettiklerinde ailelerinin tepkilerinin ne olduğunu hatırlayıp hatırlamadıkları sorulmuş. Bence en ilginç cevaplardan biri: ‘Maçı kazandığımda hamburger, dondurma yemeğe giderdik. Kaybettiğimde ise doğrudan eve giderdik.’

Aralık sayısında ‘sporda ve okul hayatında rekabet, başarı, başarısızlık...’ konusu ile devam etmek üzere...